-9-
Ertesi sabah Baekhee telefonunun sekiz şiddetinde bir
depreme eşdeğer titreşimiyle uyandı. Yerinden okkalı bir küfür eşliğinde fırlayıp da korkunç
canavarların olduğu karanlık bir mahzende olmadığını gördüğü zamansa rahat bir
nefes aldı. Kısa süre titreyip susmuş olan telefonuna uzandı ve saate baktı.
Saat daha dokuzdu! Bir cumartesi sabahı Baekhee on ikiye kadar uyumayı kendine
hak saydığından bu saatte uyanık olmak neredeyse bir günahtı. Dün neredeyse
bayılana kadar kitap okuduğundan telefonun titreşimini açık unutmuş olmalıydı;
ama zaten sabah dokuzda kim mesaj atardı ki?!
Gelen kutusunu açtığında mesajın göndereninin Caretta diye kayıtlı olduğunu görerek iç
geçirdi. Eh evet, tabii ki Jongwoon bu gece uyumakta biraz zorlanmış
olabilirdi. Durum Baekhee’ye tuhaf da gelse, gencin sözleri acemice ve hesapsız
da olsa kız onun gözlerinde ve tavırlarında duygularının yoğunluğunu bariz bir
biçimde görebilmişti. Daha önce fark etmemesinin tek nedeni, bunu görmek için
bakmıyor oluşuydu; bazen gözünüzün hemen önündeki şeyleri bile
görmeyebilirdiniz. Ama şimdi, bir kere fark ettikten sonra bunu görmemek
imkansızdı.
Baekhee mesajı açtı, içeriğinin kısa bir “günaydın tatlım, yine rüyama girdin.”
Olduğunu gördüğünde şaşırmadı. Kız rüyasında Hanna, Himchan ve Yongguk’la
birlikte dört serüvenci şeklinde ne olduğunu bile bilmedikleri, çok değerli bir
hazineyi bulmak için yarı aktif bir volkanın tepesindeki lanetli bir şatoya
girerek büyülü canavarlarla savaştığı için verecek pek romantik bir cevabı
yoktu.
“Öyle mi? Ne
yapıyordum?” yazıp yolladı, bir süre düşündükten sonra. Cevabın gelmesi çok
sürmedi.
“Bizim evin
bahçesindeydik. Güneş vardı, bir de kocaman beyaz tüylü bir köpek vardı. Sen
dans ediyordun. Çok güzeldin.”
Baekhee mesaja bakakaldı. Bir süre ne söyleyeceğini
bilemeden düşündü. Bu gerçekten çok tatlıydı, gülümsemesine neden olmuştu; ama
biliyordu ki başka bir kız olsa heyecanla yerinde tepinir ve tuhaf viyaklama
sesleri çıkarırdı. Neyse, her sevgi aynı olmak zorunda değildi, değil mi?
“Bu çok tatlıymış.
Köpek istediğimi nereden biliyordun?”
“Çin’de söylemiştin.
Bugün buluşalım mı, bir şeyler yapmak ister misin?”
Baekhee fazla düşünmeden gencin önerisini kabul etti. Kısa
bir tartışmadan sonra lunaparka gitmeye karar verdiler. Öğleden sonra buluşmak
için sözleştikten sonra Baekhee yatağından kalkıp duşa girdi. O duşa girerken
herkes uyuyordu, çıktığında da değişen bir şey olmamıştı. Bir cumartesi sabahı
saat onda babası bile uyanmış olmazdı. Yeni yeteneklerini denemek için ıslak
saçlarına doladığı havluyla beraber mutfağa kapandı.
Bir saat sonra sonunda annesiyle babası odalarından
çıktığında Baekhee herkesi uyandırmak üzereydi. Elinde çay bardaklarıyla dolu
bir tepsiyle salona giderken salon kapısında şaşkın şaşkına bakmakta olan
annesinin yüz ifadesi paha biçilemezdi.
“Kızım kafana taş mı düştü sabah sabah?” dedi kadın, büyük
bir şaşkınlıkla. Baekhee kıkırdadı.
“Gör bak bakalım, yemek nasıl yapılırmış!” dedi kız neşeyle,
arkasından dolu çay bardaklarını götürüp masaya bıraktı. “Eee, Haerin nerede?
Hala uyuyor mu kerata?”
“Hala uyuyor kerata; ama tuhaf olan onun uyuması değil,
çiçeğim.” Dedi babası, şaşkın ve etkilenmiş bir gülümsemeyle.
“Bu sabah erken uyandım işte, bir kıyak geçeyim dedim. Zaten
öğleden sonra arkadaşımla buluşacağım, birlikte bir kahvaltı edelim.” Dedi
Baekhee, arkasından kendi kendine bir şarkı mırıldanarak kardeşinin odasına
girdi.
Haerin odasına izinsiz girilmesinden hiç hoşlanmazdı; ama
Baekhee sabahları onu kapıdan seslenerek uyandırmanın imkansız olduğunu
tecrübelerinden biliyordu. Kardeşini üzeri pembe kalpler ve oyuncak ayıcıklarla
kaplı yatağında, yorganına dolanmış uyurken buldu. Elinde olmadan kıkırdadı. Kız böyle uyurken küçük bir melek kadar masum ve savunmasız görünüyordu.
Bilmese Baekhee kardeşinin de kendisine çekmiş, cazgır bir kız çocuğu olduğunu
asla tahmin edemezdi.
“Kedicik…” diye seslenerek kızın yanına yaklaştı yavaşça. Haerin
hiçbir tepki vermedi. Baekhee yanına gidip yatağın bir köşesine oturdu ve
kardeşinin kulağının arkasını kaşımaya başladı. Küçük kız bu sefer mızıldanıp
kedi gibi kıvrılarak yanıt verdi. “Kalk bakalım kedicik, kahvaltı zamanı.”
“Ben sonra yesem…” diye mızıldandı Haerin.
“Pişman olursun sonra bak. Muhteşem şeyler var, ablan
hazırladı kahvaltıyı.” Dedi Baekhee. Kısa bir sessizliğin ardından Haerin’in
gözleri kafası karışmış gibi açıldı ve meraklı bir kedi gibi Baekhee’nin yüzüne
dikildi.
“Rüya mı görüyorum, yoksa sen kahvaltı mı hazırladın?” dedi
kız.
“Kalk da yüzünü yıka, hadi.” Diyerek küçük kızın yanağına
birkaç kere hafifçe dokundu Baekhee. Haerin bacaklarını yorganından çözerek
yatağında doğruldu.
“Zehirlenmeyiz, umarım.” Dedi küçük kız, Baekhee kalkıp
kapıdan dışarı çıkarken.
“Ben yerim, ölmezsem sen de yersin.” Dedi Baekhee
kıkırdayarak, arkasından odadan çıkıp salonda hazırladığı krallara layık
kahvaltı masasına geçti. Normalde bütün aile masada olmadan yemeğe başlamamak
gibi bir kuralları vardı, geçerli bir bahanesi olmayan veya yemek yemeyeceğini
belirtmemiş herkesi beklerlerdi; ama bu sabah babasını tabaklardan birkaçını
gizlice tırtıklarken yakaladı Baekhee.
“Ne kadar ayıp, baba!” diye haşladı kız, şakayla karışık.
“Evet, hayatım, ne kadar ayıp!” diye onayladı onu annesi;
ama dişinin arasına takılmış bir ıspanak parçası onu da ele veriyordu.
“Yemedim, anne.” Dedi Baekhee ve yerine yerleşip kardeşini
beklemeye başladı. Beş dakika sonra Haerin mor benekli pijamalarıyla salonun
kapısında belirdiğinde onun da yüzüne aynı şaşkınlık ifadesi yerleşti. Kız yavaş
adımlarla kahvaltı masasına yaklaşırken yüzünde rüyada olduğunu düşündüğünü
açıkça belli eden bir ifade vardı.
“Bunu gerçekten sen mi hazırladın unni, yoksa tek amacın
beni kandırmak mıydı?” dedi Haerin.
“Tatlım, sence annem böyle bir şeyi hazırlayabilir miydi?”
dedi Baekhee, en kibar gülümsemesini takınarak. Haerin kahkahasını bastırmak
için elini ağzına kapattı.
“YAH! Sen anneye ne demek istiyorsun, bakayım?” diye haşladı
annesi, babasının da gizli gizli kıkırdamasına neden olarak. Adam da Baekhee
gibi biliyordu ki eğer sesli gülecek olursa kadın kesinlikle küçük çaplı bir
kavga başlatır ve gün boyu ona küserdi.
“Hiç!” dedi Baekhee sonunda çabucak ve çubuklarını alıp
kahvaltısına gömüldü.
Kahvaltıdan sonra üzerine bir kotla tişört çekip hafif bir
makyaj yaparak evden çıkması saat biri bulmuştu. Buluşacakları yer uzak
değildi; ama bir buçukta buluşmaya karar vermişlerdi. Baekhee yürüyerek
gitmenin ne kadar süreceğini bilmiyordu; buluşacakları yere daha önce sadece
bisikletle gitmişti. Lunaparkın etrafında düzgün bir bisiklet parkı
olmadığından otobüsle gideceklerdi, bu sefer bisikletini yanına alamazdı.
Baekhee apartmandan çıkınca bisikletine özlem dolu bir bakış
attı; ama dosdoğru kapıya ilerleyerek yürümeye başladı. Yol düşündüğünden biraz
daha uzun sürdü, ya da belki de tepede parlayan güneş gözlerini acıtıp beynine
işlediği için öyle hissediyordu. Buluşacakları parka vardığında Jongwoon çoktan
oraya varmış, bir salıncakta hafif hafif sallanmakla meşguldü. Baekhee onu
görür görmez çabucak yanına koştu.
“Hey, geç mi kaldım?” dedi kız, gencin başını kaldırıp ona
bakmasına neden olarak.
“Tam olarak on dakika.” Diyerek gülümsedi Jongwoon, sonra
ayağa kalktı. Baekhee ilk defa gencin ondan uzun olduğunu fark ederek şaşırdı.
Ayağının altındaki toprağı ayakkabısının burnuyla deşerek hafifçe başını
kaşıdı.
“Şey, kusura bakma…” diyordu ki Jongwoon’un yüzündeki muzır
ifadeyi fark etti.
“Bir öpücük verirsen affedebilirim.” Dedi Jongwoon,
kurnazca. Baekhee bir an ne yapacağını bilemeden kalakaldı, sonra akışına
bırakmaya karar verip gevşedi. Parmaklarının ucunda yükselip gencin dudaklarına
hafif bir öpücük kondurdu, ardından tatlı tatlı sırıtarak geri çekildi.
“Affedildim mi?” dedi uysalca. Jongwoon’un bunu beklemediği
açıktı, şaşırmış görünüyordu; ama bir an sonra kızaran yanakları ve yüzüne
yayılan sırıtış o kadar tatlıydı ki Baekhee kıkırdadı.
“Hm, sanırım, bu seferlik.” Diye pişkin pişkin sırıttı
Jongwoon, ardından uzanıp Baekhee’nin elini tuttu, parmaklarını birbirine
doladı. “Hadi gidelim o zaman!”
Baekhee gününün bu kadar mükemmel geçmesini beklediğini
söyleyemezdi; ama bir kere gevşedikten sonra düşündüğünden çok daha fazla
eğlenmişti. Lunaparka girdikleri anda Baekhee Jongwoon’u hız trenine sürükledi.
Bir cumartesi günü olmasına rağmen sıra çok uzun değildi, fazla beklemeden trene
bindiler. Baekhee’ye göre bu uçmak gibi bir şeydi; ama Jongwoon saçlarını
rüzgardan korumaya çalışırken o kadar komik görünüyordu ki Baekhee bütün zamanı
onun haline gülerek geçirdi. İndiklerinde de gencin yüzünde dondurması yere
düşmüş çocuk ifadesi vardı. Baekhee onu kendine getirmek için bir dondurma
ısmarladı ve üç isabette dev bir oyuncak ayı veren bir atış standında, plastik
oklar atan bir tüfekle atış yapmasını izledi. Herhangi bir şey kazanmasını
beklemiyordu; ama sonunda günün kalanını kollarında dev bir oyuncak ayıyla
gezmek zorunda bırakarak Jongwoon hem Baekhee’yi, hem kendini oldukça şaşırttı.
Ardından Baekhee bu sefer Jongwoon’u korku evine sürükledi.
Dev ayıyı girişte bir küçük çocuğun anahtarlık ayıcığıyla takas ettikten sonra
– çocuk mutluluktan çığlık atmıştı – içeri girdiler. Jongwoon pek etkilenmiş
gibi durmuyordu, aksine tepelerine düşen ilk iskelette kahkahalarla gülmeye
başladı. Baekhee bütün havayı bozduğu gerekçesiyle onu biraz patakladı. Çıkışı
bulmaya çalışırlarken dev bir örümceğin mesken tuttuğu bir odaya girdikleri
zamansa esas kıyamet koptu. Baekhee örümceklerden ölümüne korkardı. Çığlık atıp
koşarak odadan uzaklaşırken Jongwoon’u da yakasından yakalayıp peşinden
sürüklediğini tabutlarla dolu, kan lekeli bir odada nefeslenmek için
durduklarında fark etti.
“İyi olduğuna emin misin?” dedi Jongwoon, eğlenmekle
endişelenmek arasında kalmış gibi. Baekhee nefes nefese de olsa başıyla
onaylayınca karnını tutarak gülmeye başladı, nefesleri biraz düzene girince
Baekhee de ona katıldı. Onlar kahkahalarla gülerken tabutundan birden fırlayan
bir zombiyle ikisi birden bir çığlık atıp yine gülerek odadan kaçtılar. Evin
geri kalanını her korkunç şeyde birbirlerine bakıp korkunç bir çığlık kopararak
geçirdiler, çıkış kapısını bulduklarında gülmekten ikisinin de karnı ağrıyordu.
Bundan sonra gondola bindiler. Baekhee’nin lunaparkta
korkmasını sağlayan tek oyuncak bu olabilirdi – güvenlik bariz bir biçimde
diğerlerinden daha az olduğundan; ama yine de her seferinde bindiği tek
oyuncaktı. En uca oturdular ve gondol yeterince hızlandığında ellerini
bıraktılar; Baekhee çığlık atmak için, Jongwoon yine saçlarını korumak için.
Karşı uçta oturan bir kızın su şişesinin kapağı uçtuğundaysa gencin çabası
tamamen boşa gitti; suyun tamamı bir şekilde Jongwoon’la Baekhee’nin oturduğu
sıranın üzerine yağmur gibi yağmıştı. İndiklerinde Jongwoon’un yüzünde yine
dondurmasını düşürmüş çocuk ifadesi vardı.
“Niye bu kadar kafana takıyorsun ki?” dedi Baekhee ve
parmaklarını gencin ıslak saçlarının arasından geçirdi. “Bu kadar kasma, bence
saçların her haliyle güzel zaten. Hatta ıslakken daha karizmatik olmuş bile
olabilir.”
Jongwoon’un somurtmayı kesmesi için sadece bu kadarı bile
yeterli oldu. Gencin keyfi yerine gelir gelmez Baekhee onu yakalayıp yeni bir oyuncağa
götürdü. Bu seferki de bir başka çeşit hız treni olmasına rağmen bu kez
Jongwoon saçlarıyla ilgilenmeyi bırakmış Baekhee’yle beraber neşeyle bağırmakla
meşguldü.
Bir sonraki oyuncak Baekhee’nin adını bir türlü dönme dolaptan
ayıramadığı, kendi etrafında dönen dev salıncaktı. Baekhee bu oyuncağı her
zaman çok sevmişti; çocukluğunda annesinin Haerin’le beraber binmesine izin
verdiği tek oyuncak buydu. Sevmesinin tek sebebi bu değildi; ama sebeplerinden
biri buydu. Uçarken hemen önünde oturan Haerin’i yakalamaya çalışmak kadar onu
eğlendiren çok az şey olmuştu.
Güneş alçalmaya başladığında lunaparkın içindeki
satıcılardan birer kase ramyun yediler, birer çubuk meyveli buz aldılar ve
dönme dolaba bindiler. Küçük, kapalı kabinlerinin içinde bütün şehir
ayaklarının altına serilecek kadar yükselirlerken güneş de yavaşça alçalıyordu.
Onlar tam tepeye vardıklarında da gökyüzü muhteşem şeker renklerinden bir yağlı
boya tabloya dönüşmüş gibiydi. Jongwoon omzuna doladığı koluyla Baekhee’yi
biraz daha kendine çekince kız gülümseyerek gence doğru yaslandı. Jongwoon’la
böyle manzarayı izlemek hiç de fena bir his değildi.
Akşam lunaparktan çıktıklarında ikisi de kıkırdıyordu. Jongwoon
kolunu Baekhee’nin omuzlarına atmış, Baekhee de kolunu Jongwoon’un beline
dolamıştı. Tasasızca durağa kadar yürüdüler. Jongwoon onu eve kadar
bırakacağını söylediğinde Baekhee bu sefer itiraz etmeden kabul etti. Otobüsten
indikten sonra sokak lambalarının altında birlikte aptal şarkılar söyleyerek Baekhee’nin
evine kadar yürüdüler. Kapının önüne geldiklerinde Jongwoon Baekhee’nin
dudaklarına bu sefer yumuşak ama gerçek bir öpücük kondurdu. Uzun sürmese de Baekhee
gülümsüyordu. İçeri girdikten sonra apartman kapısının camından gencin
karanlıkta uzaklaşmasını izledi. Jongwoon karanlıkta gözden kaybolmadan eve
çıkmadı.
Odasına gireli beş dakika bile olmamıştı, daha üstünü ancak
değiştirmişti ki Haerin kapıyı açıp içeri sızdı ve Baekhee’nin yatağının
üstünde bağdaş kurdu.
“Ne istiyorsun küçük fare?” dedi Baekhee; ama sesi hiç
huysuz çıkmamıştı.
“Anlat bakalım, ablacığım.” Dedi Haerin, bilmiş bir
gülümsemeyle. Baekhee kıvırmaya zahmet bile etmedi, küçük kardeşi bütün
sevgililerini ve bütün süreçleri net biçimde izlediğinden bir sevgilisi
olduğunda Baekhee’nin nasıl olduğunu bilirdi. Onu kandırmak imkansızdı.
“Neresinden başlamamı istersiniz, majestleri?” dedi,
abartılı bir reveransla. Haerin kendini beğenmiş bir ifadeyle sinek kovar gibi
elini salladı.
“Oturabilirsin, kim olduğuyla başla.” Dedi küçük kız burnunu
havaya dikerek.
“Demek oturabilirim, ha? Şimdi görürsün sen!” dedi Baekhee ve
yatağa zıpladığı gibi kardeşini gıdıklamaya başladı. Küçük kız çığlıklar atıp
kıvransa da artık nefes alamayana kadar Baekhee durmadı. Sonunda serbest
kaldığında ise Haerin’in gülecek hali bile kalmamıştı. Fazla gülmekten
gözlerinde biriken yaşları silip bitkin bir biçimde yatağa serildi. Baekhee çalışma
masasının sandalyesine kurulup bacak bacak üstüne attı.
“Çok kötüsün, biliyor musun?” dedi Haerin, zayıf bir sesle.
“Ben de seni seviyorum. Kim olduğunu mu sormuştun? Hani Çin’de
bir kere bize misafir gelen, tuhaf olduğu için demediğini bırakmadığın abiyi
hatırlıyor musun?” dedi Baekhee. Haerin doğrulup oturdu.
“Onunla çıkıyorum, deme bana!” dedi kız, dehşetle.
“Tam da onu diyecektim. Nesini beğenmedin ki?” dedi Baekhee;
kardeşi böyle bir tepki verdiği için nedense canı sıkılmıştı.
“O senden tam dört yaş büyük! Üniversiteye gitmiyor mu o? Üstelik
o kadar büyük olmasına rağmen tam bir çocuk, neredeyse hiç arkadaşı yok, espri
anlayışı tam bir felaket ve iğrenç dans ediyor! Çin’de sorduğumda Pokemon’un ne
olduğundan bile haberi yoktu, en sevdiği ev hayvanı lanet bir tosbağa, herhangi
bir ortak noktanız var mı ki sizin?” dedi Haerin, kollarını sallayarak. Baekhee
ağzı açık bakakalmış, daha neler söyleyecek diye bir süre daha dinledi.
“O değil de, Haerin, sen bütün bunları nasıl hatırlıyorsun? Onu
sadece bir kere gördün.” Dedi Baekhee, şaşkınlıkla.
“O kadar tuhaftı ki unutmam mümkün değildi! İnsan beyni
tuhaf olan şeyleri hatırlamaya eğilimlidir, canım.” Diyerek saçlarını savurdu Haerin.
“Ama önemli olan şu ki, ben bu ilişkiyi onaylamıyorum, hatta çok saçma
buluyorum!”
“Ya ne var birbirimize benzemiyorsak? Belki birbirimizi
tamamlıyoruz? Hem çok eğlenceli birisi o!” diye itiraz etti Baekhee. Daha bu
sabah bu ilişkiyle ilgili şüpheleri varken şimdi bunu kardeşine karşı bu kadar
şiddetle savunuyor olması onu şaşırtsa da buna çok fazla takılmadı.
“Öyle söyle sen, görürsün bak, buraya yazıyorum, sana göre
değil o çocuk. Ama sakalım yok ki sözümü dinleyesin! Ciddiye bile almıyorsun
beni. Sıkılırsın sen o çocukla, alışkanlıktan çıkmaya başlamışsındır onunla. Haerin
dediydi, dersin.” Diyerek kollarını kavuşturdu küçük kız.
“Ya tamam, ilk başta sadece denemekten zarar gelmez
düşüncesiyle başladım; ama bu iş şimdi hoşuma gidiyor ve daha sadece bir gün
oldu. Ya tutarsa?” dedi Baekhee inatla.
“Sen de, Nasreddin Hoca hesabı… aman hadi, tutarsa haber
ver; ama tutmayınca da şaşırma bak.” Dedi Haerin, sonra yataktan inip azametle
odadan yürüyüp çıktı. Baekhee kızın arkasından bakıp gülmeden edemedi. On yaşındaki
ufacık bir kız böyle davrandığı zaman inanılmaz sevimli oluyordu, bunu inkar
edemezdi.
Haklı olabileceğini
biliyorsun.
İç sesinin beyninde yankılanmasıyla kıkırtıları azalarak
söndü. Evet, biliyordu; Haerin’in ablasının ilişkileri konusunda yanıldığı daha
önce hiç olmamıştı. Kız Baekhee’yi daha tanık olduğu ikinci ilişkiden çözmüştü,
esaslı ve isabetli tahminler yapıyordu. Şimdi de haklı olma olasılığının yüksek
olması aslında Baekhee’yi biraz korkutuyordu.
Sandalyesinden kalkıp yan yana iki el izinin durduğu duvara
yürüdü. Parmaklarını yavaşça kendininkinden sadece birazcık daha büyük olan el
izinin üzerinde gezdirdi. Jongwoon’un elleri bir kızınki gibi ufacık ve
narindi, Baekhee bunu her zaman çok tatlı bulurdu. Jongwoon’a bunu ilk
söylediğinde gencin nasıl itiraz edip ellerine hakaretler yağdırarak kızdığını
hatırlayınca kendi kendine güldü, başını iki yana salladı ve gidip kendini sırt
üstü yatağına bıraktı. Bu tarz şeyleri hatırladığında için dolduran sıcacık his
çok yumuşak, rahatlatıcı ve eve dönmek gibiydi. Belki de bu sefer Haerin haksız
çıkardı, kim bilir? Her şeyin bir ilki vardı.
Ertesi günü Baekhee evde ödevlerini yapmakla geçirdi. Jongwoon’un
ertesi güne bitirmesi gereken yarım bir projesi vardı, buluşmayı çok istese de
bugün buluşmaları mümkün değildi. Baekhee biriyle çıkmaya başlar başlamaz her
dakika dip dibe olmanın ilişkiyi eskittiğine inanırdı; bu yüzden aslında bu
gelişmeden içten içe memnundu. Ödevleri bittiği zaman Hanna’yı arayıp buluşmayı
önerdi. Hanna evde temizlik olduğu için zaten dışarıda bir kafede oturmuş ödev
yapmakta olduğunu söylediği zaman da defterlerini çantasına doldurup bisiklete
atladığı gibi arkadaşının yanına sürdü.
“Bir gün bile bensiz kalamıyorsun, bakıyorum?” dedi Hanna, Baekhee
onun oturduğu masaya gelir gelmez. Bu Baekhee’nin kızı okul dışında ilk defa
görüşüydü. Kızın üzerinde somon rengi, dizlerine kadar gelen bir elbise ve
beyaz, örgü bir hırka vardı. Kağıt beyazı teni, ince, kırılgan görüntüsü ve
omuzlarına narince düşen saç tutamlarıyla kız bir peri masalından fırlamış gibi
gerçek dışı ve güzel görünüyordu. Kız kısa bir süre sessiz kalınca Hanna’nın
yüzüne yayılan şeytani gülümseme illüzyonu bozdu ve Baekhee’yi girdiği transtan
çıkardı.
“Ne oldu? Yoksa Jongwoon’dan ayrılıp benimle mi çıkacaksın?”
dedi Hanna, cilveli bir sesle.
“Jongwoon anca sana kuma olabilir, aşkım; sen benim bir
numaralı sevgilimsin, biliyorsun.” Diyerek çantasını boş bir sandalyeye bıraktı
ve kızın karşısına oturdu Baekhee.
“Yapma ama, şımarıyorum.” Diyerek abartılı bir biçimde göz
süzdü ve utanmış taklidi yaptı Hanna. Baekhee küçük bir kahkaha attı.
“Sen şımar tabi, pamuk prenses! Yerim ben seni.” Dedi Baekhee,
sırıtarak. Hanna bir kahkaha patlattı – kızın kahkahası bile melodik bir
biçimde çınlıyordu, Baekhee bazen ona imreniyordu.
“Ya Baek, sen erkek
olsan seninle ne müthiş bir çift olurduk; neden kız doğdun ki sen?” dedi Hanna.
“İşte, annem yanlış cinsiyette doğurmuş; ne yaparsın! Beceriksiz
karı.” Diye omuz silkti Baekhee, Hanna’nın bir kere daha gülmesine neden olarak.
Bir saniye sonraysa Hanna öne eğilip dirseklerini masaya dayamış, ellerini
çenesinin altında birleştirmiş, ilgiyle ona bakıyordu.
“Eee, yeni sevgilinle işler nasıl gidiyor?” dedi kız, merakla.
Baekhee, saçma bir biçimde, hafifçe pembeleştiğini hissetti. Hanna’nın sırıtışı
genişledi.
“Dün lunaparka gittik.” Dedi Baekhee ve Hanna’nın ısrarcı
bakışlarına boyun eğerek kız sormadan her detayı anlatmaya başladı. Anlatmayı bitirdiğinde
bir saattir oturuyorlardı, Baekhee’nin köpüklü Irish Latte’si bitmişti,
ödevleri hala olduğu gibi duruyordu ve Hanna tam bir saattir arada verdiği
küçük tepkiler dışında sessizce dinliyordu.
“Çok eğlenmişsiniz anlaşılan.” Dedi kız, Baekhee anlatmayı
bitirdiğinde.
“Gerçekten eğlenceliydi.” Diye başıyla onayladı Baekhee;
sadece dünü hatırlamak bile yüzünde silemediği geniş bir gülümsemenin oluşması
için yeterli oluyordu. Hanna yumuşakça, neredeyse şefkatle gülümsedi.
“Dün endişeleniyordum aslında nasıl olacak bu iş diye; ama
sen haklı çıkıyor gibisin, neyse ki.” Dedi Hanna, arkasına yaslanarak. Baekhee gülümsedi.
“Ben değil aslında, daha çok Jongwoon haklı çıkıyor gibi.”
Karşılıklı oturup hocaya söverek matematik ödevlerini
bitirdiklerinde akşam olmak üzereydi. Baekhee acıktığını hissedebiliyordu ve Hanna
da ondan daha iyi durumda sayılmazdı. Baekhee eve gitmek istemiyordu, Hanna da
evde henüz temizliğin bittiğini düşünmüyordu – kardeşinin toza alerjisi vardı
ve temizlik yapıldığı zaman obsesif yapılırdı – bu yüzden dışarıda, birlikte
yemeye karar verdiler. Nerede yiyebileceklerini tartışıyorlardı ki Hanna’nın
telefonu çaldı.
“Bir saniye.” Diyerek telefonunu eline alıp açtı Hanna. “Efendim
Himchan?”
Bu iki kelime Baekhee’nin kulaklarını dikip dikkat kesilmesi
için yeterli olmuştu. Hanna arkadaşının delici bakışlarından kaçınmaya özen göstererek
konuşmaya devam etti.
“Hiç, Baekhee’yle buluştum, dışarıdayız. Sen ne yapıyorsun? …
Anladım, evet… Evet ciddiyim, gayet iyi anladım, yani senin tam bir tembel
teneke olduğunu… Saçmalama, tabii ki haklıyım! … Yani, bilemiyorum… bana
borçlanırsın, diyelim… Eh, ne isteyeceğimi de zamanı geldiğinde düşünürüz…
Tamam o zaman, sen gel, yemeği de nerede yiyeceğimize-… aa, öyle mi? Tamam,
neden olmasın, deneyebiliriz onu… Görüşürüz o zaman.”
Hanna telefonu kapatırken Baekhee kendi telefonuyla
uğraşmaya özen göstermişti. Kız kapattıktan bir süre sonra başını kaldırıp
arkadaşına baktı.
“Ne diyor?” diye sordu, masumca.
“Matematik ödevini yapmayı unutmuş, geçirmek istedi. Ben de
olur, dedim.” Diye omuz silkti Hanna. Baekhee içinden sırıttı.
“Yemekle ilgili ne söyledi?” dedi Baekhee.
“Bildiği çok güzel köri yapan bir yer varmış, deneyebiliriz
dedim.” Dedi Hanna. Baekhee utanmış gibi olduğu yerde büzüştü.
“Şey, onun hakkında… Haerin mesaj attı, annem evde kendi
kendine bana sövüyormuş, bugün de geç gidip yemeği kaçırırsam fena fırça
yiyeceğim gibi duruyor. Ben izin istesem… çok mu kızarsın bana?” diye sordu Baekhee,
çekinerek. Hanna bir an şaşkınlıkla bakakaldı, sonra gözlerini kıstı.
“Bana bak…” diyordu ki, Baekhee hızla ellerini masum
olduğunu gösterircesine kaldırarak onu durdurdu.
“Gerçekten öyle bir niyetim yok bak düşündüğün gibi değil! İstersen
seninle yerim tabi, annem hep fırça atıyor sonuçta.” Dedi Baekhee ve gülümsedi,
kararını değiştirmiş gibi. Hanna pişman olmuş gibi iç çekince de içinden
zaferle havayı yumrukladı.
“Ya şimdi gereksiz yere fırça yiyeceksin…” dedi kız. Baekhee
omuz silkti.
“Ama öbür türlü de sen yalnız yiyeceksin. Himchan ödevini
alıp gitmeyecek mi?” diye sordu, saf ayağına yatarak. Eğer Himchan’ı biraz bile
tanıdıysa biliyordu ki az önce o da onlarla birlikte yemeyi teklif etmişti.
“Hayır, yerin nerede olduğunu söylemedi; okula yakınmış,
okulun önünde buluşursak beraber gidebileceğimizi söyledi. O da bizimle
yiyecekmiş.” Dedi Hanna çabucak. Baekhee şaşırmış gibi yaptı.
“İşi gücü yok mu bu çocuğun, ev yemeğini bırakıp bizimle
köri mi yiyecek?” dedi kız.
“Sen eve gidiyorsun, sen sus.” Dedi Hanna.
“Ya ama-”
“Gitmezsen annen seni haşlayacak, gidersen ben akşam
yemeğimi sensiz yemiş olacağım. Kötü seçeneği devekuşuna sorsa bulur. Gidiyorsun
dedim, o kadar!” diye buyurdu Hanna. Baekhee formalite icabı biraz daha mırın
kırın ettikten sonra arkadaşına teşekkürler yağdırarak çantasını topladı, yol
üstünde olduğu için okula kadar onu bisikletiyle götürdü, iki yanağından da
öperek okul kapısında vedalaştı ve eve doğru pedal çevirmeye başladı. Hanna’nın
görüş alanından çıktığı anda da zaferle havayı yumruklayıp bisikletini zıplattı
ve aptal bir şarkı tutturarak neşeyle sürmeye devam etti.
ya sana neeeeğ Baekhee sana neeeeeeeğğğğğğ!!! bırak sap kalsın himchan. bu şekilde ıııımmmm bilemiyorum belki hayatının aşkına 5 yıl erken kavuşur falan. bilirsin işte hayatta olur böyle şeyler.
YanıtlaSilve jongwoon konusunda... hımmmm.... bilemedi ben. sanki inatla oraya ait olmayan puzzle parçasını boşluğa koymaya çalışıyormuşsun gibi
ama boşluk montunnnnn
mont <3