5 Aralık 2014 Cuma

Baş Belası - 2

“Kızlar bakın ne duydum?” Diye koşarak Rian yanlarına geldiğinde Hanna ve Sekyung okulun en rahat kafesinde yumuşak ve rahat koltuklara kurulmuş kahve içiyorlardı. Rian’ın yüzünde dünyanın en heyecan verici haberini duymuş gibi bir ifade vardı ve genelde yüzündekiler kitap gibi okunur olduğundan muhtemelen öyle bir haber aldığı sonucuna varılabilirdi.

“Sen derste değil miydin ya?” dedi Hanna, zaten yeterince büyük olan gözlerini daha da belerterek. Rian kendini kızların yanındaki koltuğa bırakırken gözlerini devirdi.

“Hayır tabii ki, dersten çıkalı yarım saat oluyor! Telefonunuza baksaydınız görürdünüz. Ama en azından artık nerede olduğunuzu mesaj atma zahmetine giriyorsunuz ki bu da büyük bir gelişme. HER neyse.” Dedi kız ve abartılı hareketlerle saatini düzeltip öne doğru eğilip yüzüne eski heyecanlı gülümsemesini yerleştirdi. “Çok tatlı haberlerim var.”


“Bu kadar heyecanlanacak ne duydun lan?” dedi Sekyung, yüzünde hem garipsediğini hem de merak ettiğini belli eden bir ifade vardı. Hanna da sabırla Rian’ın konuşmasını bekliyordu.

“Dersten çıkınca bizimkileri görmek için bir Çardak Kafe’ye gideyim demiştim; Tao ve Donghae oturuyormuş orada, kaç zamandır da Donghae’yi görmemiştim en azından bir merhaba derim diye düşündüm. Onların da bir saat sonra dersi varmış orada oturuyorlarmış-”

“Sadede gel be kadın!” diye parladı Hanna, Rian’ın bütün hevesini kursağında bırakarak. Rian’ın hayal kırıklığı vücudunun her milimetrekaresinden belli oluyordu; ama kız bir iç geçirip çabucak toparlandı ve arada anlatarak olayı ballandırmak istediği belli olan her şeyi atlayarak konunun özüne geldi.

“Tao bizim Dionysos’la ev arkadaşı olmuş.” Dedi pat diye. Hanna ve Sekyung’un yüzlerindeki boş bakış ve ardından duydukları beyinlerine ulaştığında gelen şok ifadesi, aradaki kısmı atlamaya değimişti.

“NE?!” diye ufak bir çığlık attı iki kız beraberce. Rian kendinden memnun bir şekilde başıyla onayladı ve az önce atladığı kısımları anlatmaya girişti.

“Başlamadan önce söyleyeyim; çocuğun adı Oh Sehun ve bizim okulda üçüncü sınıf. Bunun yurdunu durduk yere kapatmışlar habersiz, bunlar gelince eşyalarını depodan çıkarıp vermişler ve kapı dışarı etmişler. Bir haftadır her gece nerede bulursa orada kalıyormuş; otel, birinin evi falan işte neresi olursa. Tao da demiş gel benim evimde kal iki hafta, zaten abisi askerde ya, ev de boş. Hazır böyleyken kalacak yer bulana kadar iki hafta Tao’yla ev arkadaşı olacakmış. Dün taşınmış.”

“Bu çocuğun çevresi tam olarak ne kadar geniş?” diye bilimsel bir konuda tartışır gibi Hanna’ya sordu Sekyung. Hanna’nın ağzı cevap vermek için biraz fazla açık kalmıştı. Sekyung’un yüzünde bıkkın bir ifade belirdi. “Ağzını kapa, sinek kaçacak.”

“Ay çok heyecansızsın!” diye söylendi Rian. Hanna başıyla onayladı.

“Bunun hiç sırası değil, Sekyung, cidden.” Dedi Hanna ve yeniden Rian’a döndü. “Yani şimdi sen cidden ciddisin, gerçekten bizim Dionysos mu gelmiş Tao’nun evine?”

“Yep.” Dedi Rian, başıyla onaylayarak, “Bu ne demek, biliyor musun? Gayet gidip bir gün biz de tanışabiliriz, demek. Hatta en yakın zamanda, mükünse.”

“Rian, gerçekten bu kadar mı umutsuzsun?” dedi Sekyung. Rian ve Hanna dönüp Sekyung’a kafasını koparmak istiyorlarmış gibi baktılar. Sekyung derin bir nefes aldı ve çabucak konuyu değiştirdi, “Neyse zaten bu yakınlarda olmaz; bizim yarın Songhee’yle buluşmamız lazım. Olur da denk gelirse bir gün tanışırız.”

“Benim bir işim yok; yarın Tao konsere gidelim diyordu, ona erken giderim muhtemelen.” Dedi Rian, zevkten dört köşe gibi bir hali vardı. Sekyung kızın Tao’nun evine gitme sebebinin konserle hiçbir alakası olmadığını rahatlıkla söyleyebilirdi.

“Neyse biz de bir ara tanışırız elbet, sen bir önden tanış da, bir şey olmaz.” Dedi Hanna, yeniden kahvesini alıp yudumlayarak. Dibinde biraz kalınca bardağı bıraktı. Tortulardan huylandığı için çoğu içeceğin dibini bırakırdı.

“Gerçi evde olmayabilir de, bilmiyorum. Tanımıyoruz sonuçta; ama pek de öyle içine kapanık bir tip olacağa benzemiyor.” Dedi Rian, kendi kendine düşünür gibi.

“E herhalde, o tip bende olsa ben kesinlikle-”

“Sen sus bir kere, kıçımın ben-güzel-değilim manyağı! O tipin kız versiyonu sende var zaten, çok konuşma!” diye Hanna’nın sözünü kesti Sekyung. Hanna ne zaman buna benzer bir şey söylese parladığı için kızlar buna artık alışıktı, Hanna sözü hiç kesilmemiş gibi devam etti.

“-kesinlikle felaket sosyal olurdum. Bence çapkındır bu, demedi deme.”

“Kim bilir? Bazen beklemediğin şeyler olabiliyor.” Dedi Rian, bilmiş bir ifadeyle.
Sekyung Rian’ın saklamaya tenezzül bile etmediği hevesini uzaktan izlerken bu kadar heveslenecek neyin olduğunu düşünüyordu. Tamam, Dionysos’ta adının Sehun olduğunu öğrendiği o çocuğu izlerken o da Hanna ve Rian gibi eriyor, salya akıtıyor ve iç geçirip hayıflanıyor olabilirdi; ama birebir tanışma fikri onu heyecanlandırmaktan çok geriyordu. Nedeninden emin değildi; ama bunun muhtemelen çocuğa kendi kafasında hayali bir karakter yarattığı ve yarattığı karakterin çocuğun gerçek kişiliğiyle uyum sağlama olasılığının olmadığını bildiği için olduğunu düşünüyordu. Her halükarda ortada onun için bir gerginlik olduğu kesindi; aynı Sehun’u kafede ilk gördüğünde kızların verdiği aşırı hayranlık tepkisine rağmen ilk bakışta Sehun’u beğenmeyi reddettiği zamanki gibi.

Tabii ki işler asla istediğiniz – veya istemediğiniz – gibi gitmezdi ve karmanın her zaman kendi küçük oyunları vardı. Ertesi gün Hanna, Sekyung ve Jeju’dan arkadaşları Songhee buluşup gezmeye başladıklarında Sekyung akşam muhtemelen Songhee’yle birlikte bir bara gideceklerini, gece de kızın onların evinde kalacağını düşünüyordu. Songhee’ninse aynı karma gibi kendi küçük planları vardı.

“Ya ben gerçekten çok üzgünüm; ama erken dönmem lazım.” Dedi kız, uzun siyah saçlarını kulağının arkasına sıkıştırarak, “Yani anlattım ya işte, o grupla birlikte yine akşam bir şeyler yapacağız. Beni bekliyorlar, arkadaşım mesaj attı.”

“Sen de okula daha yeni başladın, ne çabuk ortam yaptın ha!” dedi Hanna, takdir edercesine.

“Uğraşmadım ki! Arkadaş buldum sonra işte her şey tesadüfen oldu…” dedi Songhee.

“Hıı tabi kesinlikle o Dongwoon denen çocukla da zaten tesadüfen yakınlaştınız, eminim.” Dedi Hanna, inanmadığını belli ederek.

“Ya of!” dedi Songhee ve ellerini birden kıpkırmızı kesilen yüzüne bastırdı. Kızın bu görüntüsü hem Hanna’yı hem Sekyung’u inanılmaz eğlendiriyordu. Gülerek kıza sarıldılar.

“Neyse sen iyi eğlen ama bana bak, yakın zamanda bir daha buluşacağız, tamam mı?” dedi Sekyung. Songhee başıyla onayladı.

“Görüşürüz o zaman.” Dedi Hanna. Uzun bir vedalaşma faslından, öpücüklerden ve kendine iyi baklardan sonra kız metroya inen merdivenlerde kaybolurken Songhee’nin arkasından el sallıyorlardı. Tamamen gözden kaybolduğundaysa birbirlerine baktılar.

“Şimdi ne yapıyoruz?” dedi Hanna. Sekyung omuz silkti.

“Bilmem. Gruba baksana, bizimkiler ne yapıyorlarmış?” dedi, ellerini cebine sokarak. Hanna pantolonunun arka cebinden parlak pembe kaplı telefonunu çıkarıp ekranı dürtmeye başladı. Bir hedefleri olmadığından Sekyung sağa sola sallanarak öylece bekledi. Hanna bir süre bir şeyler yazmaya devam etti, sonunda başını kaldırıp Sekyung’a baktı.

“Beat’e gidelim, diyorlar. Bir şeyler yeriz, bir şeyler içeriz, falan. Rian Tao’nun evindeymiş, Sehun da oradaymış. Televizyon izliyorlarmış.” Diye az önceki mesajlaşmasının küçük bir özetini yaptı arkadaşına Hanna. 

“Onlar konsere gitmeyecekler miydi?” dedi Sekyung, kafası karışmış bir halde.

“Donghae Kris’i de çağırmış, Tao’yla Kris’in kan davalı gibi ortalıkta dolanmasını istemiyor. Ama Kris gelmeye ikna olunca Tao gitmekten vazgeçmiş. Öyle olunca Rian da vazgeçmiş, makarna yapıp yemişler.” Diye açıkladı Hanna. Sekyung bir an düşündü, sonra kafa yormamaya karar verip omuz silkti.

“Bana her türlü uyar. Yarın yapacak bir şeyim yok ne de olsa. Hem her halükarda bir şeyler yiyeceğiz, Beat’te yemiş oluruz.” Dedi Sekyung. Hanna bir an durduktan sonra yeniden telefonunu dürtmeye başladı, sonra ekranı kapatıp telefonu çıkardığı cebine geri tıktı.

“Gidip yer tutun o zaman, diyorlar. Yürüyerek geleceklermiş, biraz sürermiş.” Dedi Hanna, yürümeye başlayarak. Sekyung arkadaşının peşine takılırken yüzünde şaşkın bir ifade vardı.

“Yürüyerek mi? O kadar yakın mıymış Tao’nun evi?” dedi Sekyung, şaşırarak.

“Öyle demek ki. Biraz sürermiş dedi işte gelmeleri, yarım saat desen biz yeriz, onlar yemiş zaten; onlar gelince de bir şeyler içeriz.”  Dedi Hanna, adımlarını hızlandırırken. Sekyung arkadaşına kolayca uyum sağladı.

“Neyse o zaman geniş bir masa tutalım biz.”

Beat oldukça güzel bir yerdi; kapalı bir balkonu, iç salonu ve üst katı vardı, yerler koyu renk ahşap döşemeydi ve buna uyum sağlayan koyu renk masaların etrafında üzerinde güzel minderler olan koyu renk metal sandalyeler diziliydi. Sağda solda yanan lambalardan sarı, loş bir ışık yayılıyordu ve sohbet etmeyi imkansız hale getirmeyecek bir ses düzeyinde çalan müzik de oldukça rahatlatıcıydı. Hanna ve Sekyung kendilerine güzel bir masa bulup oturdular ve yemeklerini söylediler. Songhee’nin onlarınkinden bin kat daha hareketli olan aşk hayatı hakkında konuşarak yemeklerini yediler. Onlar bitirdikleri sırada gruba Rian’dan mesaj geldi. Tao’nun evinden çıktıklarını söylüyordu.

“Geliyorlar.” Dedi Hanna, telefonunu çantasından çıkarmaya zahmet bile etmemiş olan Sekyung’a.

“Zamanı gelmişti.” Dedi kız.

“Sanki daha önce gelseler konuşabilecektin; tıkınmaktan önünü görmüyorsun.” Diye sataştı Hanna.

“Ay, kıçımın kenarı!” diyerek yüzünü buruşturdu Sekyung, “Sen çok farklısın zaten; önüne et gelince dünyayı unutuyorsun. Annemin yaptığı börekten dokuz dilimi ben yemedim!”

“O başka, o başka!” diyerek ellerini kaldırdı Hanna, “O özel bir durum. Hala kırk beş kiloyum.”

“Gözüme sokmasan ölürsün.” Diyerek somurttu Sekyung. Aralarında on beş kilo vardı ve çok şişman görünmemesine rağmen tombul bacaklarından ve küçük de olsa dar bluzlardan belli olan göbeğinden hiç hazzetmiyordu.

“Yok kız, sen de kilo verdin. Bir ayda bir kilo, hiç az değil bence.” Dedi Hanna, arkadaşına gururla bakarak, “Sen biraz daha kilo verince ben seni Barbie gibi giydireceğim.”

“Ay cidden, pantolonlarım bol gelmeye başlasa da bir alışverişe çıksak…” diye hayıflandı Sekyung. Hanna’nın gözleri Sekyung’un arkasında bir şeye takıldı ve yüzüne bir gülümseme yerleşti.

“Geldiler.” Diyerek ayağa kalktı Hanna. Sekyung da arkasını döndü. Sandalyesini çekip kalkmak için çok tembeldi.

“Biz geldik!” diye ilan etti Tao, koyu mavi fularını boynundan çözerken. Arkasından Rian ve Sehun denen çocuk geliyordu. Rian’ın yanında görünce çocuğun ne kadar uzun olduğu daha iyi anlaşılıyordu; Rian kendisi kısa bir kız sayılmazdı, Hanna ve Sekyung’dan uzundu en azından ve Sehun yine de Rian’a bir baş fark atıyordu. Tao da kısa bir genç adam değildi ve buna rağmen Sehun daha uzundu.

“Hoş geldiniz.” Dediler Hanna ve Sekyung aynı anda. Tao Hanna’nın yanına gidip yanaklarından öperken Rian çantasını masaya fırlattığı gibi lavaboya koştu.

“Nereye gitti bu?” dedi Sehun, dünyanın bütün rahatlığıyla Sekyung’un yanındaki sandalyeyi çekip kendini üzerine bırakırken.

“Lavaboya gitmiştir.” Dedi Tao. Sehun başını kaldırdı ve bir an boş boş baktı.

“Daha evden çıkarken gitmemiş miydi ya?” dedi sonunda, afallayarak. Üç arkadaş güldüler.

“Tanıdıkça alışırsın.” Dedi Tao, sonra kızlara döndü. “Kızlar bu Sehun. Sehun; Hanna ve Sekyung.”

“Memnun oldum.” Dedi Sehun, sırayla kızların ikisinin de elini sıkarken. Sonra koltuğunda kaykılıp telefonuna gömüldü. Sekyung yanında biriyle mesajlaştığını görebiliyordu; ama isim yazmıyordu. Sadece Lola Bunny yazıyordu. Bir kız olduğu kesindi ama kim olduğunu kestirmek mümkün değildi, özellikle de Sekyung’un bulunduğu açıdan çaktırmadan yazılanları okuyamıyorken.

“Ne içelim?” dedi Tao, menüyü eline alarak.

“Rian’ı da mı beklesek, acaba?” diye önerdi Hanna.

“O da gelince söyler artık.” Dedi Tao ve menünün içecek kısmını açtı. “Ay sangria mı söylesek?”

“Aaa olur, ben içerim.” Dedi Sehun, telefonundan bir anlık başını kaldırarak.

“Litrelik var, fiyatı da çok uygun; bence isteyelim.” Dedi Tao.

“Ben içmeyeceğim, şarap sevmiyorum; siz paylaşırsınız, dördünüze yeter.” Dedi Sekyung. Rian arkadan gelip Sehun’un yanına oturdu. Bir anlığına Sekyung yer seçiminin manidar olduğunu düşündü, sonra böyle düşünmemeye karar verdi.

Rian’ın da katılımıyla dörtlü içkilerini söylediler, Sekyung da sadece fındıklı sütlü kahve içmeye karar vermişti. Garson gittiğinde Rian saniye sektirmeden dönüp konuşmaya başladı.

“Biliyor musunuz, Sehun anime izliyormuş.” Dedi Hanna ve Sekyung’un, daha çok Sekyung’un olmak üzere, ağızlarının açılmasına neden olarak. Rian tepkilerinden tatmin olmuş bir biçimde gülümserken Sehun bir an başını kaldırıp kızlara baktı ve neler olduğunu anlayamıyormuş gibi tuhaf bir gülümseme oturdu yüzüne. Rian aynen devam etti. “Ayrıca bu kadarla da kalmıyor, cosplay de yapıyormuş. Bilin bakalım ne yapıyormuş?”

“Ne?!” diye ufak bir çığlık kopardı Sekyung; çenesi karnına düşmüştü. Sehun başını çevirip gayet sakin bir şekilde başıyla onayladı. Sekyung gözlerini kırpıştırıp başını çevirdi, derin bir nefes aldı ve yeniden aynı şok ifadesiyle Sehun’a baktı. “Sen ciddi misin, yani sen, cosplay, emin misin?”

“Evet.” Diye yine başıyla onayladı Sehun; dudaklarına hafif bir gülümseme yerleşmişti.

“Abi sen bunca zaman neredeydin?!” diye neredeyse haykırdı Sekyung; daha yeni tanışmış olmasalar çocuğu omuzlarından tutup sarsabilirdi.

“Aramızda en anime manyağı odur da, haber biraz ağır geldi.” Diye açıkladı Rian, Hanna Sekyung’a biraz yargılayarak, biraz da endişeyle bakarken. Sehun hafifçe kıkırdadı. Rian konuşmaya devam etti. 
“Şimdi tahmin et, kimin cosplayini yapıyor?”

“Kimin?” diye gözlerini kocaman açıp büyük bir heyecanla Sehun’un yüzüne dikti Sekyung. Yüzündeki ifade bu kadar saf bir merak olmasa dışarıdan bakan birisi onun Sehun’la flört etmeye çalıştığını düşünebilirdi. Bu olasılıksa sekuyung’un o anda aklından bile geçmiyordu.

“Ulquiorra.” Dedi Sehun, kızın vereceği tepkiyi merak ediyormuş gibi bir yüzle. Sekyung kimseyi hayal kırıklığına uğratmadan tiz bir ses çıkarıp parmaklarını yüzüne bastırarak aşağı çekti ve başını yandaki duvara hafifçe vurmaya başladı. Bütün arkadaşlarını ufak bir kahkaha krizine soktuktan sonra yeniden Sehun’a döndü kız.

“Abi sen nereden çıktın, bu kadar zamandır nerelerdeydin, bak bir de üçüncü sınıfmışsın, biz seni niye tanımıyoruz?!” diye isyan etti Sekyung, Sehun’u güldürerek.

“Bilmem.” Diye omuz silkti çocuk, gülerek. Sırt çantasının ön gözünden bir paket sigara çıkarıp bir tanesini yaktı. Sekyung’un bütün hevesi bir saniye içinde sönmüştü.

“Sigara da mı içiyorsun?” dedi Hanna, Sekyung’un aklından geçenleri okuyarak. Sehun yine başıyla onaylarken Rian yüzünü ekşiterek ona eşlik etti.

“Bırakmayı canı istemiyormuş.” Diye ekledi sonuna da. Sehun umursamazca omuz silkerken Tao da ceketinin cebinden kendi mentollü sigarasını çıkardı. Hanna Tao’dan biraz uzaklaştı.

“Sen niye içiyorsun yine?” dedi Sekyung Tao’ya gözlerini kısarak.

“Bırakacağım, vallahi bak.” Dedi Tao, Sehun’un sigarasını yakmasına izin verirken. Sekyung inanmazlıkla gözlerini kıstı. Kris’le yakın arkadaşlarken sigaraya başlamıştı Tao – hatta ikisi birlikte başlamışlardı – ve Kris’i görmeyeli aradan bayağı zaman geçmesine rağmen Tao hala içmeye devam ediyor ve bağımlı olmadığını iddia ediyordu. Tam ters bir laf çarpmak için ağzını açmıştı ki Sehun’un sigarasının dumanıyla bir öksürük krizine girdi.

“Bari yüzüme üfleme!” diye celallendi kız, öksürüklerinin arasından. Sehun’un bunu kasıtlı yaptığını düşünebilirdi, eğer çocuk birdenbire daha yeni fark etmiş gibi şaşırıp apar topar sigarayı uzaklaştırmasa ve dumanın kalanını havaya, Sekyung’dan çok uzağa doğru üflemeseydi.

“Özür dilerim, alerjik misin?” dedi Sehun sonra.

“Sayılır.” Dedi Sekyung, boğazında kalan is tadını temizlemek için kahvesinden büyük bir yudum alırken. Nedense bütün neşesi kaçmıştı. Kısa süre sonra sangria geldiğinde zaten onunla ilgilenen pek kalmamıştı. Sehun da yazışmasını bitirmiş gibiydi; telefonunu ekranı aşağı gelecek şekilde masaya bırakmış, aynen diğerleri gibi balık akvaryumu gibi yuvarlak bir kavanozda gelen sangriayı kepçe olmadan nasıl bardaklara paylaştıracağını düşünmekle meşguldü – yani aslında kepçe vardı olmasına; ama o kadar küçüktü ki tek bardağı doldurmak bir ömür sürüyordu.

Sonunda meyveleri kepçecikle alıp sangriayı akvaryumdan direk bardaklara dökme fikri de yine Sehun’dan çıktı. Üstelik fikir aklına geldiği anda hiç düşünmeden uygulamak gibi bir davranış gösterdiğinden masadaki diğer dört kişiyi de şaşkına çevirmişti. Sadece Sekyung çocuk gibi kıkırdayıp ellerini çırpıyordu.

Sangrialar doldurulduğunda masada huzurlu bir sessizlik oldu. Sigarasından çektiği bir nefesi bir saniye içinde tuttuktan sonra havaya halkalar yaparak üfledi. Birkaç halkadan sonra Sekyung’un onu çocuk gibi izlediğini fark etmemesi için ya kör ya da ağır geri zekalı olması gerekiyordu. Sigara ve dumanını sevmese de Sekyung’un nargileyle bir sorunu yoktu – dumanı güzel kokuyordu – ve dumanla yapılan değişik numaralar onu her zaman bir çocuk gibi eğlendirmişti. Sehun’un dudağının bir köşesi yukarı kıvrılırken çabucak sigarasından bir nefes daha çekti ve Sekyung’a elini uzatmasını işaret etti. Sekyung’un kaşları havalansa da beklenti ve heyecanla avuçlarını açıp uzattı, o uzatır uzatmaz da Sehun öne eğilip dumanı dudaklarının arasından beyaz, büyülü bir şelale gibi kızın avuçlarına akıttı.

Sekyung’un gözlerinde parlayan çocuksu ışıltılar ve hayranlıkla açılan gözleri, saf gülüşü ve dumanla küçük bir çocuk gibi oynaması o kadar doğaldı ki diğer üç arkadaşı da birbirlerine onu işaret edip gülmeye başladılar. Böyle dumanla oynarken kız sanki üç yaşında, sevimli bir bebekmiş gibi görünüyordu. Tao Sehun’la bir an göz göze geldi, kızlar fark etmeden başıyla ufak bir işaret yaptı. Sekyung’u bu kadar çocuk gibi daha önce hiç görmemişti ve Sehun’un bunu bir daha yapmasını istiyordu.

Duman tamamen kaybolunca Sekyung çocuksu bakışlarını yeniden Sehun’a çevirmişti. Sehun gülerek sigarasından bir nefes daha çekti, bu sefer boş sangria bardaklarından birini alıp dumanı yavaşça bardağın içine akıttı. Duman bardağın içinde sıvıyla gaz arası bir görünümde dalgalanırken Sekyung bardağı büyülenmiş gibi izliyordu. Sehun bir süre kızın bardağı izlemesine izin verdi, sonra dumanın hareketleri yavaşlayınca yeniden kıza avuçlarını açmasını işaret etti. Sekyung ikiletmeden, heyecanla Sehun’un dediğini yaptı. Sehun da dumanı bardaktan yavaşça kızın avuçlarına boşalttı.

Sekyung’a göre bu büyüleyiciydi; aslında sihir bir şekle bürünse hep duman olacağını düşünürdü Sekyung ve yoğun dumanın hareketleri onu hep böyle heyecanlandırırdı. Parmaklarının arasında dağılan dumanı izlemek ona göre şahaneydi. Bilimle açıklayabilmesinin hiçbir anlamı yoktu onun gözünde; görebildiği ve dokunduğunu bildiği halde parmaklarının arasından kayarak uçup giden, hissedemediği bir şey ona her zaman büyüleyici gelmişti. Sehun’un bunu bu şekilde keşfetmesiyse tamamen bir tesadüftü.

“Eğer sigara içiyor olsaydım kesinlikle bunu bana da öğretmen gerektiğini söylerdim.” Dedi Sekyung, son duman izleri de ortadan kaybolunca. Sehun başını iki yana salladı.

“Sigara dumanıyla aslında o kadar da güzel olmuyor. Puro dumanı daha yoğun, bir de nargile; onlarla daha güzel olur. Nargile içebilir misin?” dedi çocuk.

“Nadiren içerim; ama içerim, evet.” Dedi Sekyung. “Kızlar da içer, hatta Rian bayağı sever nargileyi.”

“Nargileyle deneyebilirsin, o zaman. Sadece nefesini yavaşça veriyorsun.” Dedi Sehun, gülümseyerek.

“Böyle söyleyince kulağa oldukça kolay geliyor.” Dedi Hanna. Aralarında bu ufak gösteriden en çok büyülenen Sekyung olsa da diğerlerinin de hiç eğlenmediği veya etkilenmediği söylenemezdi.

“Kolay zaten.” Dedi Sehun, söylediğine tamamen inanarak.

“Nedense hiç emin değilim.” Dedi Rian, şakayla karışık. Sehun gülmekle yetindi.


İlk geldiklerindeki kısa tanışmadan ve hemen telefona gömülmesinden aslında ilk bakışta çocuktan çok da hoşlanmayabileceğini düşünmüştü Sekyung, diğerlerinin nasıl hissettiğini bilmese de. Ama şimdi telefonunu bırakmış da gerçekten aralarına katılmışken yanılmış olabileceğini düşünüyordu. Üstelik çocuk Ulquiorra cosplayi yapıyordu – o karakteri seven tek kişi Sekyung değildi, Hanna’nın favori karakteriydi Ulquiorra; ama Sekyung yeterince abartılı bir tepki verdiğinden çok tepki vermemeyi uygun bulmuştu o an. Belki de gerçekten geç kalmış bir arkadaşlığa sonunda başlıyorlardı. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder