2 Mart 2015 Pazartesi

Aşk Tesadüfleri Sevmez - 4

-4-

Sınıfa tekrar girdiklerinden iki saniye sonra arkalarından hoca da girdi. Hoca derse hazırlanırken Baekhee notlarını, çantasını ve basitçe sınıfta bıraktığı her şeyi olası hasarlar için gözden geçirdi ve memnuniyetle hepsinin sapasağlam, el değmemiş durduklarını gördü. Ders boyunca yine beyni yandı; ama arada bir Hanna’yla bakışıp kızın sessiz kusma, horlama, kendini boğma ve ağlama taklitlerine maruz kaldıkça durdurmaya çalıştığı kahkahaları dersin daha iyi geçmesini sağlamıştı. Tam kız sırasının üzerine yatmış, gözlerinin altına yapıştırdığı ince uzun kağıt parçalarıyla hocanın arkasından zavallı bir biçimde inleyip ağlayarak yalvarma taklidi yapıyordu ki zil çaldı.

Baekhee öğle yemeğinin başlangıcına bu kadar sevinen bir başka insan daha gördüğünü hatırlamıyordu. Kız resmen olduğu yerde ayağa fırlayıp havayı yumruklamıştı; ama tabii ki hoca görmeden yerine geri oturup uslu öğrenci ifadesini takındı. Hoca ödev olarak ne yapmaları gerektiğini söylerken Baekhee tuttuğu notun kenarından kızın ayağını sabırsızca yere vurduğunu görebiliyordu. Hoca sonunda sınıftan çıktığında sesli bir biçimde nefes verdi.

“Bir an hiç bitmeyecek sandım!” dedi kız ve hızla çantasından bir kutu çıkardı, ardından Baekhee’ye döndü. “Öğle yemeğin var mı? Yoksa seninle paylaşabilirim, abime pişirdiklerim bende kalmış.”

“Ciddi misin? Yani, emin misin?” diye sordu Baekhee, hevesini gizlemeye çalışarak. Hanna kıkırdadı ve başıyla onayladı.

“Hadi çekinme, zehirli değiller. Al şunu.” Dedi ve çantasından çıkardığı ilkinin iki katı boyutunda olan ikinci kutuyu Baekhee’ye uzattı. Baekhee kutuyu aldı, sırasını ittirip Hanna’nın sırasına yapıştırdı ve kutuyu hevesle açtı. İçindeki şeylerin yarısının adını bilmiyordu; ama öyle lezzetli görünüyorlardı ki Baekhee ağzının suyu akmasın diye yutkunmak zorunda kaldı.

“Annemin senden ders alması lazım!” dedi hayranlıkla. Hanna, korkutucu beyazlıkta teni ne kadar izin verirse o kadar pembeleşti.

“O kadar da iyi değilim! Ama deniyorum, yemek yapmak hoşuma gidiyor. Tadına bak da öyle söyle.”

Baekhee çubuklarını eline alıp yiyeceklerin tadına baktığında da fikri değişmedi, hala annesinin Hanna’dan ders alması gerektiğini düşünüyordu. Hayatı boyunca çok fazla Kore yemeği yememişti, tadına alışkın olduğu şeyler olmayacağını düşünüyordu; ama alışkın ya da değil, bu yemekler kesinlikle efsaneydi. Tabii ki Çin yemeklerini bile ortalama bir düzeyde pişirebilen annesinin herhangi bir insandan ders alması gibi bir olasılık yoktu.

Baekhee yemek kutusunu içi yalanmış kadar temiz bir hale getirdikten sonra Hanna’dan ona yemek yapmayı öğretmesi için söz aldı – okuldan yemekten hoşlanmıyordu, annesinin ona yemek hazırlamasına izin vermesi içinse delirmiş olması gerektiğinin farkındaydı. Hanna gülerek ev becerileri derslerinde onunla eş olursa bütün sırlarını onunla paylaşmaya söz verdi. Anlaşılan dersler daha başlamamıştı ve sene başında sınıflar karıldığından onun normalde eşi olan arkadaşıyla farklı sınıflara düşmüşlerdi. Baekhee buna üzülemedi bile. Sadece saniye sektirmeden bu öneriyi kabul etti.

Akşam onu okuldan almaya babası geldi. Hanna abisini bekleyecekti, Baekhee ondan (büyük bir üzüntüyle) ayrıldı ve babasının iki gün önce şirketten aldığı arabaya bindi. Babasının ona sorduğu ilk şey, bir sorun çıkarıp çıkarmadığı olunca kız gözlerini devirdi. Tamam, Çin’de en az ayda bir Baekhee’nin bir olayı yüzünden okula çağırılıyor olabilirdi; ama onların hiçbirinin suçlusu Baekhee değildi ki! Üstelik bu Kore’de de aynı şekilde olacağı anlamına bile gelmiyordu. Babasına okun gayet iyi gittiğini, bir arkadaş bile bulduğunu söyledi. Babası memnuniyetle başını salladı ve kızına onun için çok mutlu olduğunu söyledi.

Baekhee ev ararken ve eşya yerleştirirken defalarca gelip gittiği için evin yolunu oldukça iyi biliyordu; bu yüzden babası kavşağı geçip dümdüz gidince oturduğu yerde doğruldu.

“Baba, buradan dönecektik!” dedi, geçtikleri kavşağa bakarak.

“Biliyorum.” Dedi babası. Baekhee babasına soran gözlerle baktı; ama adam yola odaklıydı, kızının bakışlarını göremezdi.

“Ne demek, biliyorum? E nereye gidiyoruz o zaman?” diye sordu kız; sesi biraz isyankar çıkmış olsa da babası buna aldırmadı. Kızının ergenliğin en korkunç evresinde olduğunu bilecek kadar çok kere psikologa götürmüştü onu. 

“Görürsün.” Dedi adam basitçe. Baekhee merakla kaşlarını çattı ve etrafa baktı. Gerçi bunun pek bir anlamı yoktu, zaten buraları tanımıyordu. Yine de merakla etrafı incelemeye devam etti. Beş dakika sonra sabrının sınırına geldi.

“Ya söylesene, nereye gidiyoruz?” diye tepindi oturduğu koltukta, mızıldanarak. Babası göz ucuyla ona bakarak güldü.

“Sürpriz. Az kaldı, sabret.” Dedi sadece. Baekhee anlamsız bir biçimde homurdanarak kollarını kavuşturdu ve koltuğunda kaykıldı; ama dışarıyı göremeyeceği kadar değil. Etrafında ne olduğunu görmesi ve hatırlaması gerekiyordu. On dakika sonra babası yolun kenarına park ettiğinde tavşan gibi kulaklarını dikip gözlerini açtı ve etrafı inceledi. Kayda değer gördüğü birkaç şey vardı: Çin elçiliği, bir telefon dükkanı, bir araba galerisi, bir motosiklet ve bisiklet galerisi, bir giyim mağazası, bir de terzi. Baekhee, hangisine girecekleri hakkında bir tahmin yürütemedi, hepsi olabilirdi.

Önce giyim mağazasına girdiler. Baekhee’nin okulunun üniforması burada satılıyordu. Baekhee bedenini biliyordu, hiçbir zaman ince olmasa da asla şişman olmamıştı. O daha çok her daim fit olmayı zayıflığa tercih edenlerdendi. Tek seferde ona uygun bedeni ve ona uygun stili buldu; koyu yeşil gömleği, krem rengi süveter ve ceketi, kırmızı kravatı, koyu yeşil kısa pilili eteği ve siyah okul ayakkabıları tam zevkine göreydi. Bunun altına evde eteğinden daha kısa bir siyah şort, bir de diz üstü siyah çoraplar giyerdi; Çin’de de buna benzer bir üniforması vardı. Bu üniformayla hem istediği zaman uslu görünebilir, hem de rahatlıkla gömleğinin kollarını sıvayıp sevmediği birine uçan tekme atabilirdi.

Giyim mağazasından sonra sıra telefon mağazasındaydı. Onun Çin hattının yurt dışı kullanımı vardı; ama artık bir Kore hattına ihtiyacı vardı. Babası ona yeni bir telefon almayı önerdiğinde şaşkınlıktan ağzı açık kaldı. Onun telefonu zaten en yeni modellerdendi; geniş mavi ekranlı ve kapaklıydı! Baekhee bu öneriyi olgunca reddetti ve sadece yeni bir hatla yetindi. Bir sonraki durakları Çin büyükelçiliği oldu. Orada babası sadece ona oturmasını söyledi ve Baekhee’nin kulağına çalınan kelimelerden vatandaşlık ve buna benzer şeylerle ilgili olduğunu anladığı bir şeyler görüştü.

Terziyle araba galerisine yaklaşmadılar bile; babası son durağın motosiklet ve bisiklet galerisi olduğunu söyledi. Çin’de Haerin de Baekhee de her yere bisikletle giderdi ve buraya gelirken bisikletlerini satmışlardı. Haerin burada yokken babası ona ne seçerdi bilmiyordu; ama Baekhee buradan kendine iyi bir dağ bisikleti almaya babasını ikna edebileceğini düşünüyordu.

Babası beklediğinden daha kolay bir biçimde ona istediği Trek bisikleti ikiletmeden aldı. Haerin daha dişil ve günlük yaşama uygun şeyler seviyordu; ona bir tane pembe gidonlu, pembe seleli ve önü beyaz sepetli, beyaz bir bisiklet aldılar. Baekhee markasına bakmaya tenezzül bile etmedi. Babası arabaya bağlanabilmeleri için malzemelere bakarken Baekhee dalgınca galerinin motosiklet bölümüne yöneldi.

Babasının ona sözü vardı; on altı yaşına geldiği zaman, eğer ona büyük bir sorun çıkarmamış ve derslerinde de başarılı bir kız olursa ona istediği gibi bir motosiklet alacağını söylemişti. Bu, Baekhee on yaşındayken verilmiş bir sözdü ve Baekhee babasının bunu hatırlamasını beklemiyordu. Adam muhtemelen kızının motosiklet tutkusunun geçip gitmesini bekliyordu. Kızın daha ehliyeti bile yoktu! Yine de Baekhee Google’dan motosiklet resimlerine bakmaktan, videolar izleyip son çıkanları takip ederek mutlu olmaktan kendini alamıyordu.

Elini uzatıp bir BMW F650 GS Dakar’ın beyaz deposuna dokundu, hız göstergesine doğru yavaşça okşadı. Daha bu senenin modeli olan bu bebek efsane güzeldi. Bu seriyi BMW bu sene üç model şeklinde çıkarmıştı; bir tane yere yakın, bir normal ve bir tane de uzun, özellikle offroad için tasarlanmış Dakar modeli. Baekhee en çok Dakar’ı seviyordu. Sarı-siyah olanı sanki eşek arısı görünümünde olan bu motorlar ona baştan ayağı yaban hayatı, macerayı ve günlük hayatta da pratikliği ifade ediyordu. Bir touring veya enduroyla arabaların arasından akıp trafikten sıyrılamazdınız, örneğin. Baekhee’ye göre milenyumun en mükemmel modeliydi bu; 2005 model, fırından taze çıkmış… ve korkunç pahalı.

Elini Dakar’ın deposunun yanlarındaki siyah-beyaz kareli desenin üzerinden siyah, yumuşak deri seleye kaydırdı, arkasından bastırarak test etti. Motosiklet kızın ağırlığıyla hafifçe yaylanıp yerine geldi. Baekhee gülümsedi. Elini siyah derinin estetik kıvrımlarının üzerinden kaydırmaya devam etti, arkasına yerleştirilmiş siyah karbon fiber orijinal çantaya dokundu. Bu çantaların arkasında araba arka farı gibi farlar vardı ve elektrik aksamla motora bağlı olduklarından aktif çalışıyorlardı. Çok sağlamdılar, geniş iç hacimleri vardı, motorun dengesini bozmayacak kadar hafiftiler ve motorla yarışacak oranda pahalıydılar.

“Dağ motoru mu bu?” diye sordu babasının sesi arkasından. Baekhee hakarete uğramış gibi hissediyordu; ama motor cahili insanlardan bu bebeğin adını tek bakışta söylemesini bekleyemezdiniz. Göz ucuyla babasına baktı, sonra yeniden önüne döndü.

“Evet. Yeni model. Çok güzel değil mi?” dedi, hayran hayran.

“Gerçekten güzelmiş. Tasarımı, boyası… ama usta sensin, sen güzel diyorsan güzeldir.” Dedi babası. Baekhee dalgınca gülümsedi.

“Evet, çok güzel.” Dedi. Şu an nerede olduğunu ve neye baktığını bilmeyen biri onun aşık olduğunu düşünebilirdi. Pekala, aşık da olabilirdi, neden olmasın?

“Modeli neymiş?” diye sordu babası, motorların arasında gezinirken. Babasının ilk defa onun ilgilendiği bir şeyle bu kadar ilgilenmesinin sevinciyle Baekhee ışıdı.

“BMW F650 GS Dakar.” Diye şakıdı, galeri sahibinin etkilenmiş bakışlarının hedefi olarak. “Yükseltilmiş modeli. Yeni bunlar daha 2005 model. Sıcacıklar. Tazecikler, körpecikler… ve çok güzeller. Buradaki beyaz gerçi; ben sarı-siyah olanları daha çok seviyorum. İnternette gördüm, koyu sarıyla siyah beraber yapıyorlar, egzoz boruları bir tek krom oluyor ve sanki eşek arısına benziyor.”

“Bir dağ motoru için daha uygun renkler olamazdı.” Diye yorum yaptı babası. Baekhee neşeyle sırıttı.

“İlk defa bir şeyde anlaşıyoruz!” dedi, mutlulukla. Babası gülüp başını iki yana sallayarak yeniden bisiklet tarafına döndü.

“Gel hadi, kaskını denemen lazım. Çocuk boyutları aynı, Haerin’in boyutunu biliyorum; ama seninkinden emin olamadım.”

Baekhee kendine uygun kaskla beraber diğer korumaları da denedikten sonra babası beğendiği korumaların hepsiyle birlikte ona bir de yeni Trek bisikletinin rengiyle uyumlu bir korumalı, sırtı ve kollarında beyaz fosforlu şeritler olan kum rengi bir bisiklet ceketi aldı. Baekhee şansına inanamayarak paketlerini kucakladı ve arabaya doğru neredeyse sekerek gitti. Arkasından babası ve bisikletleri getiren galeri görevlileri geliyordu. Şirket arabasına bisiklet taşımak için gerekli şeyleri takıp bisikletleri yerleştirdiler ve bağladılar. Arabaya yeniden bindiklerinde Baekhee mutluluktan sarhoş gibi hissediyordu.

Arka koltuk paketlerle dolu, arabanın arkasında iki bisiklet asılı ve Baekhee’nin kollarıyla sardığı yeni ceketinin paketiyle beraber eve geldiler. Haerin bir süre bisikleti çok pembe olduğu için sevinçten viyakladı, yerinde tepindi ve babasının tepesine çıktı. Haerin sakinleştikten sonra babası annesine elçiliğe gittiğini söyledi ve annesi sadece başıyla onaylamakla yetindi. Bisikletleri apartmanın bisiklet parkına çekip kilitledikten ve Baekhee yeni üniformalarıyla bir defile de yaptıktan sonra yemeğe oturdular. Annesine söylemedi; ama Hanna’nın yemeklerinden sonra annesinin yaptıklarını yemek, lastik çiğnemeye benziyordu.

Gece yatmadan önce Baekhee okul üniformasını düzgünce dolabına astı, sonra kapağı kapatmadan öylece durdu. Dolabın en köşesinde o füme mont, sessizce ona bakıyordu. Çin’de atacağını söylemiş olabilirdi; ama atamamıştı. Kore’ye, buraya kadar yanına gelmişti mont öylece. Baekhee bazen derdinin ne olduğunu sorguluyordu. Neden bu eski şeyi atamıyordu? Sanki sahibini bir daha görecekti de! Hem görse ne diyecekti? Buldumcuk gibi senin montunu sakladım ben, mi diyecekti? Hayatta olmazdı, bu çok utanç vericiydi. Bu onun küçük sırrıydı; ama ondan kurtulamıyordu.

Yatacağı bahanesiyle odasının kapısını kilitledi, arkasından montu askıdan aldı ve üzerine geçirdi. O ilk anki sıcaklığı yoktu montun ve üzerine sinmiş erkeksi koku kaybolmaya başlamıştı; ama yine de Baekhee’nin kalp atışlarının hızlanmasına ve içinin saçma bir huzurla dolmasına yeterli oluyordu. Çok aptalım, diye düşündü Baekhee; sadece bir kere gördüğüm nazik bir yabancının yüzüne oturttuğum bir beyaz atlı prense aşık oluyorum… bir insan nasıl tek seferde aşık olabilirdi, hiç tanımadığı birine hem de? Baekhee bunun kokuyla bir ilgisi olduğunu okumuştu daha önce; hayvanlar eşlerini kokusundan seçiyordu ve insanlarda da bu özellik kaybolmamış olabilirdi. Belki de yabancı ona montunu, yani kokusunu bırakmasa Baekhee bu kadar etkilenmeyecekti.

Baekhee gözlerini kapattı ve bir süre odanın içinde çalmayan bir müziğe eşlik ederek kendi kendine dans etti. Bir süre sonra yaptığının ne kadar saçma olduğunu idrak ederek durdu, ama montu çıkarmadan önce içine son bir defa gömülüp derin bir nefes almayı ihmal etmedi. Sonra yapacağını söylediği gibi yatağına yatıp kendini uykunun kollarına bıraktı. Rüyasında gizemli yabancıyı yeni tanıştığı arkadaşıyla birlikte gördü; nerede olduklarını ve ne yaptıklarını bilmiyordu. Gizemli yabancı Hanna’nın yanından ayrılıp onun yanına geliyordu ve kokusu kızın ciğerlerini dolduruyordu; sonra Baekhee bunun bir rüya olması gerektiğini anlayıp yabancıyı öpüyordu.


Uyandığında bu rüyaya dair hiçbir şey hatırlamadı. 

1 yorum: