-28.5-
“Ahh, burası kesinlikle arkadan daha rahat! Kısa bacaklı
cisimler arka koltukta oturmalı, neden inat ediyor ki? Araba yeterince küçük
zaten!” dedi Heechul, yanımda koltuğa yerleşirken. Göz ucuyla ona bakıp sonra
arabayı vitese taktım.
“Vur, bir de sen vur. Zaten neden bir Audi’m yok
anlamıyorum- ya da bir Jeep… ya da Lamborghini. Ya da aslında-”
“Yetmiş model bir Rolls-Royce Phantom, sıranın sonunda bu
olduğunu bütün insanlık biliyor.” Diyerek sözümü kesti Heechul – tabii ki ne
istediğimi biliyordu, buna şaşıracak halim yoktu.
“Ve bir olimpik havuzu parayla doldurup içinde
yüzebilecekken ben nedense bir Volkswagen Beetle’la yaşıyorum – içine
sığamıyorum bile!” diye söylendim. Bunu belki de milyonuncu kere yapıyordum ve
Heechul beni ciddiye almamaya alışmıştı. Aslında eski arabaları severdim. Bu
küçük sarı tosbağadan da oldukça hoşlanıyordum. Sadece neden daha büyükçe bir
araba alamadığımı anlamıyordum – malum, bu sevimli cisim oldukça ufaktı ve
bizim bırak bir arabayı, koleksiyon yaptığımız arabalardan galeri açacak kadar
çok paramız vardı zaten! Ben oflayana kadar Heechul tek kelime etmedi, oflayıp
koltuğuma yerleştiğim zamansa bu konuyu kapatmaya karar verdiğimi anladığını
biliyordum. Neden bu kadar çakal bir arkadaşım vardı ki? Ah, evet, doğru;
çocukluktan beri arkadaşımdı, atsan atılmaz, satsan satılmaz…
“Ee, bakıyorum da bu sefer Nana’nın arkadaşını bayağı
onaylıyorsun?” dedi Heechul, eğlendiği sesinden o kadar belliydi ki savunma
moduna geçtim.
“Onaylamamam için bir sebep mi var?” dedim, kaşlarım
kendiliğinden çatılmıştı.
“Yok canım, tabii ki hayır! Baek’i onaylamasan gerçekten
akıl sağlığından şüpheye düşerdim.” Dedi Heechul. Sesindeki sırıtmayı silesim
vardı, böyle bir yumrukta, burnunun ortasına doğru, göçerteceksin suratını böyle…
ehem, evet, şimdi ondan nefret ediyormuşum gibi duruyor olabilirdi; ama
Heechul’le küçükken de buna benzer bir arkadaşlığımız olduğundan (o beni sinir
ederdi, ben de yakalayıp evire çevire döverdim) pek garipsemiyordum.
“Sen zaten akıl sağlığımdan yeterince şüphe ediyorsun,
sanıyordum.” Dedim, tek kaşımı kaldırarak. Ben önüme bakıyor olabilirdim; ama
adım gibi emindim ki o bunu görecekti.
“Tabii ki ediyorum; ama bunu her dile getirdiğimde beni
ağzımı açtığıma pişman ettiğinden… Pavlov etkisi, diyelim.” Dedi Heechul.
Ağzımın bir köşesi yukarı doğru kendiliğinden kıvrıldı.
“Ha hayvan olduğunu kabul ediyorsun, yani?” dedim.
“Hanna bana kedi dediği sürece başka türlü hayatta
kalabileceğimden emin değilim.” Dedi. Elimde olmadan gülmeye başladım.
“Seni bildiğin tasmaya bağlamış, kanka kız bulamamana
şaşmamalı! Vallahi sap öleceksin sen bu kız yüzünden, sana tasma takar gezdirir
artık.” Dedim pis pis sırıtarak. Heechul’un yanımda sinirle kollarını
kavuşturduğunu göz ucuyla gördüm.
“Sen öyle san! Bu kampüste bana layık bir tek kız yok bir
kere.” Dedi burnunu havaya dikerek.
“Evet, kesinlikle katılıyorum, arkadaşım.” Dedim, başımla
onaylayarak. Bunun onu dalga geçmemden daha çok sinirlendireceğini biliyordum;
ama işin tuhafı, buna yürekten inanıyordum da. Gerçekten koca kampüste Kim
Heechul’a layık bir kız yoktu.
“Yaa, buna katılırsın tabi; senin için de aynısının geçerli
olduğunu söylediğimde lafı ağzıma tıkarsın ama!” diye söylendi Heechul.
Gözlerimi devirdim.
“Başlama yine!” diye homurdandım, küçük tosbağamı kampüse
sokarken. Bunun sonunun hoş yerlere gitmeyeceği hakkında şüphelerim vardı.
Onları dinlemeye ne
dersin?
Baekhee’nin sesi kulaklarımda sanki kız hemen arkamdaymış
gibi çınladığında o kadar şaşırdım ki yol düz olmasa kesinlikle bir yere
toslardım. Heechul’un somurtup söylenmeye hazırlanmakta olduğuna bu kadar
sevindiğim bir an daha yoktu – yoksa kesin ne olduğunu sorardı ve ben ayaküstü
yalan kıvırmakta o kadar da muhteşem sayılmazdım. Ben çevireceğim herhangi bir
işi yakalanıp kıvırmaktan çok hiç yakalanmamak üzerine kurardım.
“Ne başlama, haklı olduğumu biliyorsun!” dedi Heechul
isyanla. Rahatlatıcı bir nefes aldım ve belki de uzun zamandır ilk kez
kızmadım.
“Hadi söyle, ne konuda haklısın? Ne dedin bu kadar haklı
olacak, ne diyorsun? Dinliyorum, hadi!” dedim. Pekala, sesim biraz hesap sorar
gibi çıkmış olsa da bu kızmak sayılmazdı. Sonuca varmayacak bir tartışmaya
başlamamıştık, mesela. Hatta Heechul bile şaşırdı, bir an ne diyeceğini
bilemedi. O an içimde yükselen zafer duygusuna engel olmakta zorlandım.
“Y-yani bu kampüsteki kimsenin seni de hak etmediği
konusunda haklıyım – ve bil diye söylüyorum, buna mürekkepbalığı da dahil!”
dedi Heechul.
“Adını söyle.” Dedim.
“Ne?” dedi Heechul, otomatik olarak.
“Adıyla hitap et, onun adını söyle. Karşında Voldemort mu
var, Kim-Olduğunu-Bilirsin-Sen der gibi, o ne öyle?” diye açıkladım.
“Tamam, Seohyun, buna Seohyun da dahil.” Diye düzeltti
kendini. Pekala, şimdiden bir yerlere varıyorduk. Kim tahmin edebilirdi ki?
“Neden?” diye sordum. Bütün tecrübelerimin bana öğrettiği
tek bir şey varsa bu tek kelimenin bir insanın savunmasını her şeyden daha
fazla dağıtabileceğiydi. Ama ben ne bilirdim ki, sanki yüz yirmi yaşına gelmiş
beyaz sakallı asalı bilginlerden miydim?
“Yani, nasıl neden?” dedi Heechul. Bu kadar kolay mı
çözülüyordu yani?
“Neden bana layık değil? Bunu uzun zamandır söyleyip
duruyorsun ve ben hep seni susturuyorum; ama arkası ne kadar dolu? Hakkında ne
biliyorsun? Yoksa sadece Hanna öyle söylediği için mi beynimi yiyorsun, neden?
Bir sebep istiyorum.” Arabayı kampüsün otoparkına çektim ve daha dramatik bir
etki için oldukça sakin bir bakışla arkadaşıma döndüm. “Bir açıklama
istiyorum.”
“Yani sen bunu gerçekten göremediğini mi söylüyorsun?” dedi
Heechul. Omuz silktim. Neden bahsettiği hakkında bir fikrim olmadığına göre
demek ki göremiyordum.
“Göstermek ister misin?” dedim. Heechul bıkkınlıkla
burnundan soludu.
“Bunu kampüsün otoparkında fare gibi saklanırken tartışmak
istediğine emin misin?” dedi Heechul, muhtemelen sadece gerçek bir sebep
düşünmek için zaman kazanmaya çalışıyordu. Pekala, bana uyardı. Sebep bulursa
anlatırdı, bulamazsa da en azından benim elim güçlenmiş olurdu.
“Sabah ders yok aslında; ama sen bilirsin.” Dedim ve
arabadan indim. Heechul çantasını alıp peşimden indi ve arabayı kilitledikten
sonra sessizce Tepe Kafe’ye yürümeye başladık. Kafeye giden yol ağaçlı ve
ferahtı – aslında kampüsün her santimetrekaresi yaklaşık olarak böyleydi de bu
yol özel olarak daha güzeldi, otoparkın etrafını pek fazla budamadıklarından
ağaçlar serpilmeye daha çok fırsat buluyordu ve ben bu dağınıklıktan
hoşlanıyordum.
“Ya bu nereden çıktı, Kyuhyun sabah sabah, gerçekten?” diye
sessizliği bozdu Heechul sonunda. Elimde olmadan gülümsedim ve ellerimi cebime
soktum. Bu güzel bir sabahtı.
“Sen başlattın. Ben sadece neden diye sordum, o kadar.”
Dedim, umursamaz bir tavırla ve kesinlikle şu anda rol yapmıyordum.
“Yani, hep lafı ağzıma tıkarken ne oldu da… içine ne kaçtı
senin?” dedi Heechul.
“Belki sıkılmışımdır. Hatta belki sen kazanmış bile
olabilirsin, tabi eğer bana nedenini açıklayabilirsen ve ben bunun mantıklı bir
sebep olduğunu kabul edersem.” Dedim. Zaten Tepe Kafe’ye geldiğimizden daha
fazla konuşmadık, ikimiz de Seohyun’un içeride olduğunu biliyorduk.
Seohyun… evet, bunu hevesle beklediğim söylenemezdi. Daha
önceki gün ilgilenmediğim için veya başka bir saçma sebeple telefonda saçma bir
fırça yediğimde sevgilimle buluşmak dünyanın en güzel şeyi olmuyordu. Nitekim
beklediğim gibi de oldu. Kafeden içeri girer girmez Seohyun huysuzca elini
sallayarak çoktan gelmiş olduğunu belirtince Heechul sadece başıyla selam
vermekle yetinip burnunu kırıştırarak köşede oturan Minho ve Sungmin’in yanına
gitti. Peşinden gitmeyi isterdim; ama tabii ki yapacak işlerim vardı,
sevgilimle aramı düzeltmek gibi.
“Günaydın, Seo.” Dedim ve oturmadan önce uzanıp dudaklarına
bir öpücük kondurdum. Tabii ki yüzündeki huysuz ifadede hiçbir değişme olmadı.
Eh, ben denemiştim.
“Hiç beni özlemiş gibi bir halin yok, dün çok eğlendin,
herhalde.” Dedi, kırgın bir sesle. İşte başlıyoruz… derin bir nefes alıp dün
yatmadan önce kurguladığım tiyatroyu oynamaya başladım. Çok güzel bir biçimde
yönetip kurguladığım mutlu sona ulaştığımda kendimi içten içe tebrikle
alkışladım, bir fırtına daha başarıyla atlatılmıştı. Ama tabii ki Seohyun’un
özlemi bugün dinmeyecekti. Ders başlayana kadar, ders çıkışında, öğlen
yemeğinde, ara boyunca, sonraki ders arasında ve bir sonrakinde neredeyse
kucağımdaydı ve dersler bittiği zaman da hiç şaşırtıcı olmayan bir biçimde
koluma yapışmış, beni yeni öğrendiği kafeye sürüklüyordu. Bir yandan da benim
onu aramadığım günlerde neler yaptığından ve hiçbirinden keyif alamadığından
bahsediyordu. Neyse ki benden cevap vermemi beklemiyordu.
Bahsettiği kafeye oturup birer kahve içtik, pasta yedik ve
sonunda onu eve bıraktığımda veda ederken yüzünde gerçek bir gülümseme gördüm.
İşte bu kendimi iyi hissetmemi sağlamıştı. Seohyun’un eve girdiğini gördükten
sonra yeniden eve doğru sürdüm. Saat oldukça geç olmuştu ve veda ederken
sevgilime de söylediğim gibi anında uyumayı düşünüyordum. Duş bile
almayacaktım, ertesi sabah alabilirdim. Nasıl olsa sabah yine ders yoktu.
Odama girip ışığı yaktığımda yatağımın üzerinde hoş bir
sürprizle karşılaştım. Dün Baekhee’ye ödünç verdiğim Vader tişörtüm katlanmış,
yatağımın üzerinde duruyordu. Neyse ki Bayan Lee bizimle uzun yıllar
çalıştıktan sonra bu tişörtü her giydiğimde yıkamaması gerektiğini öğrenmişti.
Keyfim daha da yerine gelerek tişörtümün yanına gittim.
Dün gerçekten bunu neden Baekhee’ye ödünç verdiğim hakkında
bir fikrim yoktu, iki yıldır bunu giymiyordum bile. Babamı zorla Star Wars
izlemeye götürdüğüm ve onun ben hiç beklemezken bana sırf seviyorum diye bunu
aldığı zamandan kalmaydı bu – gerçekten hiç beklemiyordum, çünkü o filmi hiç
sevmemişti. O zamandan beri babamın da aslında beni içtenlikle düşünebildiğinin
kanıtı olarak saklıyordum bunu. Yani kötü bir baba olduğundan falan değil, o
zamanlar bu kadar büyük bir şirket değildik ve babam gerçekten çok çalışmak
zorundaydı. Hiçbir doğum günümü, gösterimi ya da o tarz şeyleri kaçırmasa da
sadece biraz aferin deyip sonra işine dönerdi, doğum günümde geçen sene aldığı
oyuncağın aynısını bu sene de verdiğini fark etmeyecek kadar meşguldü ve ben
doğal olarak aramızda çok büyük bir bağ olduğunu hissetmiyordum. Annem sürekli
bana onun beni sevip düşündüğünü; ama çok meşgul olduğunu söylediğinden uslu
bir çocuk olup bunların lafını bile etmemeyi daha uygun buluyordum. Düşünüyorum
da, o zaman bile kendimden başka dayanacak bir yerim yokmuş. Annem vardı da o
anneydi işte; o güçlü, yıkılmaz destek rolünü üstlenemeyecek kadar yumuşak bir
kadındı benim için. Evdi, dayanak değil. Neyse ki Hanna doğduğu zaman kendi
şansıyla birlikte gelip bir oyunumuzu dünya çapında bir üne taşımıştı da benim
gibi babasından uzak büyümek zorunda kalmamıştı. Kıskanıyordum keratayı.
Başımı sallayıp toparlandım. Bir tişört bir adamı bu kadar
geçmişe taşıyabiliyorsa atılmazdı, tabii ki. Onu herhalde kendi çocuğuma falan
miras bırakırdım. Yine yıkanır da bu sefer yırtılır diye uzun zamandır da
giymiyordum bu şeyi. Sahi, Baekhee’ye neden vermiştim ki? Tabi, bundan uygun
tişört yoktu onun için, benim diğer tişörtlerim muhtemelen bacaklarını örtmezdi
ve altına uygun bir şey bulamama olasılığım vardı, öyle olunca en azından üstü
elbise gibi olsun istemiştim. O arada tişörtümün kirleneceği aklımın ucundan
bile geçmiyordu.
Baekhee… o tuhaf bir kızdı. Resmi olarak tanışalı kaç gün
olduğunu saymamıştım tabii ki; ama onu hava alanında ilk gördüğümde soğukta
küfürler yağdırırken sevimli olduğunu düşünmeme neden olan bir şey vardı onda,
zaten atacağımı düşünerek montumu verip tüymeme neden olan bir şey vardı.
Benden o kadar öfkeliyken korkmama, aksine beni alıp yerden yere vurma
kapasitesine sahipti, Hanna’yı kısacık bir zamanda baştan ayağa değiştirmişti,
hatta Sehun’u bile ehlileştirmişti, hem de ne kadar sürede? Bu imkansız gibi
bir şeydi.
O tuhaf bir kızdı; daha gerçekten tanıştığımız ilk günde
benimle korkunç bir kavga edip bir gün sonra Hanna’yı sakinleştirmeye
çalışabiliyordu – biliyordum, çünkü barıştıktan sonra Hanna itiraf etmişti.
Kendi derdi başından aşkınken dönüp çekinmeden özür dileyebiliyordu, insanı her
saniye şaşırtmak onun için en doğal şeydi sanki. Sonra ayaküstü yalan uydurmayı
beceremediğim halde bunu bir kere bile düşünmeden annesinin gazabını biraz bile olsa azaltabilmek için ona yardım etmeme sebep olan bir şey vardı onda; yazıp
yönetmeden, doğaçlama oynamamı sağlayan bir şey vardı.
Gerçekten tuhaftı o kız. Tamamen o anda olduğu yere aitmiş
gibi görünebiliyordu; o kadar ki, başka bir hayatı ve arkadaşları olabileceğini
fark ettiğinde karşısındakinin şaşırmasına neden olabiliyordu. Teklifsizce
sataşabiliyor, ağız dolusu gülebiliyor ve düşündüklerini hiç çekinmeden
söyleyebiliyordu. Onu dinleme ve ona anlatma isteği uyandıran bir şey vardı o
kızda, hiçbir mantıklı neden veya kanıt olmadan ona güvenmek istememe neden
olan bir şey vardı. Kimse yapmazken her şeyimi dinlemişti, yargılamadan
anlamayı denemişti ve kendince yardım etmişti, ben artık bunun mümkün olduğunu
bile düşünmüyordum. Söylediklerini ciddiye almamı sağlayıp bir saniye sonra,
tam gerçekten sıkıntılı hissettiğimde havayı dağıtacak bir şey
söyleyiveriyordu. Sonra tam unutmuş, bildiğimi okuyacakken beynime
konuşabiliyordu. Üstelik tavsiyesi işe de yarıyordu. Song Baekhee… adı bile bu
dünyadan olamazmış gibi çınlıyordu… olabilir miydi?
Bu kız gerçekten bir uzaylı olabilir miydi?
Bilemiyordum, ET’de değildik ve benim bunu öğrenmekten daha
acil problemlerim vardı, bu tişörtü ne yapacağım gibi. Yırtılmasından korkarken
yıkanmasına izin veremezdim, özel olarak temizletmek bile yeterince hasar
veriyordu ve sadece bir gece giyilmişti! Bir dakika… madem zaten teknik olarak
kirliydi, yıkanacaktı, neden ben giymeyecektim ki? Pekala, Baek bununla bir
gece uyumuş olabilirdi; ama bitli olduğunu da sanmıyordum, yani.
Kısa bir kararsızlıktan sonra son derece rahatsız
hissettirmeye başlayan kıyafetlerimi fırlatıp üzerime devasa tişörtümle benzeri
devasalıkta eşofman altımı geçirdim ve yorganımın altına balıklama daldım.
Tişörtüme tatlı, portakallı baharatlı şaraba benzeyen, değişik bir koku
sinmişti. Baekhee’nin kokusu olmalı, diye düşündüm, muhtemelen ben iki gece yatınca geçerdi…
ve açık konuşmak gerekirse şu anda baharatlı şarap kokusuyla uyumaktan pek
şikayet etmiyordum. Ben şarap severdim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder