"Of, tanrım..." diye homurdandı, gözlerini sımsıkı kapatıp avuçlarını başının iki yanına sertçe bastırdı Yeojin. Akşamdan kalma... aşırı içki konusunda en nefret ettiği şey buydu; bu aynı zamanda gecenin sonunda neredeyse tamamen ayık olmayacağı kadar hiç içmemesinin de en büyük sebebiydi. Ağzı çöl kadar kuruydu, boğazı acıyordu ve her tarafı tutulmuştu. Bu gerçekten rezalet bir sabah, diye düşündü. Üstelik bugün işe de gitmesi gerektiğini düşününce acınası bir inilti koyverdi. Acaba yastığı suratına bastırıp ölü taklidi yapsa bugün işi asmasına izin verirler miydi? Ne yazık ki yanında bunu görecek kimse olmadığından işe yaramayabilirdi.
Işığa alışıp sonunda gözlerinden birini aralayabilmesi bile bayağı vakit aldı. Görüşü hala bulanıktı. Bulanıklıktan ve belki de ağrının en azından bir kısmından kurtulabilmek için gözlerini sertçe ovuşturdu. İç geçirip sonunda iki gözünü de açtı. Şaşkınca etrafa baktı. Bu da mı akşamdan kaldığı içindi? Gözlerini bir daha sertçe ovuşturup tekrar tavana baktı. Hayır; bu çin lambası tipli şey kesinlikle ona ait değildi ve içinden bir ses kime ait olduğunu bildiğini söylüyordu.
Başını çevirdi; içinde hem şok hem dehşet aynı anda dolaşıyordu, düşündüğü şeyin doğru olmamasını umuyordu; ama karşısında her gün görmeye alıştığı yüzün sadece biraz daha dağınık, oldukça çıplak ve derin uykuda bir halini görünce üzerine umutsuzluk da yağdı. Gözlerini sıkıca kapattı, derin, sakinleştirici bir nefes aldı, üzerindeki örtüye sıkıca sarınarak kendini itti ve yatakta oturdu. Daha öne hiç hissetmediği kadar derinlerde, daha önce hiç hissetmediği bir acı hissedebiliyordu. Bilmek için bakması bile gerekmiyordu; cildinin çok fazla bir kısmı örtülere değiyordu, kaslarında ve vücudunun derinlerinde hissettiği ağrı hala duruyordu. Yine de emin olmak için bir baktı.
Kan.
Çok değildi; ama kasıklarında biraz kan izi vardı. Kesinlikle adet olmadığına emindi. Adetinin son günü iki gün öncesine denk geliyordu, önceki iki günde de doğru dürüst kanaması olmamıştı zaten. Dolayısıyla başka bir anlamı yoktu: bu, artık bakire olmadığı anlamına geliyordu.
Etraftaki tek şüphelinin huzurla uyuyan suratına baktı, ki en az genç kadın kadar çıplaktı o da. Yüzünü buruşturup avucuna gömdü. Ne olduğunu ve nasıl olduğunu bile hatırlamıyordu; sadece parça parça ufak anlar hatırlıyordu. Karşı koymadığını gerçi gayet iyi hatırlıyordu. Buysa her şeyi onun gözünde daha da utanç verici yapıyordu. Tamam, bir yıldır evlilerdi; ama bunun anlamı iki parça imzalı boktan kağıttan fazlası değildi. Ama hayatında ilk defa biriyle birlikte oluyordu, ölümüne sarhoştu, üstelik birlikte olduğu adam da başkalarına ondan dibine kadar nefret ettiğini ve iğrendiğini söylemekten çekinmeyen bir adamdı. Canını yakıyordu. Bu kas ağrısı ya da herhangi bir cinsel ilişkinin getirebileceği fiziksel acı gibi bir şey değildi, daha farklıydı. Kirli hissediyordu. İnançlar ya da bunun gibi şeyler değildi nedeni; kullanılmış hissediyordu. Değersiz hissediyordu. Canını yakıyordu.
Gözyaşlarını engellemek için dudağını ısırıp sessizce yataktan aşağı kaydı. Kıyafetleri her yere dağılmıştı. Elbisesine uzanıp üzerine özensizce geçirdi ki örtüleri çekip Jaejoong'u uyandırmak zorunda kalmasın. Genç adam şu anda yüzleşmek istediği son insan olabilirdi. Dağılmış kıyafetlerini bir hayalet kadar sessizce topladı ve yatak odasından çıktı. Odasına girdi, kapıyı kilitledi ve aynaya bir göz bile atmadan banyoya kapandı. Şu anda ne durumda olduğunu görmek istemiyordu. Yeterince iğrenç hissediyordu zaten. Suyu açtı ve tenini yakana kadar sıcak tarafa çevirdi. Acele etmeden banyo yaptı; köpüklendi, sabunlandı, keselendi; tekrar, tekrar ve tekrar, vücudunun hiçbir santimini atlamadan, en azından birazcık daha temiz hissedene kadar. Banyodan çıktığında bütün vücudu kıpkırmızı olmuştu; ama umurunda değildi. Odasına gidip sıradan, oldukça itici, pamuklu beyaz iç çamaşırlarından giydi. Sonra derin bir nefes alıp cesaretini topları ve aynanın karşısına geçti.
Küçük morluklar... gözüne ilk çarpan bunlardı ve her yerdeydiler. En azından bir hafta boyunca beyninin hatırlamadığı her şeyi hatırlatmak için orada kalacak olan küçük mor yuvarlaklar boynunda, göğsünde, karnında, bacaklarında... onları saklamak zorundaydı. Görünseler bile insanlar bir şey diyecek değildi; ama o utancını herkese gösterecek de değildi. Dolabına gidip açık renk bir pantolon ve ince, kolsuz, bütün morlukları saklayan petrol yeşili bir boğazlı kazak giydi. Bugünlük kapatıcıya dokunmayacaktı.
Makyajına özellikle dikkat etti ki hissettiği gibi görünmesin - yani bok gibi - ve saçlarını zarif görünecek şekilde kuruttu. Bugünlük elinden gelenin en iyisi buydu. İyi rolü yapmak için yeterince iyi görünüyordu. Gerçi en kötü kısma daha gelmemişti: evden çıkma kısmına.
Kapısının kilidini yavaşça açıp odasının güvenliğinden dışarı yürüdü. Yüzüne cesur bir ifade yapıştırmıştı. Gerçekten yüzleşmekten ödünün koptuğu adamı görmemeyi diliyordu; ama şans asla onun yanında olmamıştı. Antreye vardığında salon kapısının önünde genç adamın dikildiğini gördü: aynı sabahki kadar dağınık, üzerinde sadece bir siyah kotla - ki bu da boynundaki birkaç küçük morlukla sırtındaki ince, pembe çizgileri (tırnak izleri) saklamak için hiçbir şey yapmıyordu. Tamam, bu gerçekten çok aşağılayıcıydı. Tek kelime etmeden gözlerini kaçırdı, sıradan siyah topuklularını aldı ve ayağına geçirir geçirmez evden kaçarcasına çıktı.
Öncekinden daha da kötü hissediyordu. Genç adamı suçlayabilirdi, sarhoşken onu kullandığını söyleyebilirdi; ama kendisinin ona ne yaptığını gördükten sonra değil. Olay gerçekleşirken bundan hoşlanmış olduğunu anlayabilecek kadar seks bilgisi vardı. Ölümüne sarhoşken, onu inciten biriyle, ondan iğrenen biriyle... hissettiği acıyı hafifletmek için şakaklarını ovuşturarak asansöre bindi.
"Asla bir daha içme. Asla bir daha güvenme. Asla gardını indirme." dedi kendi kendine, gözlerini kapatarak. Olan olmuştu, değiştirmenin yolu yoktu ve artık önüne bakmazsa utancının içinde kaybolur giderdi. Yakın zamanda bir daha tek damla daha içmeyi düşünmüyordu. Yakın zamanda yanına yaklaşmasına izin vermeyi de düşünmüyordu; insanlar kavga ettikleri dedikodusunu yayabilirlerdi, umurunda değildi. Artık kesinlikle zorunlu olmadıkça onunla konuşmayacaktı. Kendi hayatını yaşayacaktı ve eğer isterse hiçbir şey ona zarar veremezdi. O bundan daha güçlüydü. Kendi ayaklarının üzerinde durabilirdi.
Çantasını sıkıca kavradı, sırtını dikleştirdi ve asansörden inip her zaman gurur duyduğu metalik kan kırmızısı Audi A7 Sportsback'ine yürüdü. Arabaya binip motoru çalıştırdı, parktan çıktı ve arkasına saklandığı güçlendirilmiş özgüvenle iş yerine sürdü. Her zamanki gibi ofisine giderken gördüğü tüm çalışanlara gülümseyip bir baş selamı verdi.
"Günaydın, Bayan Kim."
"Günaydın Siyeon. Her zamanki gibi ağır bir programımız var sanıyorum. Jaejoong veya babası bile gelse rahatsız edilmek istemiyorum; anlaşıldı mı?"
"T-tabi, Bayan Kim. Siz iyi misiniz?" Yeojin, yüzünde içten bir endişeyle ona bakan kıza baktı. Elinde olmadan yumuşakça gülümsedi.
"Tabii ki iyiyim, benim için endişelenmene gerek yok." dedi nazikçe. Siyeon ondan on yaş daha gençti. Buna rağmen çok becerikli olduğundan Yeojin onu işe almıştı; ama kızda hala bir çocuğun sahip olacağı o saf kalp vardı. Yeojin'i gülümsetiyordu.
"Son zamanlarda çok soluk... ve stresli görünüyorsunuz." diye mırıldandı Siyeon. Yeojin kıkırdadı.
"Sorun yok, gerçekten. Beni düşündüğün için teşekkürler; ama sen her zamanki gibi işini mükemmel yapsan yeter, o zaman benim için yapabileceğin her şeyi yapmış olursun... ha bir de, insanları kapımdan uzak tutarsan." dedi. Siyeon gülümseyip başıyla onayladı.
"Anlaşıldı."
"Aferin." dedi Yeojin ve ofisine girdi. Yanılmamıştı; bitirmesi gereken bir ton evrak işi, bilgisayar ekranına yapıştırılmış en az bir düzine not onu bekleyen şeylerden sadece ikisiydi ve daha aleti açmamıştı bile. Gün içinde alacağı mailleri ve aramaları düşünmek bile istemiyordu. Yakın zamanda şirketin diğer şehirlerdeki dallarını kontrol edip standartlara uyduklarından emin olmak için bir iş gezisine çıkacaktı; bu yüzden son zamanlarda her şey karmakarışıktı.
Derin bir nefes alıp çantasını her zamanki çekmecesine kilitledi, saçlarını arkaya ittirip çalışmaya başladı. Bu onun dışarıda gelişen her şeyi unutabileceği kendi küçük dünyasıydı. Gelecek günlerde de emindi ki kendini buraya gömmeye devam edecekti.
Yanılmıyordu.
O günü Jaejoong'dan gelen bütün aramaları ve notları yok sayarak geçirdi - neyse ki çok fazla değillerdi - ve gece de eve gitmedi. Yakındaki bir otele gidip iki saat kadar kestirdi, sonra mağazalar açılır açılmaz kendine yeni kıyafetler alıp çalışmaya devam etti. Üç gün boyunca bunu yapmaya devam etti; ta ki artık Jaejoong'dan artık hiç arama gelmeyene, gelen notların hepsi de sadece resmi işlerle ilgili olup Kim Jaejoong değil de CEO imzalı olana dek. Anca o zaman tekrar eve gitmeye başladı, güvenli bir biçimde sessiz ve yalnız. Sadece eve onunla aynı zamanda varmamaya özen gösteriyordu. Hoştu, unutmak ve hiçbir şey olmamış gibi davranmak için mükemmeldi, insanlar onların birdenbire artık vıcık vıcık davranmamasıyla ilgili konuşmaya başlamış olsalar da, yaklaşık bir ay... en azından saçma sapan zamanlarda midesi bozulmaya başlayana kadar.
"İyi olduğuna emin misin?" diye sordu Boah, Yeojin'in sırtını rahatlatmak istercesine sıvazlayarak. Yeojin ağzını silerek başıyla onayladı.
"Evet, sadece midem sıkıntılı biraz. Son zamanlarda biraz fazla çalışıyorum, ne zaman bunu yapsam midem havlu atar. Doktordan randevu aldım, endişe etme." diye açıkladı.
"Tekrar soruyorum, emin misin?" dedi Boah. Yeojin içine kahvaltısının bütün içeriğini boşaltmış olduğu klozetin sifonunu çekerek ayağa kalktı.
"Alışık olmadığım bir şey değil. Geçen sefer de gastrit dediler. Verdikleri ilaçlarla bir haftada falan tamamen geçiyor. İyi olurum, söz." dedi, kendinden emin bir şekilde. Tuvaletten çıkıp yüzünü yıkamak için lavaboya yürüdü.
"Öyle olsa iyi olur, beni endişelendirmeye başlıyorsun. İçmiyorsun bile; kendine bu kadar iyi bakarken gastrit olmayı başarman gerçekten çok etkileyici." diye yorum yaptı Boah. Yeojin burnundan güldü.
"Kıçımın iyisi, hiç iyi bakmıyorum. Bir aydır günde üç saat ancak uyuyorum, iki kere iş gezisine gittim ve ne yediğime bakmıyorum bile; Siyeon ne söylemişse onu yiyorum. Basitçe çay ve vitaminler temel besinim, denebilir. Midemin havlu atmasına şaşmamalı." dedi. Boah gözlerini devirdi.
"Gerçekten kendine daha iyi bakmalısın, o zaman... ama sanırım Bay Mükemmel'le bazı sorunlarınız olduğu için de böyle oldu?" dedi Boah. Ah, bir bilsen, diye düşündü Yeojin.
"Ondan değil, hayır... sorunlarımızın olması için bile yeterince zamanımız yok. Yaz bizim için önemli bir dönem olduğundan sezon açıldığından beri fazlasıyla meşgulüz. Onu nadiren görüyorum, denebilir." diye kolayca bir yalan üfürdü. Buna o kadar alışmıştı ki aslında bu üzücü sayılırdı.
"Evet, doğru... zavallı şeyler." dedi Boah, empati yaparak. Yeojin iç geçirip başını salladı.
"Hadi dönelim! İş bu, beklemez." dedi Yeojin sonunda ve tuvaletten çıkıp bahsi geçen o bütün işlerin beklediği ofisine döndü.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder