4 Aralık 2014 Perşembe

Baş Belası - 1

-1-

“Gecenin daha yeni başladığını hepimiz biliyorduk; ama hiç kimse bunu dile getirmeye cesaret edemiyordu. Kopacak fırtınayı ölümcül bir merakla bekliyorduk. Herkesin yüzünde yapmacık bir sırıtış, bir eğlenme ifadesi vardı. Hepimiz gülüyorduk, televizyondan yayılan müziğin ritmiyle sağa sola sallanıyorduk. Bir tek ben gerçekten eğleniyormuş gibi oynuyordum, diğer herkes bariz bir biçimde kendini öyleymiş gibi görünmek için zorluyordu. Tepe lambası kapalıydı, sadece iki uzun gece lambasından yayılan sarı ışıkların loşluğundaydık. Umursamamaya çalıştığımız çift televizyonun yanında kucak kucağaydı. Göz göze geldiğimiz zaman hiçbir şey yokmuş gibi davransak da genellikle o tarafa hiç bakmamaya çalışıyorduk. Alçak masanın etrafına dizilmiştik; ortada bir tepside büyük bir kasede alkol, shot bardakları ve oyun kartları keyfimizi bekliyordu. Bir haftadır beklediğimiz oyun bu değildi; ama kontrol bizde değildi ve şimdi oyun başlamak üzereydi. Ve hepimiz kopacağından hiç şüphe duymadığımız bu fırtınayı ölümcül bir merakla bekliyorduk.”

*


İnkar edilemez bir tatlılığı vardı.

İki senedir etrafta görüyorlardı, aslında ilk başta aynı okulda olduklarından bile emin değildiler. Hem okula, hem de evlerine yakın olan bir kafede görüyorlardı en sık onu. Kafenin adı Dionysos’tu, şarap tanrısı olan. Mitolojideki Bacchus’la aynı tanrıydı; ama bu ismi pek bilinmezdi. Kafenin sahibi uzun, kumral, parlak mavi gözleri olan bir genç adamdı ve devamlı müşterileriyle de her zaman iyi arkadaş olmuştu aslında. Adı Jesse’ydi ve tabii ki yabancıydı. Dil konusunda hiç sıkıntısı yoktu, hatta ismi Jesse olmasa yabancı olduğu bile anlaşılmazdı – bir de gözleri bu kadar parlak bir mavi olmasa. Tabii ki Jesse kendilerinden on yaş kadar büyüktü ve tanışmadıkları bir nişanlısı da vardı. Kafede her gördüklerinde arkasından bakıp aptal aptal sırıttıkları kişi de kesinlikle o değildi.

Hayır, onları her seferinde aptal bir hülyaya sokan kişiye, adını bilmedikleri için, kendi aralarında kafenin adıyla sesleniyorlardı: yani Dionysos diye. Onu neredeyse her gün orada bulabilirdiniz. Aslında gözlerinin rengi dışında Jesse’yle olan inanılmaz benzerliği yüzünden ikisinin akraba olabileceği yönünce teorileri vardı; ama henüz bunu sorup doğrulamamışlardı. Öylece sormanın oldukça tuhaf olacağını düşünüyorlardı. Bildikleri bir şey daha varsa, Dionysos’un tek hayranının onlar olamayacağıydı. Daha önce defalarca arkasından konuşulduğunu duymuşlardı. Adını bilmeden onun hakkında olduğunu nasıl mı anlıyorlardı? Dionysos’ta otururken arka masadan “köşe masada oturan yakışıklı” hakkında dönen konuşmanın sesleri gelince durum oldukça bariz oluyordu, aslında.

İki sene içerisinde bir kere Sekyung tek başına kafede otururken bir konuşmaya şahit olmuştu. Dionysos ve bir arkadaşı – ki kesinlikle onun kadar yakışıklı değildi – Sekyung’dan iki masa öteye oturup konuşmaya başlamışlardı. Sekyung kulaklığını düzeltir gibi yaparak biraz gevşetmiş, müziği durdurmuş ve açık kestane saçlarını kendine siper ederek önündeki deftere hikayesini yazmaya devam ediyormuş gibi yapmaya başlamıştı; bir yandan da ne dediklerini duymaya çalışıyordu. Çok fazla şey duyamamıştı; ama kimse denemediğini söyleyemezdi.

İki sene içerisinde aynı zamanda aynı okulda olduklarını da kesin olarak öğrenmişlerdi. Hatta kafedeki varlığına bile alışmışlardı; artık o kadar heyecanlanmıyorlardı. Tabii ki her seferinde izliyorlar ve arkasından konuşuyorlardı; ama artık o eski hülyalı bakışları kalmamış sayılırdı. En azından Hanna artık net bir biçimde pek de umursamadığını söyleyebilirdi. Bir sene boyunca çıktığı bir sevgilisi bile olmuştu. En yakın arkadaşı Rian’la aynı çocuğu sevdikleri ve Rian’ın bütün bu süre zarfında hislerini içinde tuttuğu gerçeği bir yana, çocuk da Hanna’yı ilgisizlikle suçlayıp aldatınca – ne alakası vardı, halbuki Hanna boş olan her zamanını neredeyse çocuğa ayırıyordu – oldukça heyecanlı, Dionysos’a uğramadıkları bir dönemleri bile olmuştu. Gerçi tilkinin dönüp dolaşıp gittiği yer kürkçü dükkanıydı; aynen bunun gibi onlar da sonunda kendilerini yeniden Dionysos’ta bulmuşlardı. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde Bay Pek Yakışıklı Dionysos da her zaman oturduğu köşe masada bilgisayarını kurcalıyordu.

“Bak sizinki yine burada.” Dedi Baekhee, yanında oturan Sekyung’u dürterek. Sekyung gözlerini devirirken Rian kendi kendine kıkırdamaya başladı. Baekhee dönüp ona baktı. “Ne oldu, bir şey mi kaçırdım?”

“Bu ahmak onunla arkadaş olmamız gerektiğine inanıyor da.” Diye gözlerini devirdi Hanna, “Onun da pek normal olmadığını hissediyormuş, iyi arkadaş olacağımıza inanıyor.”

“Niye öyle dedin ki, belki de gerçekten olursunuz.” Diye omuz silkti Baekhee. Hanna delici bakışlarını yanında oturan kıza dikti.

“Siz mi? Sen ne zamandan beri kendini bizden ayrı tutmaya başladın, canım?” dedi, iğneleyerek.

“Son bir aydır ilk defa sizinle beraber yemek yiyebiliyorum; farkında mısın bilmiyorum ama arkadaş olursanız o gruba ben dahil olamayacağım.” Dedi Baekhee saniye sektirmeden, “Hani buradan bakınca pek de oturduğu yerde oturan birine benzemiyor. O yüz bende olsa ben kesinlikle korkunç bir çapkın olurdum.”

“Ay kedi ulaşamadığı ciğere mundar dermiş; yoksa burada bir kıskançlık mı seziyorum?” dedi Hanna abartılı bir ses tonu ve geniş bir sırıtışla.

“Ne münasebet, hiç özlemedim sizi, zaten ben bayılıyorum hastane köşelerinde sabahlamaya!” diye iğneledi Baekhee.

“Kim sana git tıp oku dedi ki zaten, salaklık sende.” Diyerek saçını savurdu Sekyung.

“Sağ ol be!” deyip somurttu Baekhee, sonra yeniden Hanna’ya döndü. “Neler duyuyorum ben, Hanna hanım? Hiç haberimiz bile yok; danışmanın seni yemeğe çıkarmak istemiş?”

“Kim yetiştirdi hemen?” diyerek arkadaşlarına kötü kötü baktı Hanna.

“Sır olduğunu bilmiyorduk.” Diye ellerini masum olduğunu gösterircesine havaya kaldırdı Rian. Hanna iç geçirdi.

“Anlat bakalım güzellik.” Dedi Baekhee, öne eğilerek.

“Anlatacak bir şey yok ya işte gidelim dedi ben de olur dedim…” diye mırıldandı Hanna sessizce. Baekhee hafif bir ıslık çaldı.

“Kızımız hızlı çıktı. Bir Hanna kadar olamadınız be, yuh size!” dedi Baekhee, sonra meraklı gözlerle yeniden Hanna’ya döndü. “Eee, sonuç ne?”

“Fos çıkmış.” Dedi Rian, Hanna’nın yerine, “Saçma bir biçimde sıkıcıymış. Film kültürü, dizi kültürü, ya da herhangi bir konuda kültürü yokmuş galiba.”

“Hayatı ev-iş ikilisinden mi ibaret yani?” dedi Baekhee, inanamazlıkla. Diğer üç kız bıkkınlıkla başlarını yukarı aşağı salladılar. “Bir insan nasıl böyle yaşayabilir ki?”

“Dinime küfreden Müslüman olsa…” dedi Sekyung, saklama gereği duymadan bakışlarını Baekhee’ye dikmişti.

“Dediğim gibi; ben de bayılıyorum hastane köşelerinde sabahlamaya. Ayrıca sen ne demek istiyorsun, ben kültürsüz müyüm yani?” diye cırladı Baekhee, herkesi güldürerek.

“Kimmiş kültürsüz?” diye hemen arkalarından gelen sesle Sekyung ve Baekhee dönüp sesin sahibine baktılar. Arkalarında Hwang Zİ Tao fuları ve ceketinden kurtulma çabası içindeydi. Dördü uzun zamandır arkadaştılar ve neredeyse kardeş kadar yakındılar.

“Hoş geldin çiçeğim!” diye yerinden fırlayıp Tao’ya sarılıp yanaklarından öptü Hanna.

“Ne yaptınız?” dedi Tao ve sırayla diğer üç kızı da yanaklarından öpüp yanlarına oturdu. “Kaç zamandır görmedim seni Baek-baek, ne yapıyorsun? Neredesin şimdi sen?”

“Dahiliye polikliniğindeyim, ilaç yazdırmaya geleni beklerim.” Diye sırıttı kız, sandalye çekip masanın yanına ilişen arkadaşlarına bakarken. “Şaka maka kendimi bayağı doktor olmuş falan gibi hissediyorum. Çok havalı.”

“E az kaldı tabi.” Dedi Tao, başını sallayarak. “Sizden ne haber?” dedi Tao, diğer üç kıza dönüp.

“Bildiğin gibi çiçeğim; dersler, ev ve parasızlık. Ay geçen gün çok güzel bir elbise gördüm; ama niye her şey bu kadar pahalı olmak zorunda ki? Yani herkes zengin değil!” diye parmaklarını yüzüne bastırarak aşağı çekti Hanna. Bu sahne Tao’nun her zaman gülmesine neden olmuştu.

“Bir gün zengin olduğumuzda bunun acısını çıkaracağız, boş ver sen tatlım.” Dedi Tao ve elini teselli edercesine Hanna’nın koluna koydu. Hiç kimse onun modaya olan bu büyük aşkını anlayamıyordu; Tao hariç. Sekyung bir gün onları oturmuş telefondaki bir şeye bakıp ağlanırlarken yakalamıştı; sonuçta ekrandakinin ünlü bir modacının harika tasarımlarından olduğu ortaya çıkmıştı. Buradaki kimse modadan anlamadığını söyleyemezdi; ama bu ikisinin seviyesi bambaşkaydı.

“Esas sen anlat, fink fink gezen sensin.” Dedi Rian, başlayacak olası bir moda konuşmasını önlemek adına. “Ayrıca hala Kris’le olanları anlatmadın.”

“Onu gerçekten anlatmak istemiyorum.” Dedi Tao, ciddileşerek. “Yani siz de söylediniz en son tatile gidişimizde, birbirimizi yoruyorduk, arkadaştan çok düşman gibiydik. Artık da görüşmüyoruz.”

“O kadarını biliyoruz da yani bize gönderilen o fotoğraftan sonra bir şeyleri merak etmemiz de doğal, bence.” dedi Sekyung.

“Ya aslında bize bunu böyle söyleyebilen bir insana ne kadar saygı duyabiliriz, gerçekten tartışılır.” Dedi Baekhee, konuşmaya katılarak. Artık kızlarla çok görüşmüyor olabilirdi; ama Kris resmi de hepsinin bulunduğu mesaj grubuna göndermiş, yorumlarını da oraya yazmıştı. Resim de ikisinin mesajlaşmalarının bir ekran görüntüsünde Tao’nun Kris’e hakaret ettiğini gösteriyordu. Kris bu mesajı gönderdikten sonra Tao’nun ne kadar kötü bir insan olduğundan bahsederek onları soğutmayı denemişti; en azından dört kız bu şekilde düşünüyorlardı.

“Bir buçuk senedir arkadaş olduğun birine bunu yapabilmek için kafanda bir şeylerin ciddi yanlış olması gerek. Ben senin Kris’in söylediği gibi biri olduğunu düşünmüyorum, açıkçası.” Dedi Sekyung, oldukça ciddi bir biçimde. Tao yorum yapmadan önüne baktı.

“Hadi ama, söylesene!” diye ısrar etti Hanna.

“Boş verin; siz onu ihmal etmeyin de. Bizim aramızdaki bir şey bu sonuçta sizin arkadaşlığınızı etkilemesin; ama o hassas bir dönemde sonuçta, benimle çok buluşursanız bunun hesabını tutacaktır.” Dedi Tao. Sekyung oldukça sesli bir biçimde ofladı.

“Tamam, bir şey olmaz. İki haftadır her hafta sonu onun evindeyiz zaten. Çağırdığımızda gelmemesi bizim suçumuz değil. Hem sen de bizim arkadaşımızsın, ne yapacaktık, direk seni satıp onunla mı görüşecektik?” dedi Rian, karamelli içeceğini umursamazca yudumlamadan önce.

“Kesinlikle katılıyorum.” Diye onayladı Hanna.

“Bunlar beni aşar, ben ikinizle de doğru dürüst görüşemiyorum zaten.” Diye masum olduğunu belirtircesine ellerini kaldırdı Baekhee.

“Ya ben hiçbir şey yemedim, çok açım!” diye sızlandı Tao birdenbire, çocuk gibi.

“E bir şeyler iste, çiçeğim?” dedi Hanna ve yakınlardaki bir garsonu çağırıp çabucak bir menü istedi. Tao menüye gömülünce kızlar bu sefer yemek yemenin ne kadar güzel bir şey olduğu hakkında hafif bir muhabbete daldılar. Derin konulardan konuşmak onlar için hiçbir zaman yeterince eğlenceli olmamıştı. Onlar hayatı hafif yaşayıp mümkün olduğunca fazla eğlenerek yaşayacakları yılların hakkını verme taraftarıydılar. Sonuçta yalnızca bir defa genç olunuyordu.

Böyle söylemelerine rağmen akşamları en sık yaptıkları şey partilere gidip her gece başka bir yakışıklıyı eve atmak değil, pijamalarıyla oturup televizyonun karşısında cips yemek veya bilgisayarda oyun oynamak gibi sedanter aktivitelerdi. Bunlardan daha fazla hoşlanıyorlardı; özellikle kendilerine birer sıcak içecek yapıp televizyonun karşısında film izlemekten ve her gün çıkan aptal yarışma programlarını açıp dalga geçerek karınları ağrıyana kadar gülmekten.

Hanna ve Sekyung aynı evi paylaşıyorlardı; ama Rian sessizliği paylaşmaya tercih ettiğinden bir sokak ötedeki stüdyo dairesinde kalıyordu. Bazen film izlemek veya oyun oynamak için o da gelirdi, bazen de tembelliği tutar ve mesaj grubundan yorum atmakla veya kıskançlığını belirtmekle yetinirdi. Tao evinde abisiyle beraber kaldığı için genelde kimse onun evine gitmezdi; zaten Tao ve Kris hala ayrılmaz ikililerken hep Kris’in evinde toplandıklarından kızlar daha önce Tao’nun evini görmemişti bile. Sadece onlara çok da uzak olmadığını biliyorlardı. Bildikleri ufak bir detay daha vardı ki kesinlikle Tao’nun evi Hanna ve Sekyung’un evinden binlerce kat daha temizdi.

Kimsenin onaylamayacağı bir biçimde hem Hanna hem de Sekyung ev düzenine o kadar önem veren insanlar değillerdi. Pislik içinde yaşamasalar da çoğunlukla her taraf kıyafetler, çeşitli defter kalemler, boş su bardakları ve kullanılmış peçetelerle dolu olurdu – evi toplamak için çaba gösterdikleri nadir zamanlar dışında. Onların evine her geldiğinde Rian’ın söylenmesi o kadar alışıldık bir şeydi ki artık iki kız bunu sorgulamadıkları gibi dinlemiyorlardı da. Buzdolabının çalışması gibi bir sesti Rian’ın söylenmeleri ve her seferinde de nasıl ikisiyle asla aynı evde yaşayamayacağıyla ilgili bir kısa söylevle biterdi. Her zaman aynıydı.

Baekhee diğer hepsinden uzak bir yerde, çalıştığı hastaneye yakın bir lojmanda kalıyordu ve meşgul olduğu için gerçekten çok nadir birlikte bir şey yapabiliyorlardı; ama Hanna ve Rian evleri ayırıp da Baekhee ulaşım kolaylığı açısından lojmana taşınmadan önce Sekyung’la ev arkadaşıydılar ve her açıdan abla kardeş kadar yakındılar. Sekyung Baekhee’yi özlüyordu, Baekhee’nin de diğer herkesi özlediği kesindi; ama yapabilecekleri bir şey yoktu. Sadece Baekhee arada bir sinemaya giderlerse katılıyordu, sonra dedikodu seansı yapıyorlar ve ayrılıyorlardı.

Görüşmedikleri sadece bir tane arkadaşları vardı: Hanna’nın eski sevgilisi Lee Donghae. Rian’la aynı çocuğu sevmek ve olaylı bir biçimde ayrılmak, hoş olmayan bir duruma sebep olmuştu. Hanna artık bu konuyla ilgili tam bir hiç hissetmesine rağmen aynı ortamda bulunmalarının tuhaf olacağını düşündüğünden hala Donghae’nin varlığını reddediyordu. Bazen Sekyung ve Rian Donghae’yle görüşmeye gidiyorlardı; ama Hanna her seferinde yalnız kalıyordu ve bu ikisinin de hoşuna gitmiyordu. Ama Donghae Tao’nun da yakın arkadaşı olduğundan pek bir kaçış olmuyordu.
Son zamanlarda fazla dışarı çıkmadıklarından pek sorun olmuyordu gerçi; ama üç kız da durumdan sıkılmaya başladıklarını itiraf etmek zorundaydılar. Evde pijamalarla oturup bilgisayarın tuşlarıyla aşk yaşamak sonsuza kadar yapılabilecek bir şey değildi. İnsanların sosyalliğe ve eğlenceye de ihtiyaçları vardı ve dört kız da herhangi bir partiye öylece dalıp kendi başlarına dans edecek veya orada ayaküstü yüzeysel arkadaşlıklar kuracak insanlar değillerdi.

“Of, sıkıldım!” diye patladı Hanna bir gün, Sekyung’un yazmakta olduğu saçma sapan hikayeden başını şaşkınlıkla kaldırmasına neden olarak.

“Film izleyelim, bebişim?” dedi Sekyung.

“Öyle değil be!” diye yine ofladı Hanna ve parmaklarını yüzüne bastırarak aşağı çekip iç geçirdi. “Sıkıldım, yani hayatımızda hiçbir şey yok! Sinemaya gidiyoruz, alışveriş yapıyoruz, film izliyoruz falan; ama bakar mısın kaç yaşına geldim hala sevgili sayım ne? Bir! Hani parmakla sayılabilecek de değil, direk kafamla sayabileceğim kadar az: bir! Abi kaç kere geleceğim dünyaya, birkaç sevgili değiştireyim diyorum, eğleneyim, gezeyim, hayatımı yaşayayım diyorum, şuna bak! Yirmi üç yaşına geldim, hala bir sevgili! Yani, şaka mı bu ya?”

Hanna oturduğu yerde tepinip başını tavana dikerken Sekyung çok sesli gülmemek için kendini zor tutarak onu izliyordu. Hanna gerçekten orada biri varmış gibi tavana bakarak konuşmaya devam etti.

“Yani yarattın bari unutma, değil mi? Kısmet dağıtırken bizi unuttun mu, nedir yani?” dedi kız ve tekrar Sekyung’a döndü, “Hayır, kadın başına bir erkek düşüyormuş dünyada; benim payımı kim yiyor? Kim yiyor,  bulup yolacağım! Millet üç dört tanesini birden idare eder, bizde gölgesi yok! Yani iyi bitmesi falan gerekmiyor hani bir tane istiyorum ya bir tane! En azından biraz eğlenirdik!”

“Senin en azından bir tane geçmişte var, ya ben ne yapayım, Açılmadan iade!” dedi Sekyung, iğneli bir biçimde, “Haline şükredeceğine…”

“Abi en verimli yaşlarımız geçiyor farkında mısın? Huu huu, orada kimse var mı? Yani ben böyle geçirmek istemiyorum, ya en azından biraz eğleneceğim birini versen?” dedi Hanna, sonunda yeniden annesiyle pazarlık yapan bir çocuk gibi tavana bakarak. Sekyung bu sefer elinde olmadan bir kahkaha patlattı ve başını iki yana salladı.

“Bak şimdi kapıdan maymundan bozma kısa boylu göbekli kıllı herifin biri falan girecek, yapma, senin Trickster’la şaka olmaz.” Dedi Sekyung. Hanna ne zaman bir şey istese veya beklese, olması olasılığı olan en kötü senaryo başına gelirdi, hatta sırf bu yüzden onun kendi Trickster’ı olduğuna inanmışlardı. Zaten Supernatural’daki Gabriel’i de çok severdi Hanna; ama uğraşılan kişi kendisi olunca pek de eğlenceli olmuyordu bu durum.


“Of, bir rahat bıraksa ölür zaten!” diye homurdanıp somurtarak koltuğunda bağdaş kurdu Hanna ve bilgisayarını kucağına çekip Sekyung’un büyük olasılıkla sevimli kedi videoları olduğunu tahmin ettiği bir şeylere gömüldü. Sekyung gülüp başını iki yana sallayarak elindeki hikayeye tekrar baktı. Fazlasıyla aşık bir kızla aşkına karşılık vermeyip onunla oynayan pislik bir adam hakkında bir hikaye yazıyordu; ama zaten hikaye gerçek olamayacak kadar saçmaydı. Sekyung iç çekip vazgeçti ve belgeyi kaydetmeden silip bilgisayarının kapağını kapattı. Arkadaşına iyi geceler diledikten sonra odasına girip yorganının altına kıvrıldı. Uzun ve yorucu bir gün geçirmişti; uyuması bir dakika bile sürmedi. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder