25 Haziran 2015 Perşembe

Aşk Tesadüfleri Sevmez - 28.5

-28.5-

“Ahh, burası kesinlikle arkadan daha rahat! Kısa bacaklı cisimler arka koltukta oturmalı, neden inat ediyor ki? Araba yeterince küçük zaten!” dedi Heechul, yanımda koltuğa yerleşirken. Göz ucuyla ona bakıp sonra arabayı vitese taktım.

“Vur, bir de sen vur. Zaten neden bir Audi’m yok anlamıyorum- ya da bir Jeep… ya da Lamborghini. Ya da aslında-”

“Yetmiş model bir Rolls-Royce Phantom, sıranın sonunda bu olduğunu bütün insanlık biliyor.” Diyerek sözümü kesti Heechul – tabii ki ne istediğimi biliyordu, buna şaşıracak halim yoktu.


“Ve bir olimpik havuzu parayla doldurup içinde yüzebilecekken ben nedense bir Volkswagen Beetle’la yaşıyorum – içine sığamıyorum bile!” diye söylendim. Bunu belki de milyonuncu kere yapıyordum ve Heechul beni ciddiye almamaya alışmıştı. Aslında eski arabaları severdim. Bu küçük sarı tosbağadan da oldukça hoşlanıyordum. Sadece neden daha büyükçe bir araba alamadığımı anlamıyordum – malum, bu sevimli cisim oldukça ufaktı ve bizim bırak bir arabayı, koleksiyon yaptığımız arabalardan galeri açacak kadar çok paramız vardı zaten! Ben oflayana kadar Heechul tek kelime etmedi, oflayıp koltuğuma yerleştiğim zamansa bu konuyu kapatmaya karar verdiğimi anladığını biliyordum. Neden bu kadar çakal bir arkadaşım vardı ki? Ah, evet, doğru; çocukluktan beri arkadaşımdı, atsan atılmaz, satsan satılmaz…

“Ee, bakıyorum da bu sefer Nana’nın arkadaşını bayağı onaylıyorsun?” dedi Heechul, eğlendiği sesinden o kadar belliydi ki savunma moduna geçtim.

“Onaylamamam için bir sebep mi var?” dedim, kaşlarım kendiliğinden çatılmıştı.

“Yok canım, tabii ki hayır! Baek’i onaylamasan gerçekten akıl sağlığından şüpheye düşerdim.” Dedi Heechul. Sesindeki sırıtmayı silesim vardı, böyle bir yumrukta, burnunun ortasına doğru, göçerteceksin suratını böyle… ehem, evet, şimdi ondan nefret ediyormuşum gibi duruyor olabilirdi; ama Heechul’le küçükken de buna benzer bir arkadaşlığımız olduğundan (o beni sinir ederdi, ben de yakalayıp evire çevire döverdim) pek garipsemiyordum.

“Sen zaten akıl sağlığımdan yeterince şüphe ediyorsun, sanıyordum.” Dedim, tek kaşımı kaldırarak. Ben önüme bakıyor olabilirdim; ama adım gibi emindim ki o bunu görecekti.

“Tabii ki ediyorum; ama bunu her dile getirdiğimde beni ağzımı açtığıma pişman ettiğinden… Pavlov etkisi, diyelim.” Dedi Heechul. Ağzımın bir köşesi yukarı doğru kendiliğinden kıvrıldı.

“Ha hayvan olduğunu kabul ediyorsun, yani?” dedim.

“Hanna bana kedi dediği sürece başka türlü hayatta kalabileceğimden emin değilim.” Dedi. Elimde olmadan gülmeye başladım.

“Seni bildiğin tasmaya bağlamış, kanka kız bulamamana şaşmamalı! Vallahi sap öleceksin sen bu kız yüzünden, sana tasma takar gezdirir artık.” Dedim pis pis sırıtarak. Heechul’un yanımda sinirle kollarını kavuşturduğunu göz ucuyla gördüm.

“Sen öyle san! Bu kampüste bana layık bir tek kız yok bir kere.” Dedi burnunu havaya dikerek.

“Evet, kesinlikle katılıyorum, arkadaşım.” Dedim, başımla onaylayarak. Bunun onu dalga geçmemden daha çok sinirlendireceğini biliyordum; ama işin tuhafı, buna yürekten inanıyordum da. Gerçekten koca kampüste Kim Heechul’a layık bir kız yoktu.

“Yaa, buna katılırsın tabi; senin için de aynısının geçerli olduğunu söylediğimde lafı ağzıma tıkarsın ama!” diye söylendi Heechul. Gözlerimi devirdim.

“Başlama yine!” diye homurdandım, küçük tosbağamı kampüse sokarken. Bunun sonunun hoş yerlere gitmeyeceği hakkında şüphelerim vardı.

Onları dinlemeye ne dersin?

Baekhee’nin sesi kulaklarımda sanki kız hemen arkamdaymış gibi çınladığında o kadar şaşırdım ki yol düz olmasa kesinlikle bir yere toslardım. Heechul’un somurtup söylenmeye hazırlanmakta olduğuna bu kadar sevindiğim bir an daha yoktu – yoksa kesin ne olduğunu sorardı ve ben ayaküstü yalan kıvırmakta o kadar da muhteşem sayılmazdım. Ben çevireceğim herhangi bir işi yakalanıp kıvırmaktan çok hiç yakalanmamak üzerine kurardım.

“Ne başlama, haklı olduğumu biliyorsun!” dedi Heechul isyanla. Rahatlatıcı bir nefes aldım ve belki de uzun zamandır ilk kez kızmadım.

“Hadi söyle, ne konuda haklısın? Ne dedin bu kadar haklı olacak, ne diyorsun? Dinliyorum, hadi!” dedim. Pekala, sesim biraz hesap sorar gibi çıkmış olsa da bu kızmak sayılmazdı. Sonuca varmayacak bir tartışmaya başlamamıştık, mesela. Hatta Heechul bile şaşırdı, bir an ne diyeceğini bilemedi. O an içimde yükselen zafer duygusuna engel olmakta zorlandım.

“Y-yani bu kampüsteki kimsenin seni de hak etmediği konusunda haklıyım – ve bil diye söylüyorum, buna mürekkepbalığı da dahil!” dedi Heechul.

“Adını söyle.” Dedim.

“Ne?” dedi Heechul, otomatik olarak.

“Adıyla hitap et, onun adını söyle. Karşında Voldemort mu var, Kim-Olduğunu-Bilirsin-Sen der gibi, o ne öyle?” diye açıkladım.

“Tamam, Seohyun, buna Seohyun da dahil.” Diye düzeltti kendini. Pekala, şimdiden bir yerlere varıyorduk. Kim tahmin edebilirdi ki?

“Neden?” diye sordum. Bütün tecrübelerimin bana öğrettiği tek bir şey varsa bu tek kelimenin bir insanın savunmasını her şeyden daha fazla dağıtabileceğiydi. Ama ben ne bilirdim ki, sanki yüz yirmi yaşına gelmiş beyaz sakallı asalı bilginlerden miydim?

“Yani, nasıl neden?” dedi Heechul. Bu kadar kolay mı çözülüyordu yani?

“Neden bana layık değil? Bunu uzun zamandır söyleyip duruyorsun ve ben hep seni susturuyorum; ama arkası ne kadar dolu? Hakkında ne biliyorsun? Yoksa sadece Hanna öyle söylediği için mi beynimi yiyorsun, neden? Bir sebep istiyorum.” Arabayı kampüsün otoparkına çektim ve daha dramatik bir etki için oldukça sakin bir bakışla arkadaşıma döndüm. “Bir açıklama istiyorum.”

“Yani sen bunu gerçekten göremediğini mi söylüyorsun?” dedi Heechul. Omuz silktim. Neden bahsettiği hakkında bir fikrim olmadığına göre demek ki göremiyordum.

“Göstermek ister misin?” dedim. Heechul bıkkınlıkla burnundan soludu.

“Bunu kampüsün otoparkında fare gibi saklanırken tartışmak istediğine emin misin?” dedi Heechul, muhtemelen sadece gerçek bir sebep düşünmek için zaman kazanmaya çalışıyordu. Pekala, bana uyardı. Sebep bulursa anlatırdı, bulamazsa da en azından benim elim güçlenmiş olurdu.

“Sabah ders yok aslında; ama sen bilirsin.” Dedim ve arabadan indim. Heechul çantasını alıp peşimden indi ve arabayı kilitledikten sonra sessizce Tepe Kafe’ye yürümeye başladık. Kafeye giden yol ağaçlı ve ferahtı – aslında kampüsün her santimetrekaresi yaklaşık olarak böyleydi de bu yol özel olarak daha güzeldi, otoparkın etrafını pek fazla budamadıklarından ağaçlar serpilmeye daha çok fırsat buluyordu ve ben bu dağınıklıktan hoşlanıyordum.

“Ya bu nereden çıktı, Kyuhyun sabah sabah, gerçekten?” diye sessizliği bozdu Heechul sonunda. Elimde olmadan gülümsedim ve ellerimi cebime soktum. Bu güzel bir sabahtı.

“Sen başlattın. Ben sadece neden diye sordum, o kadar.” Dedim, umursamaz bir tavırla ve kesinlikle şu anda rol yapmıyordum.

“Yani, hep lafı ağzıma tıkarken ne oldu da… içine ne kaçtı senin?” dedi Heechul.

“Belki sıkılmışımdır. Hatta belki sen kazanmış bile olabilirsin, tabi eğer bana nedenini açıklayabilirsen ve ben bunun mantıklı bir sebep olduğunu kabul edersem.” Dedim. Zaten Tepe Kafe’ye geldiğimizden daha fazla konuşmadık, ikimiz de Seohyun’un içeride olduğunu biliyorduk.
Seohyun… evet, bunu hevesle beklediğim söylenemezdi. Daha önceki gün ilgilenmediğim için veya başka bir saçma sebeple telefonda saçma bir fırça yediğimde sevgilimle buluşmak dünyanın en güzel şeyi olmuyordu. Nitekim beklediğim gibi de oldu. Kafeden içeri girer girmez Seohyun huysuzca elini sallayarak çoktan gelmiş olduğunu belirtince Heechul sadece başıyla selam vermekle yetinip burnunu kırıştırarak köşede oturan Minho ve Sungmin’in yanına gitti. Peşinden gitmeyi isterdim; ama tabii ki yapacak işlerim vardı, sevgilimle aramı düzeltmek gibi.

“Günaydın, Seo.” Dedim ve oturmadan önce uzanıp dudaklarına bir öpücük kondurdum. Tabii ki yüzündeki huysuz ifadede hiçbir değişme olmadı. Eh, ben denemiştim.

“Hiç beni özlemiş gibi bir halin yok, dün çok eğlendin, herhalde.” Dedi, kırgın bir sesle. İşte başlıyoruz… derin bir nefes alıp dün yatmadan önce kurguladığım tiyatroyu oynamaya başladım. Çok güzel bir biçimde yönetip kurguladığım mutlu sona ulaştığımda kendimi içten içe tebrikle alkışladım, bir fırtına daha başarıyla atlatılmıştı. Ama tabii ki Seohyun’un özlemi bugün dinmeyecekti. Ders başlayana kadar, ders çıkışında, öğlen yemeğinde, ara boyunca, sonraki ders arasında ve bir sonrakinde neredeyse kucağımdaydı ve dersler bittiği zaman da hiç şaşırtıcı olmayan bir biçimde koluma yapışmış, beni yeni öğrendiği kafeye sürüklüyordu. Bir yandan da benim onu aramadığım günlerde neler yaptığından ve hiçbirinden keyif alamadığından bahsediyordu. Neyse ki benden cevap vermemi beklemiyordu.

Bahsettiği kafeye oturup birer kahve içtik, pasta yedik ve sonunda onu eve bıraktığımda veda ederken yüzünde gerçek bir gülümseme gördüm. İşte bu kendimi iyi hissetmemi sağlamıştı. Seohyun’un eve girdiğini gördükten sonra yeniden eve doğru sürdüm. Saat oldukça geç olmuştu ve veda ederken sevgilime de söylediğim gibi anında uyumayı düşünüyordum. Duş bile almayacaktım, ertesi sabah alabilirdim. Nasıl olsa sabah yine ders yoktu.

Odama girip ışığı yaktığımda yatağımın üzerinde hoş bir sürprizle karşılaştım. Dün Baekhee’ye ödünç verdiğim Vader tişörtüm katlanmış, yatağımın üzerinde duruyordu. Neyse ki Bayan Lee bizimle uzun yıllar çalıştıktan sonra bu tişörtü her giydiğimde yıkamaması gerektiğini öğrenmişti. Keyfim daha da yerine gelerek tişörtümün yanına gittim.

Dün gerçekten bunu neden Baekhee’ye ödünç verdiğim hakkında bir fikrim yoktu, iki yıldır bunu giymiyordum bile. Babamı zorla Star Wars izlemeye götürdüğüm ve onun ben hiç beklemezken bana sırf seviyorum diye bunu aldığı zamandan kalmaydı bu – gerçekten hiç beklemiyordum, çünkü o filmi hiç sevmemişti. O zamandan beri babamın da aslında beni içtenlikle düşünebildiğinin kanıtı olarak saklıyordum bunu. Yani kötü bir baba olduğundan falan değil, o zamanlar bu kadar büyük bir şirket değildik ve babam gerçekten çok çalışmak zorundaydı. Hiçbir doğum günümü, gösterimi ya da o tarz şeyleri kaçırmasa da sadece biraz aferin deyip sonra işine dönerdi, doğum günümde geçen sene aldığı oyuncağın aynısını bu sene de verdiğini fark etmeyecek kadar meşguldü ve ben doğal olarak aramızda çok büyük bir bağ olduğunu hissetmiyordum. Annem sürekli bana onun beni sevip düşündüğünü; ama çok meşgul olduğunu söylediğinden uslu bir çocuk olup bunların lafını bile etmemeyi daha uygun buluyordum. Düşünüyorum da, o zaman bile kendimden başka dayanacak bir yerim yokmuş. Annem vardı da o anneydi işte; o güçlü, yıkılmaz destek rolünü üstlenemeyecek kadar yumuşak bir kadındı benim için. Evdi, dayanak değil. Neyse ki Hanna doğduğu zaman kendi şansıyla birlikte gelip bir oyunumuzu dünya çapında bir üne taşımıştı da benim gibi babasından uzak büyümek zorunda kalmamıştı. Kıskanıyordum keratayı.

Başımı sallayıp toparlandım. Bir tişört bir adamı bu kadar geçmişe taşıyabiliyorsa atılmazdı, tabii ki. Onu herhalde kendi çocuğuma falan miras bırakırdım. Yine yıkanır da bu sefer yırtılır diye uzun zamandır da giymiyordum bu şeyi. Sahi, Baekhee’ye neden vermiştim ki? Tabi, bundan uygun tişört yoktu onun için, benim diğer tişörtlerim muhtemelen bacaklarını örtmezdi ve altına uygun bir şey bulamama olasılığım vardı, öyle olunca en azından üstü elbise gibi olsun istemiştim. O arada tişörtümün kirleneceği aklımın ucundan bile geçmiyordu.

Baekhee… o tuhaf bir kızdı. Resmi olarak tanışalı kaç gün olduğunu saymamıştım tabii ki; ama onu hava alanında ilk gördüğümde soğukta küfürler yağdırırken sevimli olduğunu düşünmeme neden olan bir şey vardı onda, zaten atacağımı düşünerek montumu verip tüymeme neden olan bir şey vardı. Benden o kadar öfkeliyken korkmama, aksine beni alıp yerden yere vurma kapasitesine sahipti, Hanna’yı kısacık bir zamanda baştan ayağa değiştirmişti, hatta Sehun’u bile ehlileştirmişti, hem de ne kadar sürede? Bu imkansız gibi bir şeydi.

O tuhaf bir kızdı; daha gerçekten tanıştığımız ilk günde benimle korkunç bir kavga edip bir gün sonra Hanna’yı sakinleştirmeye çalışabiliyordu – biliyordum, çünkü barıştıktan sonra Hanna itiraf etmişti. Kendi derdi başından aşkınken dönüp çekinmeden özür dileyebiliyordu, insanı her saniye şaşırtmak onun için en doğal şeydi sanki. Sonra ayaküstü yalan uydurmayı beceremediğim halde bunu bir kere bile düşünmeden annesinin gazabını biraz bile olsa azaltabilmek için ona yardım etmeme sebep olan bir şey vardı onda; yazıp yönetmeden, doğaçlama oynamamı sağlayan bir şey vardı.

Gerçekten tuhaftı o kız. Tamamen o anda olduğu yere aitmiş gibi görünebiliyordu; o kadar ki, başka bir hayatı ve arkadaşları olabileceğini fark ettiğinde karşısındakinin şaşırmasına neden olabiliyordu. Teklifsizce sataşabiliyor, ağız dolusu gülebiliyor ve düşündüklerini hiç çekinmeden söyleyebiliyordu. Onu dinleme ve ona anlatma isteği uyandıran bir şey vardı o kızda, hiçbir mantıklı neden veya kanıt olmadan ona güvenmek istememe neden olan bir şey vardı. Kimse yapmazken her şeyimi dinlemişti, yargılamadan anlamayı denemişti ve kendince yardım etmişti, ben artık bunun mümkün olduğunu bile düşünmüyordum. Söylediklerini ciddiye almamı sağlayıp bir saniye sonra, tam gerçekten sıkıntılı hissettiğimde havayı dağıtacak bir şey söyleyiveriyordu. Sonra tam unutmuş, bildiğimi okuyacakken beynime konuşabiliyordu. Üstelik tavsiyesi işe de yarıyordu. Song Baekhee… adı bile bu dünyadan olamazmış gibi çınlıyordu… olabilir miydi?

Bu kız gerçekten bir uzaylı olabilir miydi?

Bilemiyordum, ET’de değildik ve benim bunu öğrenmekten daha acil problemlerim vardı, bu tişörtü ne yapacağım gibi. Yırtılmasından korkarken yıkanmasına izin veremezdim, özel olarak temizletmek bile yeterince hasar veriyordu ve sadece bir gece giyilmişti! Bir dakika… madem zaten teknik olarak kirliydi, yıkanacaktı, neden ben giymeyecektim ki? Pekala, Baek bununla bir gece uyumuş olabilirdi; ama bitli olduğunu da sanmıyordum, yani.


Kısa bir kararsızlıktan sonra son derece rahatsız hissettirmeye başlayan kıyafetlerimi fırlatıp üzerime devasa tişörtümle benzeri devasalıkta eşofman altımı geçirdim ve yorganımın altına balıklama daldım. Tişörtüme tatlı, portakallı baharatlı şaraba benzeyen, değişik bir koku sinmişti. Baekhee’nin kokusu olmalı, diye düşündüm, muhtemelen ben iki gece yatınca geçerdi… ve açık konuşmak gerekirse şu anda baharatlı şarap kokusuyla uyumaktan pek şikayet etmiyordum. Ben şarap severdim. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder