-11-
Akşam eve gittiğinde Baekhee beklemediği bir manzarayla
karşılaştı. Annesiyle babası bir toplantıdan dönmediğinden Haerin akşam
yemeğini kendisi halletmek zorunda olduğunda karar vermiş, başında bandanası ve
üzerinde önlüğüyle mutfakta kendi kendine savaş veriyordu. Baekhee çantasını
bırakıp fal taşı gibi açık gözlerle içeri girdiğinde her tarafa saçılmış
malzemeler, darmadağın bir tezgah ve sağa yaslanmış duran elektrik süpürgesiyle
karşılaştı – belli ki Haerin kendi yemeğini yapma savaşı esnasına birkaç da
tabak kırmıştı.
“Beşinci günün şafağında geri dönmüş Gandalf gibi
hissediyorum, kızım bu ne hal?!” dedi Baekhee, adımlarını dikkatle atarken.
Haerin elindeki bıçakla biberi doğrama işine o kadar konsantre olmuştu ki
ablasının geldiğini konuşana kadar fark etmemişti.
“Ah, Ak Gandalf, o zaman kazanmama yardım edersin,
herhalde?” dedi Haerin, başını işinden kaldırmadan. Baekhee elinde olmadan
kıkırdadı.
“Ne savaşı veriyoruz?” dedi kız, kollarını sıvayarak.
Kardeşinin cevap vermesini beklemeden mutfağı toparlamaya girişti.
“Sebzeli erişte yapacaktım aslında; ama nedense erişte
kısmına daha gelemedim bile. Sebze cephesinde bir türlü zafer kazanamadım.”
Dedi Haerin, somurtarak, arkasından dilini çıkarıp büyük bir azimle biberlerini
doğramaya devam etti. Baekhee bir yandan mutfağı toplarken diğer yandan
kardeşinin hazırladığı sebzelere baktı. Bir kase havuç, biraz brokoli, biraz
kabak… şimdi de biberleri doğruyordu. Haerin eve ondan bir saat önce varırdı;
demek ki bir saatte henüz bunları hazırlamayı anca bitirmişti.
“Anlaşılan anneme çekmişsin.” Dedi Baekhee, iç geçirerek.
Bir an sonra Haerin’in elindeki bıçak Baekhee’nin yüzüne doğrultulmuştu.
“Bu iyi bir şey, değil mi unni?” dedi kız, tatlı tatlı
gülümseyerek. Baekhee dikkatle bir adım geri çekildi.
“Kesinlikle dünyanın en büyük iltifatı, şimdi o bıçağı ait
olduğu yere götürür müsün?” dedi çabucak. Haerin hiçbir şey olmamış gibi
biberlerini doğrama çabasına devam etti.
“Bu biberleri de doğradıktan sonra erişte kısmına
geçebileceğim.” Dedi küçük kız, hevesle. Baekhee kızın hevesini kırmak
istemedi.
“O zaman ben de sana asistanlık yapayım.” Dedi sadece ve
mutfaktaki korkunç dağınıklığı toparlamaya devam etti. O tezgahın üstünü pırıl
pırıl yaptığında Haerin biberlerini doğramayı anca bitirmişti. Kız mutlulukla
geri çekilip eserine baktı.
“Evet, işte şimdi esas savaşa geçebiliriz!” dedi hevesle.
Baekhee kızın kendini haşlamasından endişeleniyordu; ama kimse düşmeden
yürümeyi öğrenmemişti, değil mi?
“Önce suyu kaynatacaksın, değil mi? Ağır olur, senin için
suyu ben koyayım.” diyerek bir tencere çıkardı Baekhee. Haerin başıyla
onayladı.
“Ben de tam onu diyecektim.” Diyerek ellerini beline koydu
ve ablasını izledi küçük kız. Baekhee kendi kendine sırıtarak suyu doldurdu ve
ocağa koydu.
“Şimdi, onun kaynamasını beklerken… sosu hazırlayacağız!”
diye buyurdu Haerin, elindeki küçük kağıda dikkatle bakarak. Baekhee annesinin
dağınık el yazısını beş metre uzaktan kolayca tanıdı.
“Hmm… onu biraz değiştirmeye ne dersin?” dedi Baekhee
kardeşine muzipçe. Haerin bir an düşündü; Baekhee kızın beyninin içindeki
düşünme sürecini izleyebiliyormuş gibi hissetti; önce tariften ayrılma
konusunda şüphe duysa da sonra ablasının hazırladığı kahvaltıyı hatırlamıştı.
“Öyle olsun, bakalım.” Dedi küçük kız havalı bir tavırla.
Baekhee yüksek sesle gülmemek için dilini ısırmak zorunda kaldı.
“Hadi başlayalım o zaman.” Dedi Baekhee ve bir şeyler yapma
konusunda fena halde hevesli olan kardeşine modifiye edilmiş sosun tarifini
vermeye başladı. Tarifi Hanna’yla beraber uydurmuşlardı ve evde deneyen
Hanna’nın söylediğine göre inanılmaz lezzetli oluyordu.
Su kaynadığında Baekhee’nin yardımıyla sosun malzemelerini
hazırlamış, bir tavada sebzeleri pişiriyorlardı. Baekhee suyun içine önceden
atmayı unuttuğu biraz tuzu atarak ikisine zaman kazandırdı. Sebzelerle işleri
bittiğinde su yeniden fokurdamaya başlamıştı; erişteleri suyun içine atıp sosu
hazırlamaya giriştiler. Daha kırmadan tabak tutamayan bir insana bir tavayı
emanet edemeyeceğini düşündüğünden ocakla ilgili işleri ağırlıkla Baekhee
yapıyordu. Haerin’in yardım etmesine izin verse de, insanın hata yapmadan
öğrenemeyeceğini düşünse de kardeşine kıyamamıştı. Elbet zamanla öğrenirdi,
çocuk daha on yaşındaydı!
Erişteleri süzüp üzerine sebzelerle sosu döktüler,
karıştırdılar ve tabaklarına koydular. Haerin hem heyecanlı, hem gergin
görünüyordu. Salonu kirletmek yerine küçük mutfak masasına geçip çubuklarını
ellerine aldılar; ama Haerin tereddüt etti.
“Ne oldu, kedicik?” dedi Baekhee, çubuklarından sarkan
eriştelerle. Kardeşinin aksine o hiç düşünmeden yumulmak üzereydi.
“Şey… yok bir şey.” Dedi Haerin ve gergince çubuğunu
eriştelerine daldırdı.
“Şöyle yapalım; ben zehirlenmezsem sen de yersin.” Dedi
Baekhee. Haerin gözlerini devirdi, Baekhee buna aldırmadan çubuğundaki
erişteleri ağzına doldurdu. Yavaşça çiğnerken tabağından biraz sebze yakalayıp
onları da ağzına attı ve çiğnemeye devam etti. Haerin tepkisini görmek için
ablasının ağzının içine bakıyordu. Baekhee karşı koyamadı.
Kız birdenbire gözlerini fal taşı gibi açıp elini boğazına
attı ve sanki boğuluyormuş gibi tırmalamaya başladı. Haerin bir an ne olduğunu
anlayamaz gibi baktı; bir an sonraki dehşeti ise görülmeye değerdi. Küçük kız
telaşla çubuklarını attığı gibi ayağa fırladı ve ablasının yanına koştu; ama ne
yapacağı hakkında hiçbir fikri yoktu, telaşla sağa sola koşturmaya başladı.
Baekhee rolüne daha fazla devam edemedi, gülmeye başladı. Haerin dönüp ablasına
baktığında yüzünde sadece bir an için bir rahatlama vardı; ama daha sonra dev
bir inanamazlık ve kırgınlık yerleşti.
“İğrençsin!” diye isyan etti küçük kız, ablasını yumruk
yağmuruna tutarken, “Sana bir daha asla inanmayacağım! Pislik! Adi! Geber,
tamam mı?!”
“Dur- bak yemeğin soğuyacak!” diye güldü Baekhee, kendini
küçük kızın yumruklarından korumaya çalışırken. Haerin yanaklarını şişirip
somurttu ve azametle yerine geçip oturdu. Kız sinirle çubuklarını alıp yemeye
başlarken Baekhee elinde olmadan kıkırdıyordu.
“Ne gülüyorsun? Çok mu komik?” diye parladı Haerin,
lokmasını yuttuktan sonra.
“Hayır, sadece çok tatlısın, kedicik.” Dedi Baekhee.
“Sen de çok gıcıksın.” Diyerek gözlerini kıstı Haerin.
“Peki yemek nasıl olmuş?” dedi Baekhee, kızın dikkatini
dağıtmak için. Aslında biraz daha inat etmesini beklemişti; ama küçük kızın
yüzü çabucak değişti.
“Böyle yemek yapmayı nereden öğrendin? Bu haksızlık!” dedi
Haerin hevesle,bir lokma daha alarak.
“Yemeği sen yaptın.” Diye omuz silkti Baekhee.
“Çocuk mu kandırıyorsun sen? Tek başıma olsam o mutfak
patlardı!” dedi Haerin, büyük bir ciddiyetle. Baekhee bir kahkaha patlattı.
“On yaşında biri için oldukça iyisin diyelim, o zaman.” Diye
sırıttı kız, kardeşine. Haerin ters bir tavırla elini sallasa da bu iltifattan
memnun olmuş gibiydi.
“Bunu benim de öğrenmem lazım. Sonsuza kadar annemin
yemeklerine mahkum olamam.” Dedi kız.
“Aman duymasın, bir daha asla susmaz sonra.” Dedi Baekhee.
İki kardeş de güldüler, sonra Baekhee devam etti. “Okuldaki arkadaşım Hanna var
ya anlattığım, onunla uyduruyoruz bunları. Ama bir de okulda mutfak dersi var
ve hocamız acayip iyi.”
“Mutfak dersi mi?” dedi Haerin, gözlerini şaşkın şaşkın
kırpıştırarak. Baekhee başıyla onayladı.
“Haftada bir gün mutfağa gidip yemek yapıyoruz. Evet, okulun
içinde böyle bir mutfak var, bana öyle bakma. Bugün pasta yaptık hatta.” Dedi
Baekhee. Haerin’in gözleri ardına kadar açıldı.
“Benimle dalga mı geçiyorsun?” dedi küçük kız.
“Gayet ciddiyim!” dedi Baekhee, sonra sırıttı. “Hem bizim
hoca sende olsa sen de usta aşçı olurdun.”
“Eee… sizin okula nasıl giriliyordu, demiştin?”
Kardeşiyle muhabbet edip gülerek yemeklerini yediler. Haerin
hevesle masayı toplamaya giriştiğinde, ki bu Baekhee’nin kardeşinin sağlık
durumunu sorgulamasına neden olmuştu, kız hiç şikayet etmeden odasına geçti.
Annesiyle babasının toplantıdan ne zaman geldiğini görmedi, o kadar geç
geldiler ki kızların ikisi de uyumuştu.
Ertesi sabah Jongwoon akşam buluşmak için ona mesaj attı.
Baekhee fazla düşünmeden kabul etti, zaten geç uyandığından okula yetişmek için
acelesi vardı. Çabucak hazırlanıp bisikletine atladı ve pedala öyle bir asıldı
ki yolda neredeyse dosdoğru sarı bir Beetle’a tosluyordu. Aracın şoförü frene
asıldığında ucu ucuna kazadan kurtuldular; ama Baekhee’nin vakti yoktu.
Arkasına bakmadan el sallayarak yüksek sesle bir teşekkür savurdu, arkasından
son gaz okula doğru sürmeye devam etti.
Okula vardığında ilk ders başlamak üzereydi. Einstein’ın
dersine geç kalsa adamın uyuzluğunu birebir çekmek zorunda kalacağından son
anda içeri sızıp yerine oturabildiğinde rahat bir nefes aldı. Ders bittiğinde
Hanna’yla önceki gün kardeşiyle yaptığı yemek macerası hakkında muhabbete
daldı, bir sonraki dersin ne zaman başladığını hoca onları haşlayana kadar fark
etmedi bile. İkinci ders de bittiğinde defterini çantasına koyup yeniden
Hanna’ya döndü; ama kız o arada ortadan kaybolmuştu.
“Az önce gitti.” Dedi Yongguk, arkasından.
“Ben defterimi çantama koyana kadar gitti mi?” dedi Baekhee,
etkilenmiş bir biçimde. Yongguk kızın boş masasının üzerine oturup ayaklarını
sallandırdı ve kıza doğru eğildi.
“Sence nereye gidiyordu?” diye sordu Yongguk, sır verir
gibi. Baekhee kapıya bir göz attı.
“Bilemiyorum, Himchan da bu teneffüs ortada yok, hani…” dedi
kendi kendine konuşurcasına. Yongguk’un kaşları havalandı.
“Ne yani, sen şimdi onun yanına gitti, mi diyorsun?” dedi
genç şaşkınlıkla.
“Onu ben söylemedim.” Diye sırıttı Baekhee. Yongguk
somurttu.
“Ama ima ettin.” Dedi genç, gözlerini kısarak.
“Sen de anladın, demek ki senin de aklında varmış. Ben onu
sorgularım döndüğü zaman; ama kabul et, sen kaybedeceksin.” Dedi Baekhee.
Yongguk ağzını balık gibi açıp kapattı, sonra homurdandı, saçlarını iki eliyle
karıştırdı ve Baekhee’ye baktı.
“Bu kadar çabuk olamaz, göreceksin! Üç günü aşarsa hayatta
kabul etmem.” Dedi Yongguk.
“Bir haftadan önce olursa da ben kabul etmiyorum, hadi
bakalım.” Dedi ve kollarını kavuşturdu Baekhee. Yongguk saf saf gözlerini
kırpıştırdı.
“E peki o araya denk gelirse ne olacak?” dedi genç.
“Hmm… o zaman iddiaya girdiğimizi itiraf edip Hanna’yla
Himchan’a birer dilek hakkı-”
“Yok deve!” diyerek kızın sözünü kesti Yongguk.
“Ne var be?” diye parladı Baekhee.
“Mümkün değil olmaz. Başka bir şey bul.” Dedi Yongguk
inatla. Baekhee yanaklarını şişirdi, tavana baktı, biraz düşündü.
“O zaman arada kalırsa teknik olarak ikimiz de kaybetmiş
oluyoruz. Kaybedenin bir dilek hakkı borcu olacaktı, ikimizin de birer dilek
borcu olur. Nasıl?” dedi Baekhee sonunda. Yongguk düşündü.
“Olabilir, fena değil.” Dedi genç, tüysüz çenesini
kaşıyarak.
“Sen de bir şeyi beğenmiyorsun be! Çok biliyorsan kendin
bul!” diye söylendi Baekhee.
“Fena değil, dedim ya!” dedi Yongguk şaşkınca; ama Baekhee
sinir olmuştu bir kere. Burnundan soluyarak azametle başını çevirdi. Bir saniye
sonra Yongguk’un hafif kıkırtısını duyduğunda şaşırdı. Tek gözünü açıp göz
ucuyla baktığı zaman Yongguk elini kızın başına koyup hafifçe saçlarını
karıştırdı.
“Hey! Saçımı dağıtma!” diye haşlayarak gencin elini itti
Baekhee; ama elinde değildi, o da gülüyordu.
Hanna sınıfa hocadan bir saniye önce girdi, Baekhee’nin ona
bir şey sormaya fırsatı olmadı; ama bir sonraki teneffüs kız ortadan
kaybolmadı, Himchan da yanlarına gelmedi. Baekhee kıza önceki teneffüs nereye
kaybolduğunu sorduğunda Hanna’dan sadece tuvalete gittiği cevabını aldı. Kızın
doğruyu söylediğini pek düşünmese de daha fazla sorgulamak saçma olurdu, ısrar
etmedi.
Öğlen arasında çatıya çıkarlarken bu sefer Yongguk’u da
yanlarına aldılar, Baekhee gelirken ona da yiyecek bir şeyler getirmişti. Tam
Baekhee Himchan’ın ne cehennemde olduğunu soracaktı ki genç kapıdan paldır
küldür çıkarak kızın sorusunu ağzına tıktı, ardından hemen yanlarına
oturuverdi. Aslında daha çok Hanna’nın yanına oturduğu söylenebilirdi,
özellikle kızın yanına gidip biraz daha yakın oturmuştu genç; ama Hanna’nın bu
konuda hiçbir yorum yapmaması Baekhee’nin özellikle dikkatini çekti. Yongguk’la
bir an göz göze geldiler, Baekhee çabucak gözlerini kaçırıp durduk yere
gülmemek için yanağının içini ısırdı. Bir an sonra Hanna Himchan’ın tadını
merak ettiğini söylediği kimbap rulosunu gencin hazır öğlen yemeği kutusunun
içine hiç sorgulamadan bırakıp bundan sonra ona evden yemek hazırlayıp
getirmesini isteyip istemediğini sorduğunda (“Bunu gerçekten yapar mısın? Yani
ciddi misin? Kesinlikle hayır demeyeceğim!”) Baekhee’nin bu sefer her şeyi
berbat edecek bir yorum yapmaması veya pot kırmaması için kendini yemeğine
boğması gerekti. Hatta bu işi biraz abartmış olacak ki Yongguk müdahale edip
kızın sırtına vurmak ve biraz su içerek rahatlamasını sağlamak zorunda kaldı.
Hanna sorgulayan bakışlar atsa da Baekhee’nin her zaman bir öküz gibi yeme
potansiyeli olduğunu bildiğinden soru sormadı.
Öğleden sonra okul çıkışında Himchan sormadı bile. Sadece
bisikletine yerleşip bekledi ve sanki bu her zaman yaptıkları, anlaşılmış,
sıradan bir şeymiş gibi Hanna onun arkasına oturuverdi. Baekhee söylemek
istediği her şeyi yutup el sallayarak ayrıldıktan sonra kendinden memnun bir
sırıtışla pedal çevirmeye başladı, Yongguk bu konuda bir yorum yapmamayı tercih
etti. Baekhee aslında direk eve gidip Hanna’yı aramak ve uzun bir sorguya tabi
tutmak istiyordu; ama Jongwoon’la buluşması lazımdı, o iş sonraya kalacaktı.
Jongwoon’la Baekhee’nin evine yakın bir parkta,
bisikletleriyle buluştular. Kısa bir muhabbetin ardından Jongwoon Baekhee’yi
peşine taktı ve peş peşe sürmeye başladılar. Anlaşılan gencin bildiği güzel bir
kafe vardı, biraz uzaktaydı ve Jongwoon sevgilisinin kaybolmasını istememişti.
Baekhee hala bu sevgili işine ısınmaya çalışıyor olsa da artık eskisi kadar
garipsemediğini söyleyebilirdi.
Jongwoon’un bahsettiği yere varmaları yirmi dakika kadar
sürdü. Şehrin daha sakin sokaklarından birinde küçük bir kafeydi burası. Sıcak
bir atmosferi, iyi müziği ve muhteşem bir kahve kokusu vardı. İçerideki ahşap
masalar kiraz ağacından ve cilasızdı, duvarlarsa döşemelerden tavana kadar
kitapla dolu kitaplıklarla kaplıydı. Sakin ve rahatlatıcı bir yerdi. Baekhee
yarısı boş olan kafede oturacak bir yer beğenmeden önce parmaklarını kitapların
üzerinde gezdirerek biraz dolaştı.
Kafe sahibinin önerisiyle üzeri ve etrafı sarmaşık kaplı
arka bahçeye oturdular. Baekhee en sevdiği kahve çeşidi olan karamel
macchiatodan bir büyük bardak söyledi, Jongwoon fındıklı filtre kahve tercih
etti. Kahveler gelene kadar Baekhee küçük kafeyi incelemeye devam etti,
kahveler gelince de yerine oturdu.
“Burayı nereden buldun?” dedi kız, oturduğu yerden sarmaşıkları
incelerken.
“Annemin beraber kafe açmayı düşündüğü arkadaşının yeri
burası. Düzenli müşterileri olsa da şehrin dışında olduğundan pek fazla iş
yapmıyor, birkaç hafta içinde kapanacak.” Diye açıkladı Jongwoon. Baekhee
içinin acıdığını hissetti.
“Ama bu yer çok güzel!” dedi kız, üzüntüyle. Jongwoon
kıkırdadı.
“Annem şehir merkezinde uygun bir yer buldu. Burayı olduğu
gibi şehir merkezine taşımak gibi bir şey olacak, herhalde.” Dedi Jongwoon.
“Kesinlikle buranın kaybolması yazık olurdu.” Dedi Baekhee,
rahat bir nefes alarak. Kahvesinden bir yudum aldığında kafenin kapanmayıp
sadece taşınacak olmasına bir daha sevindi; bu son zamanlarda içtiği en güzel
kahvelerdendi.
Akşam boyu Jongwoon’la kafeler, güzel atmosferler ve
kafedeki kitaplar hakkında sohbet ettiler. Görünüşe göre Jongwoon’un küçük
kardeşi de kendi çapında bir roman yazmaya çalışıyordu; ama bir yıldır o kadar
çok silip baştan başlamıştı ki hala hikayenin yarısına bile gelememişti.
Baekhee zamanında kendisi de hikaye yazmaya yeltendiği için sıkıntıyı
anlıyordu; önceden yazılan yer bir ay sonra asla yeterince iyi gelmezdi. Saçma
bir biçimde Haerin’in hiç böyle sıkıntıları yoktu; kızın yazdığı şey kötü bile
olsa tamamlayıp saklamak gibi hoş bir huyu vardı.
Hava kararmaya başladığında Jongwoon Baekhee’yi yine
bisikletle eve kadar bıraktı. Vedalaşırken tam Jongwoon Baekhee’ye küçük bir
öpücük vermeye hazırlanıyordu ki Haerin elindeki basketbol topunu ikisinin
üzerine fırlatıp iğrenç olduklarına ve onu travmatize ettiklerine dair
çığlıklar atarak Jongwoon’u gidene kadar kovaladı. Genç köşede gözden
kaybolduğu anda da sanki ellerinin tozlanmasına sebep olan bir işi halletmiş
gibi ellerini çırparak kendinden memnun bir biçimde ablasının yanına döndü.
Baekhee yerden aldığı basketbol topunu sertçe kızın göğsüne doğru fırlattı;
Haerin topu son anda yakaladı.
“Ne yaptığını sanıyorsun sen, aptal fare?” diye tısladı
Baekhee, gözlerini kısarak.
“Yapmam gereken şeyi!” dedi Haerin, burnun havaya dikerek,
“İlişkinizi onaylamıyorum, sessizce durup izleyecek değilim!”
“Seni ilgilendirmez!” dedi Baekhee, sinirle. Bir öpücük için
sinirlenmiş falan değildi; ama kardeşinin herhangi bir insana böyle yapabiliyor
olması başlı başına sinir bozucuydu. Gerçi Haerin tam onun kardeşiydi; ama yine
de sinir bozucuydu.
“Nasıl beni ilgilendirmez? Travmatize oluyorum ben burada!
İlle de öpüşecekseniz gidin kendinize bir oda falan tutun; benim önümde
yapmayın! Çocuk var burada!” dedi Haerin, ellerini beline koyarak.
“Sana bak diye yalvarmadım ya, gözünü kapat madem!” dedi
Baekhee anında. “On yaşındasın, böyle şeyler yapmayı bırakman gerek artık!”
“Herkese de yapmıyorum; ama o uyuz şeyin seni öpmesini de
istemiyorum işte!” diye tepindi Haerin. Baekhee cevap vermek için ağzını açtı;
ama küçük kız izin vermedi. “Bu yaşımda ben bile anlıyorum; sen neden hala
anlamıyorsun? Onun da canını daha çok yakacaksın! Sevmiyorsun sen onu işte, aşk
böyle olmaz! O da seni sevmiyor, sadece sevdiğini sanıyor! Onu ne kadar geri
plana attığını görmüyorum mu sanıyorsun? Bunu neredeyse bir zorunluluk olarak
gördüğünü? Sonunda ikiniz de daha fazla incineceksiniz; kes artık rol yapmayı,
aptal!”
Haerin ayaklarını yere vura vura apartmana koşarken Baekhee
arkasından bakakaldı. Bazen kardeş yerine büyümüş de küçülmüş bir yavru dehaya
sahip olduğunu unutuyordu – evet deha; dahi olmak için illa Mozart, Shakespeare
ya da Tesla olmak gerekmiyordu, ne olmuş yani?
Baekhee eve çıktığında Haerin hiçbir yerde yoktu, muhtemelen
sinirle odasına kapanmış bir şeyler yazıyordu. Baekhee de mutfaktan atıştıracak
bir şeyler aldıktan sonra odasına geçti ve ilk iş olarak Jongwoon’a mesaj
atarak Haerin adına özür diledi. Jongwoon sorun etmediğini, hatta komik
bulduğunu ve yol boyu güldüğünü söyleyince rahatlayarak derin bir nefes aldı.
Onunla kısa süre mesajlaştıktan sonra vedalaştı ve bu sefer Hanna’yı aradı.
Normalde hep ilk seferde açan kız bu sefer açmayınca Baekhee üç dört defa üst
üste aradı, sonunda tam pes etmiş telefonu yatağına atıyordu ki Hanna geri
aradı.
“Sonunda!” diyerek açtı Baekhee telefonu.
“Çok ısrarla aradığınız için geri aradım; Hanna banyoda. Bir
sorun mu var?” diye sordu tanımadığı bir erkek sesi. Baekhee’nin bir an kaşları
çatıldı.
“Şey, hayır; sadece… çıktığında beni aramasını söyleyebilir
misiniz? Bir şey soracaktım da…. de-dersle ilgili bir şeyler.” Dedi Baekhee,
cümlenin sonunda ufak bir yalan üfürüverse de kekelemesinin onu ele verdiğine
adı gibi emindi.
“Dersle ilgili, anlıyorum…” dedi telefonun karşısındaki ses,
inanmadığı barizdi. Baekhee sessizce avucunu yüzüne vurdu. “Şey, tabii,
söylerim ben ona.”
“Teşekkürler, iyi akşamlar!” dedi Baekhee ve karşı tarafın
cevabını duymayı beklemeden telefonu çabucak kapattı.
Bu da neydi böyle şimdi?! Birincisi, Hanna banyoya giderken
telefonunu ortalıkta mı bırakıyordu? Kızın telefonu çok kıymetliydi; ya odada
bırakır, ya da banyoda müzik dinlemek için yanına alırdı. Bu yabancı erkek
telefonu banyodan almış olamayacağına göre odadan mı almıştı? Peki Hanna’nın
odasında çalan telefonu nereden duymuştu? Baekhee Hanna’nın odasının üst katta
olduğunu biliyordu, salondan duyulmazdı. Öylesine odanın önünden geçen biri de
telefonun ısrarla çaldığını anlayamazdı. Yani bu genç adam bir süredir
Hanna’nın odasına mıydı?!
Baekhee tırnağını kemirdi. Ses çocuk sesi gibi değil,
yetişkin bir erkeğin sesi gibi geliyordu. Baekhee Hanna’nın bir küçük bir
büyük, iki erkek kardeşi olduğunu biliyordu, bu ses de küçük kardeşine ait
olamazdı. Yani abisi miydi? İyi de abisinin Hanna’nın odasında ne işi vardı
ki?! Bir sebepten kızın banyodan çıkmasını beklemediği sürece… herhalde öyle
bir şey yapmak için bir sebebi olamazdı, değil mi? İyi de, abisi değilse kimdi
bu adam?!
Bu düşünceler ve komplo teorileriyle geçirdiği on beş
dakikanın ardından delirmek üzere gibi hissederken sonunda telefonunun
çalmasıyla yerinden bir metre zıpladı Baekhee. Yatak yaylanınca telefon da
yataktan zıplayarak düşme tehlikesine girdi; kız düşmek üzere olan telefonu
yakalamak için lazer ışığına atlayan kedi gibi telefonun üzerine atladı ve “patileriyle”
düşmeden telefonu bir şekilde yakaladı. Aletin kapağını açarken birkaç kere
elinden düşürme tehlikesi geçirip birkaç okkalı küfür savursa da sonunda sağ
salim telefonu açıp kulağına dayamayı başardı.
“Hanna?” dedi, nefes nefese.
“Sakin ol, dostum; bu ne telaş, maraton mu koştun?” dedi Hanna’nın
çınlayan sesi. Baekhee bu sefer arayanın o adam olmadığını anladığında rahat
bir nefes aldı.
“Kimdi o adam?” dedi hemen ardından çabucak.
“Ne adamı?” dedi Hanna şaşkınca.
“Sen banyodayken beni geri aradı, acil bir şey olup
olmadığını sordu. Abin miydi?” dedi Baekhee.
“Ne oldu, yoksa sesine aşık mı oldun?” dedi Hanna muzipçe. Baekhee,
kızın görmeyeceğini biliyor olsa da, abartılı bir biçimde gözlerini devirdi.
“Saçmalama, kadın!”
“Tamam be, ne kızıyorsun! Abim değildir, abim benim odama
neden girip telefonuma baksın ki?” dedi Hanna, bu bir farenin bir fili tek
lokmada yutması fikrinden bile daha saçma bir düşünceymiş gibi.
“Ben de onu diyorum! Eğer beni arayan bir hayalet değilse,
kimdi o adam?” diye sordu Baekhee yine. Hanna bir an düşünüyormuş gibi kendi
kendine mırladı.
“Heechul olabilir.” Dedi sonunda.
“O kim ola ki?” dedi Baekhee, kaşlarını çatıp başını hafifçe
bir yana eğerek.
“Siz tanışmadınız hiç-”
“Ah, gerçekten mi, deme yahu?!” dedi Baekhee abartılı bir
biçimde. Hanna sinirle homurdandı.
“Dinlemeyeceksen telefonu kapatıp yüzüğü de atacağım, adam
ol!” diye haşladı kız.
“Sen de düzgün anlat o zaman!” diye cevap verdi Baekhee. Hanna
derin bir nefes alarak devam etti.
“Siz henüz tanışmadınız; çünkü o üniversitede. Kendimi bildim
bileli en yakın arkadaşım. Bize gelmiş de, benim duş almam gerekiyordu; o da
odamda beni bekliyordu.” Dedi Hanna. Bu sefer Baekhee derin bir nefes aldı.
“Bebekliğinden beri en yakın arkadaşın, abinin yaşına daha
yakın, o seni ziyarete geldiğinde sen duş alıyorsun ve bu süre zarfında o seni odanda bekliyor… doğru mu anladım?” dedi
Baekhee, sadece emin olmak için. Eğer bu gerçekse ya Hanna kördü, ya da Himchan’ın
hiç şansı yoktu.
“Evet aynen öy… bekle, hayır, değil! Saçmalama, öyle değil,
tuhaf yerlere çekme işi!” diye çevirdi Hanna son anda. Baekhee, arkadaşının
göremeyeceğini bilmesine rağmen çenesini kaşıdı.
“Şimdi, ben hiçbir şeyi hiçbir yere çekmiyorum. Her şeyi
olduğu gibi anlatıyorum, sen kendin yaşayan kişi olarak bu şekilde anlıyorsun. Ben
ne yapayım?” dedi Baekhee. Hanna’nın sinirle homurdandığını duyabiliyordu.
“Sen kesin öyle düşünürsün diye ben- aman seninle
tartışılmaz şimdi bu! Yakın arkadaşım Heechul işte.” Diye kestirip attı kız. Baekhee
kendi kendine mırıldandı, sonunda zorlamanın pek anlamı olmadığına karar verdi,
belli ki Hanna henüz anlatmaya hazır değildi.
“Tamam, madem öyle esas soruma geçiyorum.” Dedi ve sırıttı
kız, Hanna’nın hattın diğer ucunda gerildiğini sezer gibiydi. “Sen, Himchan,
hayırdır?”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder