"Ben buraya bunun için mi geldim, söylesene?! Ailenden o lafların hepsini bunun için mi yedim; bunun için mi katlandım her şeye? Bana baktığında gözlerindeki soğuğu görmek için mi?! Senin için yapmadım mı ben her şeyi? Hadi anlat; becerebiliyorsan anlat bana, neden şimdi dünyadaki tek varlığım oğlum oldu, neden sen yoksun! Yapabilir misin?!"
"Eunmi, bağırmayı kes."
"Beni deli ediyorsun!" genç kadın çığlık atarak ellerini saçlarına daldırıp çılgın gibi karıştırdı. Karşısındaki adam gözlerinden ip gibi akan yaşları da, içindeki fırtınayı da, yarasından akan kanları da görmüyormuş gibi duygusuzca dikiliyordu önünde. Tekrar hissetmesini sağlaması için daha ne yapması gerekiyordu kadının? Bütün çığlıklarını adamın önüne sunmuştu, hislerini son bir kez bütün çıplaklığıyla açmıştı ona, kendine bir kereliğine delirmek için izin vermişti. O kadar abartmıştı ki kırdığı bibloların parçalarının battığı ayakları kanıyordu. Adam hala karşısında hiçbir şey olmamış gibi öylece dikilebiliyordu. Eunmi daha ne yapabilirdi ki?
"Eunmi, sessiz ol dedim. Jaejoong uyanacak." dedi kocası olduğunu sandığı, artık tanıyamadığı Chil Hyun denen yabancı, sakince. Eunmi hıçkırarak olduğu yerde çöktü, dizlerine batan kırık seramik parçalarının acısını bile hissetmiyordu. Göğsünün ortasına oturmuş acı diğer her şeyi bastırıyordu.
"Senden nefret ediyorum." diye inledi genç kadın. Daha az önce adam susması için üzerine yürüyordu; ama sadece susması için, kızdığı için değil. Gözlerinde öfke görmemişti Eunmi. Eline geçirdiği her şeyi adama fırlatırken de, yere atıp her şeyi kırarken de adam bir tepki vermemişti. Başka ne yapabilirdi ki? Delicesine sevdiği, uğruna bütün dünyayı karşısına alabileceği aşkı, hayatının anlamı ölmüş gibi hissediyordu. "Olduğun şeyden nefret ediyorum, dönüştüğün şeyden nefret ediyorum."
"Ben değişmedim, Eunmi; sen neden bahsediyorsun?" dedi adam; ama yüzünde şaşkınlıktan veya kafa karışıklığından bile eser yoktu. Eunmi acı acı güldü.
"Anlamıyorsun değil mi?" dedi, dikkatle yeniden ayağa kalktı. Dizlerinden aşağı süzülen bir sıvı hissetmemişti; şansına kesilmemiş olmalıydı. Yüzünü sildi ve karşısındaki yabancıya baktı. Bu adama ne söyleyecekti ki? Daha ne gösterecekti? Ama acı içini böylesine kavururken sessizce çıkıp gitmek onun için mümkün değildi. "Hiçbir şey anlamıyorsun çünkü bakmıyorsun. Görmüyorsun! Görmek istemiyorsun, değil mi?! Düşünsene, beni en son ne zaman gerçekten öptün? En son ne zaman severek dokundun bana?! Ben seninle bunun için evlenmedim Chil Hyun; ben seninle büyük bir ev, kıyafetler ve mücevherler için evlenmedim; isim için, statü için evlenmedim! Bunlarla tatmin olacağımı sanıyorsan buna bir saniye daha katlanmayacağım, anlıyor musun? Katlanmayacağım!"
Son kelimeyi kocasının suratına haykırdığında bile adamın suratında bir değişiklik olmamıştı. Genç kadın fırtına gibi çıktı evden. Eğer Jaejoong'un odasına bu halde girerse çocuğu ölümüne korkutacağını biliyordu. Ne olursa olsun küçük çocuk Chil Hyun'un tek varisiydi ve adam çocuğun herhangi bir şekilde sıkıntıya düşmesine izin vermezdi; hiçbir şeye güvenemezse bile buna güvenebilirdi. En azından birkaç gün Jaejoong'u bu adamla yalnız bırakabilirdi. Sonra boşanma işlemlerini başlattığında biliyordu ki çocuğunu ona vereceklerdi; ne de olsa onun da bir işi vardı, bir evi vardı - yani tam olarak kendi evi sayılmazdı tabii; ama annesinin torunuyla beraber yaşamaya itiraz edeceğini hiç sanmıyordu Eunmi.
Paltosunu üzerine geçirip yaralı ayaklarını umursamadan ayakkabılarını eline aldığı gibi dışarı koştu Eunmi. Evden yeterince uzaklaştığında kendini nefes nefese bir biçimde çimlere bıraktı. Hala nefes alabiliyor olduğu gerçeği bile onun için şaşırtıcıydı; ama bunu bile düşünmek istemiyordu. Paramparça hissediyordu. Yas tutuyordu; aşkının ölümü için yas tutuyordu. Chil Hyun'un dönüştüğü kişiye olan sevgisi çoktan bitmişti; Eunmi geçmişe ağlıyordu. Hayallerine ağlıyordu. Oğluna veremeyeceği hayata ağlıyordu. Gözyaşlarının akmasına izin vererek ayaklarına uzandı ve orada görebildiği küçük seramik parçalarını çıkarmaya başladı. Yaralarından bir kısmı kabuk tutmuştu, bir kısmı hala kanıyordu; ama hiçbiri zerre acımıyordu. Yaralarını temizlemeyi bitirdiğinde titreyen ellerini üzerinde oturduğu çimenlere silerek temizledi ve gözlerinden akan yaşları silmeye çalıştı.
Boşunaydı. O sildikçe yeni gözyaşları öncekilerin yerini alıyordu. Düzgün nefesler almaya çalışarak telefonunu çıkardı ve titreyen parmaklarla ezberden bir numara tuşladı. Telefon daha ilk çalışta açılmıştı.
"Ne oldu, güzelim, özledin mi?"
"Sırası değil... W-woohyuk-ah..." diye sessizce hıçkırdı kadın. Hattın diğer ucunda bir saniye önce oldukça cilveli olan ses bir anda korkunç bir ciddiyete bürünmüştü.
"Neredesin? Eunmi, iyi misin?" dedi adam, endişeyle.
"Hayır, değilim." dedi kadın, acı acı gülerek. Hattın öbür ucundan sıkıntılı bir nefes sesi geldi.
"Neredesin, hemen geliyorum."
Gerçekten de kadın nerede olduğunu söyledikten beş dakika sonra oradaydı Woohyuk. Genç kadını çimlerin üzerinde darmadağın bir halde görünce endişesi on kat artmıştı; hızla gidip kadını kollarına aldı, daha o anda kadın hıçkırarak ağlamaya başlamıştı. Genç adam kadının saçlarını nazikçe okşayıp hafifçe sağa sola sallanarak ağlamasına izin verdi. Kadın sakinleştiği ve artık ağlayamadığı zaman itirazlarına rağmen kucaklayarak - ayakları bu şekilde yara bere içindeyken kadının yürümesine izin vermesine imkan yoktu - arabasına götürdü.
Daha önce adamın evine hiç gitmemişti Eunmi, bir kere bile; ama şu anda itiraz edecek gücü kendinde bulamıyordu. Bir süredir bu genç adam kaçtığı tek limandı. Uzun zamandır aradığı, eksikliğini çektiği, kocasından beklediği her şeyi düşünmeden, beklemeden veriyordu ona bu genç adam; bütün sevgisini, ilgisini veriyordu ona. Chil Hyun değişmeden önce böyle seviyordu kadını ve kadın sadece bu sevgiye sahip olduğu sürece bütün dünyayı yıkabileceğine inanıyordu. Bir seneden uzun zamandır izini bile görmediği bu sevgi olmadığı zamansa nefes alamıyordu Eunmi. Sadece oğlu için katlanıyordu, bir de belki Chil Hyun'un içinde biraz da olsa sevgi kalmış olması olasılığı için. Bu kadar kötü bir ruh halindeyken Woohyuk'un sevgisi ilaç gibi gelmişti gerçekten.
Çirkin bir kadın değildi Eunmi; hatta biraz abartılsa Kore'nin en güzel kadını bile sayılabilirdi. Büyük, uzun kirpikli, sıcak çikolata rengi gözleri, biçimli bir burnu ve dolgun, pembe dudakları vardı. Koyu kahverengi düz saçları beline kadar ipek gibi akıyordu. Uzun boylu ve ince bir kadındı, her zaman güzel bir fiziği ve asil bir tarzı olmuştu. Yolda salınırken insanların yarısından fazlasının dönüp bir kere daha ona bakmasına neden olacak güzellikte bir kadındı. Ailesiyse durumu iyi olmayan, hele bir şirket varisine gelin verme olasılığının yanından bile geçmeyen sıradan bir aileydi. Chil Hyun'la evlendiği zaman adamın ailesi onun canına okumuştu, insanlar arkasından para için herkesin altına yatabileceğiyle ilgili dedikodular çıkarmışlardı, birçok yerde ona kötü gözle bakmışlar hatta bazen bakmakla kalmayıp konuşmuşlardı da; ama bunların hepsine hiç zorlanmadan göğüs germişti Eunmi. Aşk böyle bir şeydi onun için. Sahip olduğu zaman dünyaları yere sererdi genç kadın; ama mahrum kalırsa susuz bırakılmış bir saksı çiçeğinin kaderine benzerdi hayatı.
Bir senelik sevgisizliğini bir anda yere seren genç adam Eunmi için can suyu gibi olmuştu. Woohyuk tabii ki kadının evli olduğunu biliyordu - bilmeyen var mıydı ki? Ama bu onu kadınla flört etmekten alıkoymamıştı. Kadının ihtiyacı olan her şeyi farkına bile varmadan yapıyor, duymak istediği her şeyi söylüyordu ona genç adam ve kısa sürede kadının kalbinde kendine özel bir yer kazanmıştı. Tabii ki kocasını asla aldatmamıştı Eunmi, bunu yapacak bir kadın değildi, ne kadar acı çekerse çeksin. Bunun yerine sorunlarını anlatmıştı genç adama. Neden ona bu kadar kapıldığını ve yine neden asla adamın beklentilerini karşılayamayacağını anlatmıştı. Ama kadının beklediğinin aksine kaçıp gitmemişti veya bunları kullanarak onu ayartmaya çalışmamıştı genç adam.
"Git konuş onunla." demişti; dün gibi hatırlıyordu Eunmi. "Bu haldeyken seni daha fazla yaralayamam; ama daha fazla acı çekmeni de izleyemem. Onunla konuşmalısın, anlamasını sağlamalısın, sen de anlamalısın. Bunu düzeltmen gerek. Belki... belki gerçekten sevdiğin adamı geri alırsın. Biliyorum, bunun üzerine geri çekilmemi bekliyorsun; ama ben seni bunu yapamayacak kadar çok seviyorum. İstersen bana aptal de; ama sen evliliğini eski mükemmel haline getirdiğin zaman da yanında olacağım. En azından arkadaşın olacağım, sen nerede durmamı istiyorsan orada duracağım; ama yanında olacağım. Sadece güldüğünü görmek istiyorum; hepsi bu."
Genç kadın sahte sözlere kanacak kadar masum değildi; biri stratejik bir hamle mi yapıyor, samimi mi anlayabilecek kadar ilişki tecrübesi vardı. Woohyuk sözlerinde samimiydi ve bunu kanıtlamıştı. Hala kadınla sürekli flört ediyor olmasına rağmen daima belirli bir mesafede duruyordu. Kadın her onunla dertleşmek istediğinde kabul ediyor ve ona gerçek bir arkadaşın verebileceği tavsiyeleri veriyordu. Eunmi biliyordu, eğer Chil Hyun'un içinde birazcık bile aşk kalmış olsa Woohyuk'un yardımları bunu bir yangına dönüştürmeye fazlasıyla yeterdi. Sadece kocası artık onu sevmiyordu, hepsi buydu.
Bir keresinde o kadar dertliydi ki içmeye gitmişlerdi beraber. Eunmi ölümüne sarhoş olmuş, sadece kocasının canını yakmak için Woohyuk'u öpmeye çalışmıştı. Eğer Woohyuk gerçekten sözlerini tutan biri olmasa başarılı da olurdu. Kim ne derse desin, sadık bir kadın olarak evliliğine son verebiliyor oluşunu evlenirken kocasının olduğu adama sevgisi kadar Woohyuk'a da borçluydu Eunmi. Böyle bir adamın evine gidiyor olmak, hele de kocasının evini böyle kesin bir biçimde terk etmişken, onu zaten rahatsız edemezdi.
Eve vardıklarında Woohyuk onun için banyoyu hazırladı. Aslında onu hastaneye götürmek için ısrar etmişti; ama kadın bunu istememişti. Yaralarıyla yarın ilgilenebilirdi, şu an sadece biraz sükunete ihtiyacı vardı ve hastane bunu bulabileceği son yerdi. Banyosunu yavaşça yapıp - ayaklarının sızısını hissedebilmeye başlamıştı sonunda - çıktıktan sonra Woohyuk yaralarını temiz bandajlarla sarıp yürümesine izin vermeden onu yatağına oturttu ve saçlarını kuruttu. Kadın gözlerinden sinsice süzülen yaşların pijamasına damlamasına izin verdi. Woohyuk işini bitirdiğinde de yavaşça kendini yatağın üzerine çekip uzandı ve gözlerini kapattı. Birkaç dakika sonra hemen yanında yatağın çöktüğünü hissetti, arkasından sıcak kollar etrafına dolanıp onu sahiplerine çektiler. Eunmi iç çekti ve Woohyuk'un sıcaklığına biraz daha sokularak genç adamın saçlarıyla oynamasına izin verdi. Bu gece zaten uyuyamayacağını biliyordu; ama en azından adamın yakınında olmak kalbini biraz da olsa teselli edebilirdi.
Ertesi gün boşanma işlemlerini başlattı genç kadın. Chil Hyuk işteyken eve gidip Jaejoong'u almak istemişti; ama Woohyuk yasal olarak eğer çok göze batan şeyler yapmazsa çocuğun onda kalma olasılığının daha yüksek olacağını söylemişti. Sonuçta Eunmi'nin kendi evi yoktu, annesinin evi Seul dışında olduğundan çocukla beraber otelde kalması çok da hoş bir davranış olmazdı. Çocuğu alıp Woohyuk'ta kalması da çok iyi bir izlenim bırakmayacaktı. Bunun yerine Eunmi boşanma davası için verilen gün eline ulaştığında Chil Hyun'a son bir mektup yazdı. Anlamasını ummuyordu; ama en azından bir kere daha evlenirse aynı hataları yapmaması için, bir umut yazıyordu bu mektubu. Onun tanıdığı, bildiği adam çoktan ölmüştü zaten.
Mektupla evlilik yüzüğünü ahşap, altın varaklı bir kutuya koyup bir gece eve gitti Eunmi. Adı gibi emindi ki ne olursa olsun Chil Hyun kutunun içinde ne olduğunu merak edip açmazdı. Gecenin bir yarısı oğlunu uyandırmak istemese de elindeki en iyi seçenek buydu ve oğlunun güzel gözlerini bir daha görmek istiyordu. Onu ne kadar özlediğini kimse bilemezdi.
"Bebeğim, anne geldi." dedi genç kadın, küçük çocuğun dağınık saçlarına bir öpücük kondurarak. Çocuk kalkıp uykulu gözlerini ovuşturdu ve karşısındakinin kim olduğunu anlayınca kollarına atladı.
"Annem!" dedi ve sıkı sıkı sarıldı kadına küçük çocuk. Eunmi'nin gözleri dolmuştu; ama oğlunun önünde ağlamak istemiyordu. Çocuğa sıkıca sarılıp kokusunu ciğerlerine doldurduktan sonra geri çekildi.
"Anne yokken uslu bir çocuk oldun mu?" dedi, gülümseyerek. Küçük çocuk başıyla onayladı.
"Sen yokken evi canavarlardan ben korudum! Balkondan ve tuvaletten girmeye çalıştılar; ama izin vermedim! Bir çamur canavarı vardı, bir vampir vardı..." diye hevesle anlatmaya başladı küçük çocuk. Eunmi elinde olmadan güldü. Oğlu muhteşem bir küçük çocuktu.
"Aferin, süper kahramanım benim!" diyerek çocuğun tepesine bir öpücük kondurdu. "Bak anne sana ne verecek."
"Bu ne?" diye baktı çocuk, kendisine uzatılan küçük kutuya.
"Bu babaya bir sürpriz. Sabah babaya vermen gerek. Bu çok önemli görevi süper kahramanımdan başka kimseye emanet edemem. İçinde çok güçlü bir şey var." dedi kadın. Küçük çocuğun gözleri büyüdü, tereddütle kutuya uzandı. "Al hadi. Bunu yapacaksın, değil mi?"
"Bana güvenebilirsin, anne!" dedi çocuk, kutuyu alıp göğsüne bastırarak. Eunmi gülüp oğlunun saçlarını karıştırdı.
"Aferin benim oğluma. Hadi gel uyuyalım şimdi, bebeğim."
Küçük çocuk mutlulukla annesinin kollarına atladı ve kadının onunla beraber yatağına yatıp yorganı üzerlerine çekmesine izin verdi. Kadın oğlunun saçlarını okşayarak sakin bir şarkı söylemeye başladı. Oğlunun nefesleri düzene girdikten sonra da bir süre çocuğun masum, uyuyan yüzünü izledi. Gitmesi gerektiğini biliyordu; ama oğlunu bir kere daha bu evde bırakmak canını yakıyordu. Derin bir nefes alıp cesaretini topladı ve oğlunun saçlarına bir öpücük daha kondurduktan sonra çocuğu uyandırmadan, usulca yataktan çıktı. Parmaklarının ucuna basarak evi terk etti ve az ileride sabırla kendisini bekleyen arabaya yöneldi.
Ne yazık ki dava istedikleri gibi gitmedi. Chil Hyun hiçbir şey değilse nüfuzlu biriydi ve boşanma davasında Jaejoong'un ona verilmesini sağlaması için sadece birkaç ufak ayarlama yapması gerekmişti. Eunmi'nin kendini savunacak bir yolu bile olmamıştı neredeyse; Woohyuk'la kadının ilişkisini, kadının son kavgasında kırdığı bibloları ve böyle küçük şeyleri kullanarak savını güçlendirmişti adam. Sonrasıysa tam bir kabustu.
Ne yaparsa yapsın Jaejoong'un yüz metre yakınına yaklaşamıyordu Eunmi. Bir şekilde her yolunu kapatmayı başarmıştı Chil Hyun. Evin önüne güvenlikler yerleştirmiş, çocuğun okulunu değiştirmiş, yanına özel araba ve korumalar vermişti. Woohyuk'u çalıştığı işten atmış, hatta Seul içinde hiçbir yerde işe alınmamasını bile bir şekilde garantiye almıştı. Eunmi öğretmendi ve Chil Hyuk bunu engeleyemezdi; ama onun yüzünden hayatı darmadağın olan, evinde kaldığı genç adamla ikisine düzgün bir hayat yaşatmaya da onun maaşı yetmezdi. Sonunda pes edip Eunmi'nin annesinin Busan'daki evine taşındıkları zamansa Eunmi resmi olarak yenildiğini kabullenmek zorundaydı.
***
"Hadi ama!"
"Tamam dedim ya!"
"Sen yapmazsan ben yaparım, duydun mu?"
"Yeojin, ciddiyim, seni dinliyorum. Tamam mı? Ciddiyim, gerçekten, haklısın ve seni dinleyeceğim; şimdi kapatıyorum, tamam mı? Görüşürüz, aşkım."
"Hadi öyle olsun." dedi Yeojin ve telefonu kapattı. Jaejoong derin bir nefes alarak ahizeyi yerine bıraktı ve burun kökünü ovuşturdu. Pes edip genç kadının onu annesiyle görüştürme çabalarına onay vermişti; ama bu, gergin olduğu gerçeğini değiştirmiyordu.
Masasının üzerinde duran ahşap, altın varaklı kutuya gözlerini dikip düşündü. Bu kutunun varlığını uzun zaman önce unutmuştu. Babasının bu kutuyu duygusuzca mutfak çöpüne atışını ve Jaejoong'un annesinin hediyesini çöpe atmasına anlam veremeyip babasından gizli onu çöpten geri çıkarışını çok net hatırlıyordu, halbuki. Düşününce, annesinin verdiği bir şeyin çöpe gitmesi fikrini kaldıramamıştı, hele de babası ona "annen bizi terk etti" dedikten sonra. Babasına inanmamıştı, annesinin geleceğine inanmıştı ve o gelene kadar da annesinin hayatından çıktığını duymasına neden olan bu kutuyu saklamaya karar vermişti. Çocuk aklıyla nasıl bu fantastik mantığı kurmuştu bilmiyordu; ama kutuyu çıkarıp temizlemiş, içindeki çok özel, çok güçlü şeyin de aslında saklanması gereken kötü bir şey olduğuna, babasının aslında onu yok etmesi gerektiğine ama bunu başaramayıp etkisi altına düştüğüne inanarak kutuyu hiç açmamıştı. Sonunda annesinin gelmeyeceğini anlayacak kadar büyüdüğü zamansa kutuyu odasının bir köşesinde unutuvermişti.
Yeojin kutuyu, kaybettiği kolyesini didik didik aramakla meşgulken bulmuştu; Jaejoong'un çalışma masasının derinliklerinden çıkmıştı kutu. Daha bu eve taşınırken taşıma şirketinin işçisi, Jaejoong'un paketlemediği tek şey olan kutuyu ne yapacağını sormuştu, Jaejoong da atabileceğini söylemişti. Anlaşılan adam kutunun bir anlamı olduğunu anlamış, diğer eşyalarla birlikte Jaejoong'un yeni çalışma masasının bir yerine bırakmıştı.
Bunca zaman kutunun içindeki mektubu neden okumadığı hakkında hiçbir fikri yoktu Jaejoong'un; muhtemelen kutunun varlığını bile bir süre sonra unuttuğu, annesinden nefret etmeyi alışkanlık haline getirdiği içindi. Ama Yeojin onun kadar duygusal zeka yoksunu bir insan olmadığından okumayı akıl etmişti. Mektup annesinin babasına veda mektubuydu ve içinde yazanlar Yeojin'in teorisini doğrular nitelikteydi. Annesi, sevgisiz yaşayamadığı için, babasını artık tanıyamadığı gerekçesiyle ayrılmıştı. Jaejoong'u da yanına almak için elinden geleni yapacağını söylemişti mektupta. Babasını hiç aldatmadığı gibi detaylar da yazılıydı, iyi dilekler de. Jaejoong bunca zaman annesini bulmaya hiç çalışmadığı için kendini o kadar kötü hissetmişti ki bunu okuduktan sonra, şimdi ne yapacağı konusunda bir türlü kesin bir karara varamıyordu.
Sekreteri bir süredir onun için annesinin ev adresini ve telefon numarasını araştırıyordu. Kyojung oldukça becerikli bir kızdı, onun başarılı olacağına derinden inanıyordu Jaejoong. Şu anda esas bu bilgi eline ulaştığı zaman ne yapacağı konusunda sıkıntılıydı. Yeojin ziyarete gitmesi için baskı kuruyordu üzerinde; ama bu düşünce Jaejoong'un korkunç gerilmesine neden oluyordu. Kaybedilmiş onlarca yıldan sonra, üstelik annesini hiç aramamışken, ne diyecekti ki kadına?
"Evet?" diye cevapladı, düşüncelerini bölerek çalan telefonu.
"Rahatsız edilmek istemediğiniz için odanıza gelmek yerine aradım; annenizin yerine ulaştım, efendim. Busan'da yaşıyor, eşiyle beraber. Telefon numarası da adresi de var. Ulaştığım bütün bilgiler rapor halinde duruyor." dedi Kyojung'un ciddi sesi.
"Hepsini hemen odama getir." dedi Jaejoong, basitçe ve telefonu kapattı. Bir saniye sonra Kyojung kapıyı açıp içeri girmişti.
"Annenizle neden birden ilgilenmeye başladığınızı bilmesem de sizi takdir ettiğimi bilmeniz gerek." dedi Kyojung, elindeki kağıtları Jaejoong'un masasına bırakırken. Jaejoong'un kaşları sorarcasına havalandı. Kadın bunca yıllık patronunun her bir mimiğini kitap gibi okuyabildiğinden Jaejoong'un konuşmasına gerek bile kalmamıştı. "Demek istediğim, annenizin babanızdan ayrılması bir efsane. Takdir edersiniz ki zamanında çok büyük bir olaydı ve şimdi bile konusu açıldığı zaman insanlar bunu suyunu çıkarana kadar konuşur. Yine de, ne olursa olsun bir annenin kalbi çocuğunu asla unutmaz. Sizi gerçekten özlemiş olmalı. Şu anda onunla iletişime geçmeye çalışarak harika bir şey yapıyorsunuz, yaşlı bir kadını çok mutlu edeceksiniz."
"Senin de bir oğlun vardı, değil mi?" diye sordu Jaejoong, düşünceli bir biçimde kalemini parmaklarının arasında çevirdiği kısa bir sessizliğin ardından. Kyojung'un gözlerinin içi ışıdı.
"Evet, iki yaşında bir oğlum var." dedi kadın, sevgi dolu bir sesle. Jaejoong yumuşakça gülümsedi.
"Çıkabilirsin."
Kyojung gittikten sonra Jaejoong'un kağıtları incelemeyi bitirmesi uzun sürmedi. Kağıtlarda yazan çoğu şey, bilgilere nereden ve ne yollarla ulaştığıyla ilgiliydi. Annesinin eski iş arkadaşlarına, şimdiki eşinin eski iş arkadaşlarına, burada daha önce yakın olduğu kişilere, çalıştıkları yerlere ve sonunda Busan'a kadar iz sürmüştü Kyojung. Ulaşabileceği bütün resmi kayıtlarını bulmuş, birkaç kural çiğnemiş, bolca uğraşmış ve telefon numarasıyla adresi bulmuştu. Öğrendiklerine göre Jaejoong'un iki yeni kız kardeşi vardı; biri evlenmişti, biri yurt dışındaydı. Annesi de Busan'da ilköğretimde çalıştığı okuldan emekli olmuş, kaçtığı adamla beraber Busan'da küçük bir evde yaşıyordu.
Farkında olmadan dudaklarını kemirdi Jaejoong. Yeojin'i dinleyecekti, orası kesindi; ama nasıl? Yani tabii ki Busan'a nasıl gideceğinden bahsetmiyordu; annesiyle nasıl yüzleşecekti? Gerçekten hiç bilmiyordu; ne zaman kafasında bu sahneyi canlandırmaya çalışsa gözünün önünde boş maske suratları olan insanların oynadıkları saçma, üçüncü sınıf bir tiyatro sahnesi geliyordu. Gerçekten trajikomik oluyordu; hele de o adam yanındayken. Gerçi aslında o adama müteşekkir olmalıydı; annesine yeni bir hayat sunmuştu adam bir bakıma. Annesini mutlu etmişti. En azından öyle olmasını umuyordu Jaejoong; yoksa yaşlı maşlı dinlemez suratını dağıtırdı pislik herifin.
Bir hafta sonra işlerini ayarlamış, yanında Yeojin'le arabasının burnunu Busan yoluna çevirmiş gidiyordu. Kendine bir izin koparmayı başarmıştı, bir hafta zamanı vardı; bir de CEO olacaktı, izin almak için bile bin dolap çevirmesi gerekiyordu. Yine de sonuçta başarmıştı. Annesinin yanında tam bir hafta kalacaktı ancak iyi karşılanıp karşılanmayacağı konusunda ciddi şüpheleri vardı. Tabi bunun için önce annesinin onu tanıması gerekiyordu. Yıllar önce ayrıldığı ve bir daha asla görmediği ilk çocuğunu gördüğü zaman tanıyabilir miydi?
Kulağa saçma bir düşünce gibi gelebilirdi, sonuçta Jaejoong bilinen bir iş adamıydı ve arada bir televizyonda tartışma programlarına katıldığı veya röportaj verdiği olurdu. Annesi gerçekten onu özlüyorsa bunları takip ediyor olması gerekmez miydi? En azından görmüş olması gerektiğini düşünüyordu aslında; ama hiç denk gelmemiş, görmemiş olması da muhtemeldi.
Kafasında onlarca soru ve içinde endişeyle arabasını annesinin ev adresinin yakınlarında bir sokağa bırakıp Yeojin'i koluna takarak yürümeye başladı Jaejoong. Sokaklar dardı, kesinlikle ferah bir havaları yoktu ve tuz kokuyorlardı. Sağda solda geleneksel yaşamdan izler görebiliyordu Jaejoong. Burayı çok küçük olduğu zamanlardan hayal meyal biraz hatırlıyordu. Annesi onu terk ettiği zaman beş yaşında bir çocuktu Jaejoong; bundan önce anneannesini bir kere ziyarete gitmiş olmaları gerekiyordu, o zamandan hatırladığını sanıryordu. Sokaklar ve evler pek değişmemişti.
Evlerin etrafını saran duvarlara çakılı numaralara bakarak evlerin arasında sessizce yürüdüler. Sonunda ellerindeki adreste yazan numarayı buldukları evin bahçesinde bir adam eski olduğu her halinden belli bir el kazmasıyla toprağı eşeliyor, Jaejoong'ne olduğunu tahmin bile edemediği boy atamamış bitkilerin altını kazıyordu. Jaejoong gergince yutkundu. Yeojin'in elinin onun avucunun içine kayıp sıkıca kavradığını hissetti. Destek almak istercesine kadının eline tutundu ve onunla yan yana bahçe kapısından içeri girdi. Gıcırdayan kapının sesini duyan adam alnında birikmiş teri elinin tersiyle silip ayağa kalktı.
Altmış yaşından daha genç olamazdı adam; saçlarının gri tonu ve yüzündeki derin kırışıklıklar bunu söylüyordu. Adam soran gözlerle genç çifte baktı; ama yüzünde şüpheden çok merak vardı. Sıcakkanlı bir insana benziyordu, ilk görüşte bile bunu söyleyebiliyordunuz.
"Kime bakmıştınız, gençler?" dedi, uzun süredir büyük şehirde yaşamamış birinin sıcakkanlı kestirmeliğiyle. Burada ne aradıklarını merak etmiyordu, neden izinsiz evine daldıklarını sorgulamıyordu; sadece nasıl yardım edebileceğini anlamaya çalışıyordu. Jaejoong ağzında atan kalbi nedeniyle konuşamayınca Yeojin gülümseyerek söze girdi.
"Siz Woohyuk-ssi olmalısınız; merhaba. Ben Kim Yeojin, bu da eşim Kim Jaejoong. Biz aslında Lee Eunmi'yi görmeye gelmiştik." dedi genç kadın uzatmadan. Yaşlı adamın gözleri bir an anlamaya çalışarak kısıldı, sonra ardına kadar açıldı ve Jaejoong'un yüzüne sabitlendi. Bir süre sessizlik oldu; sonra yaşlı adam gözlerini genç adamdan ayırmadan seslendi.
"Hayatım, bir saniye gelebilir misin? Misafirlerimiz var!" dedi adam, ifadesiz tutmaya çalıştığı bir sesle. Jaejoong'u tanımış olduğu belliydi - en azından ismini, yüzü hakkında pek fazla bir şey söyleyemeyecekti Jaejoong - ve kötü tepki vermekten çok ne yapsa bilemiyormuş gibi bir hali vardı. Bir an sonra bahçenin ortasındaki küçük, eski evin dış kapısı açıldı.
"Ne oldu; sonunda çiçeğin olmak için fazla yaşlı ve buruşuk olduğuma karar verdin de bana yeni bir isim ararken geçici olarak resmi hitaplara mı sığınıyorsun? Köstebek nasıl olur? Ya da fil? Ne dersin?" dedi, kapıdan çıkıp ayakkabılarını ayağına geçiren yaşlı kadın. Jaejoong'un gözleri adamdan ayırıp kadına sabitlendi. Kadının beyaza sönmüş saçları, aralarındaki tek tük renkli saç telleriyle beraber dümdüz bir at kuyruğu halinde ipek gibi sırtına akıyordu. Üzerinde kolları kıvrılmış beyaz bir gömlek ve kot bahçıvan tulumu vardı. Ayaklarına geçirdiği pabuçların sağı solu kurumuş çamur lekesiydi; ama yüzündeki kırışıklardan yılların anıları akan yaşlı kadının bunu umursar gibi bir hali yoktu. Kadın ona yaklaşırken Jaejoong bir daha yutkunup kendini hazırladı. Aradan yıllar da geçse, üzerlerine sarkan göz kapaklarıyla hafif saklanmış olsalar da Jaejoong annesinin gözlerini, o sıcak çikolata kahvesini nerede olsa tanırdı.
Yaşlı adam kadına cevap vermeyince kadının bakışları merakla bahçedeki misafirlerin üzerinde dolaşmaya başladı. Jaejoong'u gördüğü zaman önce bir an kafası karışmış gibi kaşlarını çattı, sonra gözleri şok içinde ardına kadar açıldı ve olduğu yerde kalakaldı yaşlı kadın. Yüzünde inanamazlık ve beynini uyuşturduğu belli olan bir şaşkınlık vardı. Jaejoong boğazına yerleşen düğümü yutup gözlerini kırpıştırdı.
"Anne..?" dedi genç adam, çekingen bir biçimde, zayıf bir sesle. Yaşlı kadın, sanki bunu bekliyormuş gibi, tuttuğu nefesini bir anda bıraktı. Önce sarsak bir adım attı, düşmediğini görünce bir adım daha attı ve sonra bahçenin kalan kısmını koşarak aşıp genç adama sıkıca sarıldı. Yaşlı kadının hafifçe titrediğini hissedebiliyordu Jaejoong. Göz ucuyula Woohyuk denen yaşlı adamın onları sevgi dolu bir gülümsemeyle izlediğini gördü; Yeojin ise televizyonda en sevdiği dizi çıkmış gibi bir ifadeye sahipti. Bu senaryo, şimdiye kadar maskeli suratlarla kurduğu fazla saçma piyeslerden hiçbirine benzemiyordu; ama Jaejoong fazla düşünmeden kollarını yaşlı kadının etrafına dolayarak sıkıca sarılmakla yetindi.
"Jaejoong-ah... bebeğim..." diye hıçkırdı kadın, derin nefesler alarak kendini sakinleştirmeye çalışıyordu; ama pek başarılı değildi. Geri çekildiğinde geçen zamanın bütün acımasızlığına rağmen kırışık ama güzel yüzünden hala sicim gibi yaşlar boşalıyordu; ama genç adamın yüzünü avuçlarına alırken gülümsüyordu kadın. "Seni çok özledim; çok özledim..."
"Ben de seni özledim, anne... bunca zamandır nerelerdeydin?" dedi Jaejoong yumuşakça, yanağını kadının avucuna yaslayarak. Kadını suçlamak gibi bir niyeti hiç yoktu; ama kadının yüzünde beliren pişmanlık ve acı, kadının suçlu hissettiğini gösteriyordu.
"Yanına gelemedim, bebeğim... gelip seni alamadım, ziyaret bile edemedim; izin vermediler. Deviremedim canavarları, ne olur affet beni." diye yalvardı kadın, içtenlikle. Jaejoong gözlerine dolan yaşları hissedebiliyordu. Gülmeye çalışarak ellerini kadının ellerinin üzerine koydu.
"Yapma anne; affedilmesi gereken kişi benim. Yıllardır beni terk ettiğine nasıl inanabildim, nasıl seni aramaya hiç gelmedim; inanamıyorum. Seni çok özledim, anne..." dedi, sesi sonunda titreyerek bir fısıltıya dönüşmüştü. Daha birkaç dakika önce ne kadar telaşlı ve endişeli olduğuna kendisi bile inanamıyordu; annesini gördükten, ona bir daha böyle sarıldıktan sonra hiçbir şeyin önemi kalmamıştı.
"Affedecek ne var ki, bebeğim?" dedi kadın, Jaejoong'un da yanaklarını ıslatmaya başlayan gözyaşlarını yaşlı parmaklarıyla nazikçe sildikten sonra becerebildiği kadar uzanıp genç adamın yanaklarına birer öpücük kondurdu. Burnunu çekip gülümsedi. "Seni tamamen kaybettiğime inanırken bir rüya gibi çıkıp geliverdin; seni arkada bırakmak zorunda kalmış aptal annenin peşinden koşup geldin, affedecek ne var ki? Burada kalacak mısınız?"
"Zar zor bulmuşum annemi, bırakır mıyım sence?" dedi Jaejoong, içindeki hıçkırarak ağlama isteğini bastırmaya çalışarak. Kadın yumuşakça yanağını okşayarak gülümsedi, sonra ışıldayan gözlerle yan yana onları izlemekte olan genç kadınla yaşlı adama döndü.
"Senin adın ne, küçük hanım?" dedi, gülümseyerek.
"Yeojin..." dedi genç kadın, kendinden beklenmeyecek kadar utangaç bir sesle. Eunmi kıkırdadı.
"Kendine çok güzel bir eş bulmuşsun, bebeğim; peki torunum kız mı erkek mi?" dedi yaşlı kadın, muzip bir ses tonuyla. Yeojin'in yanakları biraz daha kızarırken Jaejoong annesiyle beraber güldü. Yaşlı kadın kolunu Jaejoong'un beline dolayıp eve doğru yöneldi. "İçeri geçelim de bir çay içelim, o zaman... küçücük bebeğimin hayatında ne kadar çok şey kaçırmışım!"
Jaejoong'la beraber sarmaş dolaş içeri girerlerken bahçede kalan yaşlı adamla Yeojin birbirlerine baktılar ve karşılıklı gülerek anne oğulun peşinden yürümeye başladılar. Yaşlı adamın eli dostça sırtına vururken Yeojin yeni, gerçek bir ailenin içine düştüğünü hissedebiliyordu ve gerçek ailelerin içine düşünce bir daha çıkışı olmazdı. Gerçi Yeojin, sevgili aptal kocasının böyle bir şeyi isteyeceğini hiç zannetmiyordu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder