3 Eylül 2014 Çarşamba

Yabancı - 1

İnanılmaz yorgundum.

Dün sabahtan beri kıçımı yırtıyordum ve neredeyse geçe yarısı olacaktı. Üstelik hala ertesi sabaha kadar yapacak işlerim vardı. Bu benim suçum değildi; nöbet listesinde bir sorun olmuştu ve kiminle değişmek istesem nedense meşgul olduklarını söylüyorlardı. Hayır, onları suçlamamalıydım; sadece kader benden nefret ediyordu işte.

Bugün belki milyonuncu defa yüzümü yıkayıp koltuğa çöktüm, bu gece olacakları beklemeye başladım. Her şeye rağmen birazcık bile şansım varsa, azıcık uyuyabilirdim. Saçlarımın uçlarına kadar vücudumdaki her yer ağrıyordu. On dakika önce bir ağrı kesici yuvarlamıştım, biraz da rahatlamıştım aslında; ama gerçekten etki etmesine daha on beş dakika kadar vardı.

Profesör odaya girdiğinde kaderin benden gerçekten nefret ettiğine emin olarak ayaklandım. Ama adam bana acıyarak baktı, gülümsedi ve oturmamı işaret etti. Tabii, eğer bugün bana acımayacaksa kime acıyacaktı, merak ediyordum.

Bir hayali takip ederek tıp fakültesine girmiştim. Sıradan paspal intern kızlardan biriydim, bir sorun çıkmazsa bir seneye kadar bitirmem bekleniyordu. Hiç de fena olmayan bir tempoda üniversite hastanesinde çalışıyordum; ama hala arada bir aksanımın kaydığı oluyordu. Ailemden neredeyse dört yıldır ayrıydım, onları inanılmaz özlüyordum ve genelde katlanmak zorunda olduğum tek ekstra zorluk buydu. Tabi bu iki gün hariç. Önceki gece, ben acil nöbetindeyken, zincirleme araba kazası ve ardından gelen patlama sebepli bir hasta yağmuru olmuştu. Yorgundum, stresliydim ve ağır kahve kafasındaydım – herhalde yirmi bardaktan fazla içmiştim. Üstüne bugün de nöbet binince tam bir zavallıya dönüşmüştüm.

“Bugün sana kolay bir iş vereyim mi? Pek iyi durmuyorsun.” Dedi profesörüm. Kaderle ilgili söylediğim her şeyi içimde kabaran minnet duygusuyla geri aldım.

“Bunu gerçekten yapar mısınız, sungsaengnim?” dedim, galiba 24 saattir ilk defa gülümseyerek.

“Tabii, bir çeşit dadılık yapacaksın. Önemli bir hastamız var; ona akupunktur yapacaksın, sonra da o uyuyunca sen de uyursun.” Diye açıkladı. Minnetle oturduğum yerde eğildim.

“Çok teşekkürler!” diye ışıdım – tabi bu bitkinlikle ne kadar ışınabilirse. Elini sinek kovar gibi salladı ve bana hasta dosyasını uzattı.

“Sen acele et de. Doktor bekliyordur şimdi. Seni arıyordum bir süredir.” Dedi. Tekrar teşekkür edip eğildim ve odadan çıktım. Pekala, anlaşılan şansım dönüyordu. Normalde önemli bir hastayı asla bir interne emanet etmezlerdi, özellikle akupunktur için; ama ben iki sene üst üste kurslara katılmıştım ve sertifikam vardı, yani bir istisnaydım. Profesör de aslında oldukça sert bir adamdı ve “çalış, çalış, sonra dön daha çok çalış” gibi bir hayat felsefesi vardı ve bana acıyabileceğini hiç düşünmediğimden oldukça şaşırmıştım.

Dosyanın tepesinde yazan odaya doğru giderken bir yandan da içeriğine bakıyordum. 21 yaşında erkek hasta, aşırı stres ve yorgunluktan bilinç kaybı, omzunda da incinme varmış. Serum bağlayıp kas gevşetici vermişler, uyanınca da ağrı kesici yapmışlar; ek hastalığı yok, alerjisi yok, tedavi planı akupunktur ve fizik terapi...

Dosyayı okurken yürümekte olduğum yolun nereye gittiğini sonunda fark ettiğimde iç geçirdim. Burası içinde sadece bir yatak olan özel odalara gidiyordu – izolasyon hastaları için değil, özel hastalar için olanlara. Hani şu esasen hastane odasına değil de saray yavrusu odasına benzeyenlere. İşlerin çok da kötü gitmemesini, göreceğim hastanın şımarık bir “babam çok zengin ve seni ona söyleyeceğim” veledi olmadığını umarak yol üstünde gerekli olacak şeyleri de bir tepsiye doldurdum ve odaya gittim.

Kapıyı açıp içeri girdiğimde hastam kendi kendine söylenmekle meşguldü. “Hastanelerden gerçekten nefret ediyorum… bu koku çok rezil… üstelik çok zevksiz… evde de dinlenebilirdim ben… taburcu etsinler beni…” diye devam eden mırıltıları, benim kapıyı kapatmamla son buldu. Başımı kaldırdığım anda gözlerim, dağınık saçlarının altında parlayan çarpıcı siyah gözleriyle buluştu. Elimdeki dosyaya tekrar bakıp bu sefer hastanın adını da kontrol etmeyi hatırladım: Do Kyungsoo. Üstelik herhangi bir tanesi de değil; Kore’nin büyük ilaç şirketlerinden birinin en büyük hissedarı ve yönetim sahibi olan Do ailesinin oğlu olan, buna rağmen adı işten çok talk showlar, komedi programları, bilgisayar oyunları ve nadiren de gece hayatıyla anılan, bir idolmüş gibi hayran kulübü ve takipçileri olan, tüm kızların sevgilisi olan o genç adam. Ama aslında bunu gerçekten umursamak için fazla gergin ve ruhsuz hissediyordum. Eğer karşıma SM’in bütün idolleri sıralanıp striptiz yapsa belki ilgilenebilirdim. Üstelik, bilirsiniz, doktor-hasta ilişkisiyle ilgili şeyler… sonuçta bizler profesyoneliz, değil mi?

“Merhaba. Bu akşam size bakacak olan doktor benim.” Dedim, kelimeler ağzımdan otomatik olarak çıkmıştı. Gülümsemek için azami çaba harcayarak yanına gittim. Dosyayı yatağın ayakucundaki yerine koydum ve aletlerimi yatağının yanındaki masaya yerleştirdim. Sessizce beni izliyordu; ama bakışları zonklayan beynimde her an bir delik açabilirmiş gibiydi.

“Sen yabancısın.” Dedi. Ona baktığımda gözlerinde hem merak, hem de güvensizlik vardı. Tabii ki o kadar da beceriksiz görünmüyordum! Yoksa görünüyor muydum?

“Evet, öyleyim. Siz de Do ailesinin oğlusunuz. İkisi de eşit önemde; miktarı da tam olarak sıfır.” Dedim, dilimi tutamadan. Bileğimi kessem kan yerine kahve akacakken kibar ve alımlı doktoru oynayabileceğimi hiç zannetmiyordum. Sakinleştirici bir nefes aldım. “Önce muayene etmem gerek. Tişörtünüzü çıkarabilir misiniz?”

“Mecbur muyum?” dedi Kyungsoo. İç geçirdim. Ona ne yapacağımı düşünüyordu, acaba?

“Bütün iğnelerimi yüzünüze batıramam, değil mi? İşimi yapabilmem için çalışma alanımı görmem gerek.” Dedim; sesim, istediğimin aksine, hissettiğim bıkkınlığı aynen yansıtıyordu. Bugün düşündüğümden daha sabırsızdım. Kendimi toplamaya çalıştım; kimse böyle olduğum için beni suçlayamazdı ama yine de bu hoş bir tavır değildi. Sonunda yüz kaslarımı yumuşak bir gülümseme oluşturmaları için zorladım.

Kyungsoo başıyla yavaşça onayladı. O hastane pijamalarının üstünü çıkarırken arkamı döndüm; tecrübelerime göre hastalar onları soyunurken izlemezseniz daha rahat hissediyorlardı. İşinin bitmiş olacağını düşündüğümde yeniden ona döndüm. Tişörtü yanında katlanmış düzgünce duruyordu, yatağın içinde bütün “görkemiyle” üstsüz oturmuş beni izliyordu. Bu görüntü bir saniye için ruhsuz bedenimde bir kıvılcım yakmayı başardı – tabi bu içtiğim aşırı miktardaki kahveye midemin sonunda verdiği tepki de olabilirdi.

“İncittiğiniz yer neresi?” diye sordum, yanına gidip.

“İşte burası… bir de bura.” Diye gösterdi Kyungsoo, sol köprücük kemiğinin hemen üstüne ve omuz kasının alt tarafına sırayla dokunarak. Ben onu dikkatle muayene ederken arada bir irkilip yüzünü buruştursa da sesini çıkarmıyordu.

“Uzanın, lütfen.” Dedim, işimi bitirdiğimde. Ben iğneleri hazırlarken o da yatakta aynen söylediğim gibi aşağı kaydı. Elimde bir iğneyle ona döndüğümde hala bana şüpheyle bakıyordu. Yüzüme bir gülümseme yapıştırdım. “Şimdi başlıyorum.”

Bundan sonra tam bir saat kusursuz bir sessizlikle geçti. Do Kyungsoo, beklentilerimin aksine, oldukça uysal bir hastaydı; ama bütün bir saat boyunca beynimden geçen her şeyi okuyabilirmiş gibi dik dik bana bakmıştı. İşim bittiği zaman bitirmiş olmaktan çok o bakışlardan uzaklaşacak olmaktan dolayı rahatlamıştım.

“Bitti; ama bir süre hareket etmeyin. Nasıl hissediyorsunuz?” dedim ona bakmamak için bütün dikkatimi malzemelerimi toplamaya vererek. Buna rağmen bakışlarını kafamın yan tarafında hissediyordum.

“Daha iyi, sanırım.” Dedi. Koluna bağlı serum bitmek üzereydi; akış hızını ayarladım. Yorgunluktan – ya da sebepsiz yere – bayılıvermek, tam bir Koreli hastalığıydı. Çok narinlerdi, bu genlerinde vardı.

“Bu gece dinlenin, yarın taburcu edileceksiniz.” Dedim. Dosyaya ekli notta yazılı olan buydu; adını hatırlamadığım birileri sabah gelip onu çıkaracaktı. Yani, sonuçta tam olarak benim hastam da sayılmazdı. Daha çok, profesör onu bana ödünç vermişti.

“Tabi…”

“Burada kalacağım; bir şey olursa söylersiniz.”

“Tamam.” Diyerek başını yukarı aşağı salladı, sonra uzanıp televizyonu açtı. Kanalları gezip bir deniz kaplumbağası belgeselinde durdu. İç geçirdim. Sadece uyuyamaz mıydı? Yorgun olması gerekmiyor muydu? Gidip köşedeki koltuğa kurulup rahatıma bakmaya karar verdim. Şu yorgunlukta evimdeki yatak kadar tatlı bir rahatlığı vardı zaten. O kadar koşuşturmadan sonra biraz gevşeyebildiğime memnundum. Açık olan belgesel de o kadar ninni gibiydi ki… konuşan adamın yumuşak, sakin bir sesi vardı, arka plandaki hafif su sesleriyle masal gibi geliyordu. Kısa süre sonra göz kapaklarımı açık tutamıyordum. Hastam daha uyumamıştı, benim de uyanık kalmam gerekiyordu; ama yorgunlukla savaşım, yavaş ve kesin bir biçimde yenilgiye gidiyordu.

“Uyumayacaksın, değil mi?”

Kyungsoo’nun sesiyle gözlerim tekrar açıldı. Bakışları benim üzerime sabitlenmiş, beni delip fuvara saplanacak gibiydi. Gözlerinin şeklinden kaynaklandığını bilmesem – tüm hayranlarının dilindeydi, çünkü – beni öldürmek istediğini düşünebilirdim.

“Neden siz de uyumuyorsunuz? Bayıldınız, hatırladınız mı? Dinlenmeniz gerek.” Dedim.

“Uyudum. Üstelik Casey’nin hikayesi daha bitmedi.” Dedi, televizyonu göstererek. “Neden bu kadar suratsız duruyorsun?”

“Otuz altı saattir uyumadım ve on iki saat daha uyumayacağım; bu yüzden biraz yorgunum. Rica ediyorum, dinlenir misiniz?” dedim.

“Ama hikaye…” diyordu ki belgesel bitti. Sessizce iç çekip tanrıya bana acıdığı için bir teşekkür yolladım.

“Bitti işte. Uyumak iyileşmenize yardımcı olacaktır; uyumalısınız.” Diye ısrar ettim; kulağa bunu profesyonel sebeplerle istiyormuşum gibi geldiğini umuyordum. Ama her halükarda işe yaramıştı; Kyungsoo televizyonu kapatıp gözlerini yumdu, örtüyü de kafasının üzerine kadar çekti. Başımı geriye atıp koltuğuma biraz daha gömüldüm. Hiç zaman kaybetmeden gözlerim yeniden kendiliğinden kapanmaya başlamışlardı. Hastam uyuyana kadar uyanık kalmayı planladığımdan uykuyla savaşmaya tekrar başladım; ama daha ne olduğunu anlamadan rüyalar diyarına baş aşağı dalmıştım bile.

Uyandığımda güneş üzerimde parıldıyordu. Gerinip koltuktan tembelce kalktım. Kendime biraz su alıp yudumladım ve pencerenin yanına gittim. Güzel bir gündü, gökyüzünde bir tek bulut bile yoktu. Neşeli görünüyordu. Ben de neşeli hissediyordum. Dinlenmiş, sakin ve kendim gibiydim artık.

Hastam da hala uyuyordu ve, objektif olamayacaktım, küçük bir melek gibi görünüyordu. Örtüye çenesine kadar gömülmüştü, saçları nazikçe yüzüne dökülüyordu, dolgun dudakları aralıktı ve yüzü tül perdelerin arasından süzülen kış güneşinde fazlasıyla güzel görünüyordu. Neredeyse mükemmeldi.

Hareketlenip örtünün içine biraz daha sokulurken elini saçlarına attı, kafasını kaşıdı ve iç çekip yavaşça gözlerini açtı. Kısa süre sonra bakışları yine benim gözlerimi bulmuştu. Bu sabah, dün geceki kadar delici ve rahatsız edici gelmiyordu.

“Günaydın.” Diye gülümsedim. Dudaklarının köşeleri hafifçe yukarı kıvrıldı.

“Dün gerçekten de yorgunmuşsun.” Dedi nazikçe, “Bugün çok daha iyi görünüyorsun.”

“Teşekkür ederim.” Dedim gülerek, iyi göründüğüm konusunda ciddi şüphelerim vardı gerçi. Korkunç görünüyor olmalıydım ve hastam bunun iyi halim olduğunu söylüyorsa, dün nasıl göründüğümü hiç merak etmiyordum, açıkçası. Kyungsoo cevap vermedi, sadece gözlerini benimkilere kilitlemiş, bakıyordu.

“Doktor Cydney, günaydın.”

İsmimin her zamanki “shid-nee”ye benzer haldeki telaffuzuna hiç şaşırmadan, dönüp kapıya baktım. Benim merhametli profesörüm ve yanında tanımadığım bir adam içeri giriyorlardı. Saygıyla eğildim.

“Profesör, günaydın.” Dedim, kalkmadan önce. Doğrulurken, Kyungsoo’nun yatakta kıpırdandığını gördüm.

“Kahya Kim.” Dedi sadece.

“Günaydın, doktor hanım.” Dedi tanımadığım, muhtemelen Kahya Kim olan yabancı. Sonra gözlerini Kyungsoo’ya çevirdi. “Bu sabah daha iyi hissediyor musunuz, efendim?”

“Hatırı sayılır derecede, evet. Taburcu olabilir miyim, lütfen?” diye adama neredeyse yalvardı Kyungsoo. Göz ucuyla o tarafa baktım. Hastanelerden o kadar çok mu nefret ediyordu? Böyle bir şey hatırlamıyordum. Tamam, tıp fakültesi iliğimi kurutmadan önce ben de onun hayranlarından biriydim; hadi beni dava edin.

“Dün geceki orderınızdaki her şeyi yaptım, profesör. İyi dinlendiğine de inanıyorum.” Dedim, profesörüm soran gözlerle bana baktığında. “Kontrolleri yapmamı ister misiniz, yoksa gitmeli miyim?”

“Serbestsiniz, doktor hanım.” Dedi bana gülümseyerek. Bu adam her an kanat çıkarabilirdi artık. Onlara bir kere daha saygıyla eğildim.

“Teşekkür ederim.” Dedim, sonra Kyungsoo’ya dönüp gülümsedim. “Kendinize daha çok dikkat edin.” Dedim resmi bir biçimde, sonra odadan koşmamaya özen göstererek uzaklaştım.

Dolabıma giderken yüzümde dev gibi bir gülümseme vardı. En son bunun gibi bir günüm olduğundan beri yıllar geçmiş gibiydi. Eşyalarımı topladım, hasta dosyalarıma baktım ve ayrılmadan önce gereksiz formalitelerle biraz zaman kaybettim. Diğer internler sabah vizitleri için hocalarının peşlerine takılmaya başlarken ben hastaneden çıkıyordum. Güneşin ılık ışıkları üzerime yağarken eve doğru yürümeye başladım.


Görünüşe göre şansım sonunda dönmüştü ve bugün benim şanslı günümdü. Eskiden hayranı olduğum insanlardan biriyle görüşme fırsatını yakalamıştım, uyumayı başarmıştım, bir şekilde profesörün iyi yanına denk gelmiştim ve hastam beni koltukta uyurken yakalamadan hemen önce uyanmayı da başarmıştım. Üstelik şimdi bir tam gün boşluğum vardı. Bugün çok güzel bir gündü. 

2 yorum:

  1. ilginc olmus hosuma gitti degisik yerlere gidebilitesi var bence ve d.o yu secmen tamamen zevk meselesi ona karismiyorumda o tifillar efendisi ustunu cimarinca ne gordun de etkilendin onu anlamadım sonucta fan ficrion da olsa fizik kurallarina bu kadar karsi cikmaman lazim yani XD

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. bakalım devamını az yazmışım bunun nereye gidecek ben de bilmiyorum... da usta boşver o tıfıl mıfıl da sungmin de tıfıldı eridik gömleği açınca. ben henüz d.o'nun üstünü çıkardığı bir an bir yer bilmiyorum bakalım altından göbek çıkmazsa ya da daha kötüsü d.o kyu gibi çıkmazsa görücüüz nasılmış ne varmış. xD bi de hikayedeki kız eski fangirl yaa fangirl feels yani sorgulanmaz alttan kıllı şekerpare göbeği çıkmadığı sürece bir fangirl "ay çok tıfıl şuna bak bebeğim aşkım TAT" diye de spazzabilir biliyorsun ;)

      Sil