-1-
“Gecenin daha yeni başladığını hepimiz biliyorduk; ama hiç
kimse bunu dile getirmeye cesaret edemiyordu. Kopacak fırtınayı ölümcül bir
merakla bekliyorduk. Herkesin yüzünde yapmacık bir sırıtış, bir eğlenme ifadesi
vardı. Hepimiz gülüyorduk, televizyondan yayılan müziğin ritmiyle sağa sola
sallanıyorduk. Bir tek ben gerçekten eğleniyormuş gibi oynuyordum, diğer herkes
bariz bir biçimde kendini öyleymiş gibi görünmek için zorluyordu. Tepe lambası
kapalıydı, sadece iki uzun gece lambasından yayılan sarı ışıkların
loşluğundaydık. Umursamamaya çalıştığımız çift televizyonun yanında kucak
kucağaydı. Göz göze geldiğimiz zaman hiçbir şey yokmuş gibi davransak da
genellikle o tarafa hiç bakmamaya çalışıyorduk. Alçak masanın etrafına
dizilmiştik; ortada bir tepside büyük bir kasede alkol, shot bardakları ve oyun
kartları keyfimizi bekliyordu. Bir haftadır beklediğimiz oyun bu değildi; ama
kontrol bizde değildi ve şimdi oyun başlamak üzereydi. Ve hepimiz kopacağından
hiç şüphe duymadığımız bu fırtınayı ölümcül bir merakla bekliyorduk.”
*
İnkar edilemez bir tatlılığı vardı.
İki senedir etrafta görüyorlardı, aslında ilk başta aynı
okulda olduklarından bile emin değildiler. Hem okula, hem de evlerine yakın
olan bir kafede görüyorlardı en sık onu. Kafenin adı Dionysos’tu, şarap tanrısı
olan. Mitolojideki Bacchus’la aynı tanrıydı; ama bu ismi pek bilinmezdi.
Kafenin sahibi uzun, kumral, parlak mavi gözleri olan bir genç adamdı ve
devamlı müşterileriyle de her zaman iyi arkadaş olmuştu aslında. Adı Jesse’ydi
ve tabii ki yabancıydı. Dil konusunda hiç sıkıntısı yoktu, hatta ismi Jesse
olmasa yabancı olduğu bile anlaşılmazdı – bir de gözleri bu kadar parlak bir
mavi olmasa. Tabii ki Jesse kendilerinden on yaş kadar büyüktü ve
tanışmadıkları bir nişanlısı da vardı. Kafede her gördüklerinde arkasından
bakıp aptal aptal sırıttıkları kişi de kesinlikle o değildi.
Hayır, onları her seferinde aptal bir hülyaya sokan kişiye,
adını bilmedikleri için, kendi aralarında kafenin adıyla sesleniyorlardı: yani
Dionysos diye. Onu neredeyse her gün orada bulabilirdiniz. Aslında gözlerinin
rengi dışında Jesse’yle olan inanılmaz benzerliği yüzünden ikisinin akraba
olabileceği yönünce teorileri vardı; ama henüz bunu sorup doğrulamamışlardı.
Öylece sormanın oldukça tuhaf olacağını düşünüyorlardı. Bildikleri bir şey daha
varsa, Dionysos’un tek hayranının onlar olamayacağıydı. Daha önce defalarca
arkasından konuşulduğunu duymuşlardı. Adını bilmeden onun hakkında olduğunu
nasıl mı anlıyorlardı? Dionysos’ta otururken arka masadan “köşe masada oturan
yakışıklı” hakkında dönen konuşmanın sesleri gelince durum oldukça bariz
oluyordu, aslında.
İki sene içerisinde bir kere Sekyung tek başına kafede
otururken bir konuşmaya şahit olmuştu. Dionysos ve bir arkadaşı – ki kesinlikle
onun kadar yakışıklı değildi – Sekyung’dan iki masa öteye oturup konuşmaya
başlamışlardı. Sekyung kulaklığını düzeltir gibi yaparak biraz gevşetmiş,
müziği durdurmuş ve açık kestane saçlarını kendine siper ederek önündeki
deftere hikayesini yazmaya devam ediyormuş gibi yapmaya başlamıştı; bir yandan
da ne dediklerini duymaya çalışıyordu. Çok fazla şey duyamamıştı; ama kimse
denemediğini söyleyemezdi.
İki sene içerisinde aynı zamanda aynı okulda olduklarını da
kesin olarak öğrenmişlerdi. Hatta kafedeki varlığına bile alışmışlardı; artık o
kadar heyecanlanmıyorlardı. Tabii ki her seferinde izliyorlar ve arkasından
konuşuyorlardı; ama artık o eski hülyalı bakışları kalmamış sayılırdı. En
azından Hanna artık net bir biçimde pek de umursamadığını söyleyebilirdi. Bir
sene boyunca çıktığı bir sevgilisi bile olmuştu. En yakın arkadaşı Rian’la aynı
çocuğu sevdikleri ve Rian’ın bütün bu süre zarfında hislerini içinde tuttuğu
gerçeği bir yana, çocuk da Hanna’yı ilgisizlikle suçlayıp aldatınca – ne
alakası vardı, halbuki Hanna boş olan her zamanını neredeyse çocuğa ayırıyordu
– oldukça heyecanlı, Dionysos’a uğramadıkları bir dönemleri bile olmuştu. Gerçi
tilkinin dönüp dolaşıp gittiği yer kürkçü dükkanıydı; aynen bunun gibi onlar da
sonunda kendilerini yeniden Dionysos’ta bulmuşlardı. Şaşırtıcı olmayan bir
şekilde Bay Pek Yakışıklı Dionysos da her zaman oturduğu köşe masada
bilgisayarını kurcalıyordu.
“Bak sizinki yine burada.” Dedi Baekhee, yanında oturan
Sekyung’u dürterek. Sekyung gözlerini devirirken Rian kendi kendine kıkırdamaya
başladı. Baekhee dönüp ona baktı. “Ne oldu, bir şey mi kaçırdım?”
“Bu ahmak onunla arkadaş olmamız gerektiğine inanıyor da.”
Diye gözlerini devirdi Hanna, “Onun da pek normal olmadığını hissediyormuş, iyi
arkadaş olacağımıza inanıyor.”
“Niye öyle dedin ki, belki de gerçekten olursunuz.” Diye
omuz silkti Baekhee. Hanna delici bakışlarını yanında oturan kıza dikti.
“Siz mi? Sen ne zamandan beri kendini bizden ayrı tutmaya
başladın, canım?” dedi, iğneleyerek.
“Son bir aydır ilk defa sizinle beraber yemek yiyebiliyorum;
farkında mısın bilmiyorum ama arkadaş olursanız o gruba ben dahil
olamayacağım.” Dedi Baekhee saniye sektirmeden, “Hani buradan bakınca pek de
oturduğu yerde oturan birine benzemiyor. O yüz bende olsa ben kesinlikle
korkunç bir çapkın olurdum.”
“Ay kedi ulaşamadığı ciğere mundar dermiş; yoksa burada bir
kıskançlık mı seziyorum?” dedi Hanna abartılı bir ses tonu ve geniş bir
sırıtışla.
“Ne münasebet, hiç özlemedim sizi, zaten ben bayılıyorum
hastane köşelerinde sabahlamaya!” diye iğneledi Baekhee.
“Kim sana git tıp oku dedi ki zaten, salaklık sende.”
Diyerek saçını savurdu Sekyung.
“Sağ ol be!” deyip somurttu Baekhee, sonra yeniden Hanna’ya
döndü. “Neler duyuyorum ben, Hanna hanım? Hiç haberimiz bile yok; danışmanın
seni yemeğe çıkarmak istemiş?”
“Kim yetiştirdi hemen?” diyerek arkadaşlarına kötü kötü
baktı Hanna.
“Sır olduğunu bilmiyorduk.” Diye ellerini masum olduğunu
gösterircesine havaya kaldırdı Rian. Hanna iç geçirdi.
“Anlat bakalım güzellik.” Dedi Baekhee, öne eğilerek.
“Anlatacak bir şey yok ya işte gidelim dedi ben de olur
dedim…” diye mırıldandı Hanna sessizce. Baekhee hafif bir ıslık çaldı.
“Kızımız hızlı çıktı. Bir Hanna kadar olamadınız be, yuh
size!” dedi Baekhee, sonra meraklı gözlerle yeniden Hanna’ya döndü. “Eee, sonuç
ne?”
“Fos çıkmış.” Dedi Rian, Hanna’nın yerine, “Saçma bir
biçimde sıkıcıymış. Film kültürü, dizi kültürü, ya da herhangi bir konuda
kültürü yokmuş galiba.”
“Hayatı ev-iş ikilisinden mi ibaret yani?” dedi Baekhee,
inanamazlıkla. Diğer üç kız bıkkınlıkla başlarını yukarı aşağı salladılar. “Bir
insan nasıl böyle yaşayabilir ki?”
“Dinime küfreden Müslüman olsa…” dedi Sekyung, saklama
gereği duymadan bakışlarını Baekhee’ye dikmişti.
“Dediğim gibi; ben de bayılıyorum hastane köşelerinde
sabahlamaya. Ayrıca sen ne demek istiyorsun, ben kültürsüz müyüm yani?” diye
cırladı Baekhee, herkesi güldürerek.
“Kimmiş kültürsüz?” diye hemen arkalarından gelen sesle
Sekyung ve Baekhee dönüp sesin sahibine baktılar. Arkalarında Hwang Zİ Tao
fuları ve ceketinden kurtulma çabası içindeydi. Dördü uzun zamandır
arkadaştılar ve neredeyse kardeş kadar yakındılar.
“Hoş geldin çiçeğim!” diye yerinden fırlayıp Tao’ya sarılıp
yanaklarından öptü Hanna.
“Ne yaptınız?” dedi Tao ve sırayla diğer üç kızı da
yanaklarından öpüp yanlarına oturdu. “Kaç zamandır görmedim seni Baek-baek, ne
yapıyorsun? Neredesin şimdi sen?”
“Dahiliye polikliniğindeyim, ilaç yazdırmaya geleni
beklerim.” Diye sırıttı kız, sandalye çekip masanın yanına ilişen arkadaşlarına
bakarken. “Şaka maka kendimi bayağı doktor olmuş falan gibi hissediyorum. Çok
havalı.”
“E az kaldı tabi.” Dedi Tao, başını sallayarak. “Sizden ne
haber?” dedi Tao, diğer üç kıza dönüp.
“Bildiğin gibi çiçeğim; dersler, ev ve parasızlık. Ay geçen
gün çok güzel bir elbise gördüm; ama niye her şey bu kadar pahalı olmak zorunda
ki? Yani herkes zengin değil!” diye parmaklarını yüzüne bastırarak aşağı çekti
Hanna. Bu sahne Tao’nun her zaman gülmesine neden olmuştu.
“Bir gün zengin olduğumuzda bunun acısını çıkaracağız, boş
ver sen tatlım.” Dedi Tao ve elini teselli edercesine Hanna’nın koluna koydu. Hiç
kimse onun modaya olan bu büyük aşkını anlayamıyordu; Tao hariç. Sekyung bir
gün onları oturmuş telefondaki bir şeye bakıp ağlanırlarken yakalamıştı;
sonuçta ekrandakinin ünlü bir modacının harika tasarımlarından olduğu ortaya
çıkmıştı. Buradaki kimse modadan anlamadığını söyleyemezdi; ama bu ikisinin
seviyesi bambaşkaydı.
“Esas sen anlat, fink fink gezen sensin.” Dedi Rian,
başlayacak olası bir moda konuşmasını önlemek adına. “Ayrıca hala Kris’le
olanları anlatmadın.”
“Onu gerçekten anlatmak istemiyorum.” Dedi Tao,
ciddileşerek. “Yani siz de söylediniz en son tatile gidişimizde, birbirimizi
yoruyorduk, arkadaştan çok düşman gibiydik. Artık da görüşmüyoruz.”
“O kadarını biliyoruz da yani bize gönderilen o fotoğraftan
sonra bir şeyleri merak etmemiz de doğal, bence.” dedi Sekyung.
“Ya aslında bize bunu böyle söyleyebilen bir insana ne kadar
saygı duyabiliriz, gerçekten tartışılır.” Dedi Baekhee, konuşmaya katılarak.
Artık kızlarla çok görüşmüyor olabilirdi; ama Kris resmi de hepsinin bulunduğu
mesaj grubuna göndermiş, yorumlarını da oraya yazmıştı. Resim de ikisinin
mesajlaşmalarının bir ekran görüntüsünde Tao’nun Kris’e hakaret ettiğini
gösteriyordu. Kris bu mesajı gönderdikten sonra Tao’nun ne kadar kötü bir insan
olduğundan bahsederek onları soğutmayı denemişti; en azından dört kız bu
şekilde düşünüyorlardı.
“Bir buçuk senedir arkadaş olduğun birine bunu yapabilmek
için kafanda bir şeylerin ciddi yanlış olması gerek. Ben senin Kris’in
söylediği gibi biri olduğunu düşünmüyorum, açıkçası.” Dedi Sekyung, oldukça
ciddi bir biçimde. Tao yorum yapmadan önüne baktı.
“Hadi ama, söylesene!” diye ısrar etti Hanna.
“Boş verin; siz onu ihmal etmeyin de. Bizim aramızdaki bir
şey bu sonuçta sizin arkadaşlığınızı etkilemesin; ama o hassas bir dönemde
sonuçta, benimle çok buluşursanız bunun hesabını tutacaktır.” Dedi Tao. Sekyung
oldukça sesli bir biçimde ofladı.
“Tamam, bir şey olmaz. İki haftadır her hafta sonu onun
evindeyiz zaten. Çağırdığımızda gelmemesi bizim suçumuz değil. Hem sen de bizim
arkadaşımızsın, ne yapacaktık, direk seni satıp onunla mı görüşecektik?” dedi
Rian, karamelli içeceğini umursamazca yudumlamadan önce.
“Kesinlikle katılıyorum.” Diye onayladı Hanna.
“Bunlar beni aşar, ben ikinizle de doğru dürüst
görüşemiyorum zaten.” Diye masum olduğunu belirtircesine ellerini kaldırdı
Baekhee.
“Ya ben hiçbir şey yemedim, çok açım!” diye sızlandı Tao
birdenbire, çocuk gibi.
“E bir şeyler iste, çiçeğim?” dedi Hanna ve yakınlardaki bir
garsonu çağırıp çabucak bir menü istedi. Tao menüye gömülünce kızlar bu sefer
yemek yemenin ne kadar güzel bir şey olduğu hakkında hafif bir muhabbete
daldılar. Derin konulardan konuşmak onlar için hiçbir zaman yeterince eğlenceli
olmamıştı. Onlar hayatı hafif yaşayıp mümkün olduğunca fazla eğlenerek
yaşayacakları yılların hakkını verme taraftarıydılar. Sonuçta yalnızca bir defa
genç olunuyordu.
Böyle söylemelerine rağmen akşamları en sık yaptıkları şey
partilere gidip her gece başka bir yakışıklıyı eve atmak değil, pijamalarıyla
oturup televizyonun karşısında cips yemek veya bilgisayarda oyun oynamak gibi
sedanter aktivitelerdi. Bunlardan daha fazla hoşlanıyorlardı; özellikle
kendilerine birer sıcak içecek yapıp televizyonun karşısında film izlemekten ve
her gün çıkan aptal yarışma programlarını açıp dalga geçerek karınları ağrıyana
kadar gülmekten.
Hanna ve Sekyung aynı evi paylaşıyorlardı; ama Rian
sessizliği paylaşmaya tercih ettiğinden bir sokak ötedeki stüdyo dairesinde
kalıyordu. Bazen film izlemek veya oyun oynamak için o da gelirdi, bazen de
tembelliği tutar ve mesaj grubundan yorum atmakla veya kıskançlığını
belirtmekle yetinirdi. Tao evinde abisiyle beraber kaldığı için genelde kimse
onun evine gitmezdi; zaten Tao ve Kris hala ayrılmaz ikililerken hep Kris’in
evinde toplandıklarından kızlar daha önce Tao’nun evini görmemişti bile. Sadece
onlara çok da uzak olmadığını biliyorlardı. Bildikleri ufak bir detay daha
vardı ki kesinlikle Tao’nun evi Hanna ve Sekyung’un evinden binlerce kat daha
temizdi.
Kimsenin onaylamayacağı bir biçimde hem Hanna hem de Sekyung
ev düzenine o kadar önem veren insanlar değillerdi. Pislik içinde yaşamasalar
da çoğunlukla her taraf kıyafetler, çeşitli defter kalemler, boş su bardakları
ve kullanılmış peçetelerle dolu olurdu – evi toplamak için çaba gösterdikleri
nadir zamanlar dışında. Onların evine her geldiğinde Rian’ın söylenmesi o kadar
alışıldık bir şeydi ki artık iki kız bunu sorgulamadıkları gibi dinlemiyorlardı
da. Buzdolabının çalışması gibi bir sesti Rian’ın söylenmeleri ve her seferinde
de nasıl ikisiyle asla aynı evde yaşayamayacağıyla ilgili bir kısa söylevle
biterdi. Her zaman aynıydı.
Baekhee diğer hepsinden uzak bir yerde, çalıştığı hastaneye
yakın bir lojmanda kalıyordu ve meşgul olduğu için gerçekten çok nadir birlikte
bir şey yapabiliyorlardı; ama Hanna ve Rian evleri ayırıp da Baekhee ulaşım
kolaylığı açısından lojmana taşınmadan önce Sekyung’la ev arkadaşıydılar ve her
açıdan abla kardeş kadar yakındılar. Sekyung Baekhee’yi özlüyordu, Baekhee’nin
de diğer herkesi özlediği kesindi; ama yapabilecekleri bir şey yoktu. Sadece
Baekhee arada bir sinemaya giderlerse katılıyordu, sonra dedikodu seansı
yapıyorlar ve ayrılıyorlardı.
Görüşmedikleri sadece bir tane arkadaşları vardı: Hanna’nın
eski sevgilisi Lee Donghae. Rian’la aynı çocuğu sevmek ve olaylı bir biçimde
ayrılmak, hoş olmayan bir duruma sebep olmuştu. Hanna artık bu konuyla ilgili
tam bir hiç hissetmesine rağmen aynı ortamda bulunmalarının tuhaf olacağını
düşündüğünden hala Donghae’nin varlığını reddediyordu. Bazen Sekyung ve Rian
Donghae’yle görüşmeye gidiyorlardı; ama Hanna her seferinde yalnız kalıyordu ve
bu ikisinin de hoşuna gitmiyordu. Ama Donghae Tao’nun da yakın arkadaşı
olduğundan pek bir kaçış olmuyordu.
Son zamanlarda fazla dışarı çıkmadıklarından pek sorun
olmuyordu gerçi; ama üç kız da durumdan sıkılmaya başladıklarını itiraf etmek
zorundaydılar. Evde pijamalarla oturup bilgisayarın tuşlarıyla aşk yaşamak
sonsuza kadar yapılabilecek bir şey değildi. İnsanların sosyalliğe ve eğlenceye
de ihtiyaçları vardı ve dört kız da herhangi bir partiye öylece dalıp kendi
başlarına dans edecek veya orada ayaküstü yüzeysel arkadaşlıklar kuracak
insanlar değillerdi.
“Of, sıkıldım!” diye patladı Hanna bir gün, Sekyung’un
yazmakta olduğu saçma sapan hikayeden başını şaşkınlıkla kaldırmasına neden
olarak.
“Film izleyelim, bebişim?” dedi Sekyung.
“Öyle değil be!” diye yine ofladı Hanna ve parmaklarını
yüzüne bastırarak aşağı çekip iç geçirdi. “Sıkıldım, yani hayatımızda hiçbir
şey yok! Sinemaya gidiyoruz, alışveriş yapıyoruz, film izliyoruz falan; ama
bakar mısın kaç yaşına geldim hala sevgili sayım ne? Bir! Hani parmakla
sayılabilecek de değil, direk kafamla sayabileceğim kadar az: bir! Abi kaç kere
geleceğim dünyaya, birkaç sevgili değiştireyim diyorum, eğleneyim, gezeyim,
hayatımı yaşayayım diyorum, şuna bak! Yirmi üç yaşına geldim, hala bir sevgili!
Yani, şaka mı bu ya?”
Hanna oturduğu yerde tepinip başını tavana dikerken Sekyung
çok sesli gülmemek için kendini zor tutarak onu izliyordu. Hanna gerçekten
orada biri varmış gibi tavana bakarak konuşmaya devam etti.
“Yani yarattın bari unutma, değil mi? Kısmet dağıtırken bizi
unuttun mu, nedir yani?” dedi kız ve tekrar Sekyung’a döndü, “Hayır, kadın
başına bir erkek düşüyormuş dünyada; benim payımı kim yiyor? Kim yiyor, bulup yolacağım! Millet üç dört tanesini
birden idare eder, bizde gölgesi yok! Yani iyi bitmesi falan gerekmiyor hani
bir tane istiyorum ya bir tane! En azından biraz eğlenirdik!”
“Senin en azından bir tane geçmişte var, ya ben ne yapayım,
Açılmadan iade!” dedi Sekyung, iğneli bir biçimde, “Haline şükredeceğine…”
“Abi en verimli yaşlarımız geçiyor farkında mısın? Huu huu,
orada kimse var mı? Yani ben böyle geçirmek istemiyorum, ya en azından biraz
eğleneceğim birini versen?” dedi Hanna, sonunda yeniden annesiyle pazarlık
yapan bir çocuk gibi tavana bakarak. Sekyung bu sefer elinde olmadan bir
kahkaha patlattı ve başını iki yana salladı.
“Bak şimdi kapıdan maymundan bozma kısa boylu göbekli kıllı
herifin biri falan girecek, yapma, senin Trickster’la şaka olmaz.” Dedi
Sekyung. Hanna ne zaman bir şey istese veya beklese, olması olasılığı olan en
kötü senaryo başına gelirdi, hatta sırf bu yüzden onun kendi Trickster’ı
olduğuna inanmışlardı. Zaten Supernatural’daki Gabriel’i de çok severdi Hanna;
ama uğraşılan kişi kendisi olunca pek de eğlenceli olmuyordu bu durum.
“Of, bir rahat bıraksa ölür zaten!” diye homurdanıp
somurtarak koltuğunda bağdaş kurdu Hanna ve bilgisayarını kucağına çekip
Sekyung’un büyük olasılıkla sevimli kedi videoları olduğunu tahmin ettiği bir
şeylere gömüldü. Sekyung gülüp başını iki yana sallayarak elindeki hikayeye
tekrar baktı. Fazlasıyla aşık bir kızla aşkına karşılık vermeyip onunla oynayan
pislik bir adam hakkında bir hikaye yazıyordu; ama zaten hikaye gerçek
olamayacak kadar saçmaydı. Sekyung iç çekip vazgeçti ve belgeyi kaydetmeden
silip bilgisayarının kapağını kapattı. Arkadaşına iyi geceler diledikten sonra
odasına girip yorganının altına kıvrıldı. Uzun ve yorucu bir gün geçirmişti;
uyuması bir dakika bile sürmedi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder