9 Nisan 2015 Perşembe

Aşk Tesadüfleri Sevmez - 17

-17-

Biraz sakinleşmesi için Baekhee’nin bir süre sadece şehirde nereye gittiğinin farkında olmadan sürmesi gerekti. Bir gün içinde çok fazla şeyi üst üste yaşamıştı, sanki bir gün değil bir yıl geçmiş gibi hissediyordu. Fazlasıyla mutlu da olmuştu, uzun zamandır hiç olmadığı kadar sinirlenmişti de; ama tepesine bomba yağsa şaşırmayacağı kadar çok da şaşırmıştı aynı gün içinde.

Demek Cho Kyuhyun ha, diye düşündü, şehir dışına doğru hızla sürerken. Gizemli yabancıyı neredeyse tamamen unutmuşken bu şekilde karşısına çıkacağını hiç düşünmemişti Baekhee, hele Hanna’nın abisi çıkacağını hiç düşünmemişti. Sehun da Hanna’nın kardeşi çıkmıştı zaten. Acaba ev sahiplerinin de Hanna’yla bir akrabalığı var mı, diye düşünmeden edemedi. Kyuhyun mevzusunu düşünmekten özellikle kaçınıyordu, çünkü genç hiç hayal ettiği gibi biri değildi. Baekhee onun yüzüne bir karakter oturtup onunla aynı kişilik özelliklerine sahip olmasını bekleyecek kadar aptal bir kız değildi; ama en azından ilk karşılaştığı yerde kanlı bıçaklı olmayı da beklemiyordu. Kim beklerdi ki?

Yeterince sakinleştiğinde neredeyse şehirden çıkmışlardı. Baekhee yolun soluna geçip en yakın yerden bir U dönüşü yaptı, yol üzerinde şehir ışıklarını gören küçük bir KFC evinin önünde durdu. Henüz eve dönmek istemiyordu, dönmeden önce Hanna’yla konuşmak ve bir şeyler yiyerek kendini mutlu etmek istiyordu. Baekhee Dakar’ı uygun bir yere park edip motoru kapattığında Hanna dikkatle indi ve kaskını çıkardı. Baekhee motordan inmeden kaskını çıkarıp arkadaşına baktı.


“Tavuk seversin, değil mi?” dedi, kendini tuhaf hissetse de. Hanna gülümseyip başıyla onayladı ve korumalarını çıkarmaya başladı, Baekhee de inip arkadaşına katıldı. Beş dakika sonra önlerinde bir kemiksiz tavuk menüsü, bir de acılı kanat menüsüyle şehrin ışıklarını güzel gören bir pencerenin önüne oturmuş, her taraflarını bulaştırarak tavuklarını kemiriyorlardı. Baekhee yedikçe kendini daha iyi hissediyordu; aynı zamanda az önce olanların ne kadar trajikomik olduğu kafasına daha bir dank edip içinde bir vicdan azabının yükselmesine neden oluyordu. Bir yerden sonra iç çekerek yarısı yenmiş tavuk kanadını tepsisine bıraktı ve Hanna’ya baktı.

“Abarttım, değil mi?” diye sordu, acı bir ifadeyle. Hanna başını kaldırıp gözlerini kırpıştırdı.

“Kim, sen mi onlar mı? Onlar başlattı bir kere.” Dedi kız, kendinden emin bir biçimde.

“Benim yüzümden abinle ve en yakın arkadaşınla kavga ettin; yani ben gerçekten-”

“Benim en yakın arkadaşım değil o!” diyerek burnundan soludu Hanna, “Benim en yakın arkadaşım sensin artık. Resmi olarak bunu şu anda ilan ediyorum.”

“Saçmalama!” dedi Baekhee; ama kıkırdıyordu. Hanna da gülümsedi.

“Bak, sen de bunun saçma olmadığını biliyorsun. Onlar başlattı, sen sadece beni korumaya çalışıyordun… aslında gerçekten hiç beklemiyordum. Yani içimden geçen her şeyi bir çırpıda o kadar net döktün ki karşılarına! Hem de abim burnundan solurken. Şimdiye kadar kimseyi ona bu şekilde kafa tutarken görmemiştim, çok havalıydı.” Dedi Hanna, gözleri parlıyordu.

“Öyle mi?” dedi Baekhee, yanaklarının kızarmaya başladığını hissedebiliyordu. Hanna ona kızgın olmadığı için mutluydu; ama hala biraz abarttığını düşünüyordu. “Yine de o kadar sert çıkmasam fena olmazdı bence. Ona resmen kendine senin abin dediği için utanması gerektiğini ve insan olmadığını söyledim, sonra ayağının dibine tükürdüm… hani, kabaydı sanki biraz.”

“Orası öyle; ama diyorum ya, onlar başlattı. Ben senin yerinde olsam da o kadar şeyi abim bana söylese çeker giderdim, bir daha da ne onların, ne de kendimin yüzüne bakardım. Sen yine iyi dayandın, hem abime söyleyecek tek kelime bırakmadın. Diyorum ya, daha önce bunu başarabilen kimseyi görmemiştim.” Dedi Hanna. Baekhee hafifçe güldü, sonra düşünceli bir biçimde parmaklarının arasında çevirdiği tavuk kanadına baktı. Konuyu nasıl açacağını bilmiyordu; ama sosyal ilişkilerde incelik konusunda başarılı değildi, onun tarzı her şeyi doğrudan yapmaktı.

“Neden bana söylemedin?” dedi sonunda iç geçirip arkadaşına bakarak. Hanna’nın gülümsemesi soldu, alt dudağını ısırdı.

“Ben… yani söyleyecektim aslında, özellikle sakladığım falan yoktu; ama tanıştığım herkese “merhaba adım Hanna bende kanama bozukluğu var” diye de kendimi tanıtamam. Hani böyle, durumla ilgili bir şey olsa söylerdim. Ama öyle bir şey olmadı, konu da açılmadı, ben de açıp gereksiz dram yapmak istemedim.” Dedi Hanna sonunda. Baekhee başını anladığını belirtircesine salladı.

“Tek sebebinin bu olduğuna emin misin?” diye sordu yumuşakça sonra.

“Aslında…” dedi Hanna, sonra hafifçe güldü, “Orada haklıydın, abime de söylediğin gibi aslında arkadaşlarımdan hiçbirinin beni daha fazla kollamasına ihtiyacım yok. Normal bir insan gibi yaşamak istiyorum; ama etrafımdaki herkes hastalığımı öğrendiği anda beni özel bir korumaya alıyor. Seninle diğerlerinin de böyle yapmanızdan korktum.”

“Biliyordum.” Diyerek hafifçe gülümsedi Baekhee ve uzanıp arkadaşının elini tuttu; ikisinin de parmakları yağlı olmasına rağmen Hanna elini çekmedi. “Söz veriyorum ben onlar gibi olmayacağım; tamam mı?”

“Tamam, sen söylersen buna inanabilirim.” Diye kıkırdadı Hanna.

“Biliyor musun, bence söylersek Yongguk ve Himchan da öyle olmayacaktır.” Dedi Baekhee, dikkatle. Hanna sıkıntıyla başını şehir manzarasına çevirdi. Hanna düşünürken Baekhee elindeki yarım tavuk kanadını da çabucak mideye indirdi.

“Onlara söylemeyelim.” Dedi Hanna sonunda. Baekhee cevap vermeyince dönüp arkadaşına baktı. Kız sessizce Hanna’nın konuşmaya devam etmesini bekliyordu, Hanna iç çekti. “Yani, bilmiyorum, ikisi de bayağı kollayıcı insanlar. Kötü bir şey olduğundan demiyorum, beni yanlış anlama, sadece eğer öğrenirlerse bana herkes gibi, her an kırılacak bir şeymişim gibi davranmalarından korkuyorum.”

“Onların da benim gibi öğrenmeleri daha mı iyi olur?” dedi Baekhee yavaşça. Hanna dudağını ısırıp ellerine baktı, Baekhee uzanıp kızın eline dokundu. “Bak onlar biz nasıl anlatırsak öyle anlar bu hastalığı. Basit bir şey, diyerek anlatırsak onlar da önemsememeleri gerektiğini anlayacaktır. Ya da eğer sana öyle davranmamalarını söylersek davranmazlar.”

“Emin misin?” dedi Hanna korkarak. Baekhee başıyla onayladı.

“Tabii ki eminim! Bence onlardan saklamamalıyız. Onlar da en az benim kadar çok seviyor seni.” Diyerek gülümsedi Baekhee. Hanna da gülümsedi.

“Madem öyle… ama hani laf arasında denk gelince söyleyelim; öyle yuvarlak masa toplantısı falan istemem!” dedi Hanna. Baekhee güldü.

“Tabii ki! Öbür türlü çok saçma olurdu.” Dedi kız, sonra arkadaşının gözlerine baktı. “Bu arada, ciddi olmadığına eminsin değil mi? Nasıl bir hastalık bu?”

“Ciddi değil…” dedi Hanna ve ofladı, “Yani aslında ciddi de olabilirdi de artık değil, diyelim. Ben küçükken bu hastalığımın olduğunu fark etmeleri çok büyük bir olayla olmuş. Tanısı konduktan sonra o kadar sorun değil. Kanımda yaralarımdaki kanın pıhtılaşmasını sağlayan bir şey eksikmiş, bir yaralandığım zaman kanaması çok zor duruyor. Durduğu zaman aynen normal birisi gibi iyileşiyorum, tekrar kanamıyorum; ama mesela bir kaza falan olsa benim kanamam o kadar zor durur ki kan kaybından ölebilirim. Onlar da bunu kafaya takıyor, sanki kaza olunca sadece kanamadan ölünür! Yani tedavisini biliyorlar, tedavi ederler geçer. Gerçekten önemli bir durum değil.”

“Aslında biraz korkutucu geliyor tabi; ama sonunda kanaması duruyorsa sorun ne ki? Sadece biraz uğraştırır, hepsi bu.” dedi Baekhee. Hanna’nın gözleri parladı.

“Ben de onu diyorum ya işte!” diyerek oturduğu yerde tepindi. “Abarttıkları kadar gerçekten yok. Ama dedim ya, küçükken öğrenmemiz çok acılı bir süreç oldu.”

“Nasıl oldu?” dedi Baekhee merakla, kolasından bir yudum aldı.

“Ya ben dört yaşında falandım, bir ağaç evimiz vardı. Abimle orada oynardık.” Dedi Hanna, o da içeceğinden bir yudum aldı, “Bir gün ben oradan bir şekilde düşmüşüm; ben hatırlamıyorum bile. Bir dala çarpmışım, fırlayıp yere çarpmışım, sonra sırtüstü düşüp bir de başımı çarpmışım. Yer yumuşak toprakmış gerçi; ama kötü düşmüşüm. Dala da tam karnımı çarptığımdan darbe karaciğerimi zedelemiş. Hastaneye götürmüşler, bacağımda da kırık varmış; karaciğerim için ameliyata aldıklarında bacağım morarmaya başlayınca onun için de ameliyat etmişler. Kanamam bir türlü durmamış, ameliyat çok uzamış, çok kan kaybetmişim, çok fazla kan ve serum vermişler. İki gün yoğun bakımda yatmışım, uyanmamışım. Sonradan o kadar uyanmamamın çok fazla soğuk serum verdikleri için olduğunu söylediler; ama takdir edersin ki bizimkilerin ödü koptu. En çok da abim korkmuştu, ondan böyle. Çok kızma ona da.”

“Hmm…” dedi Baekhee, pipetinin ucunu çiğnedi, iç geçirdi, “Şimdi böyle bakınca da üzüldüm, aslında… yani, bildiğin çocukluk travması gibi bir şey. Onunla oynarken düştün, diye de kendini suçlamıştır o yaşta.”

“Evet, evet.” Diyerek onayladı Hanna başıyla. Vicdanı kafasına balyozla vururken dudağını kemirdi Baekhee.

“Ya ben gerçekten çok ağır konuştum.” Dedi sonunda, Hanna’ya özür diler gibi bakarak.

“Eh, biraz sert konuşmuş olabilirsin; ama yerden göğe haklıydın, hala da haklısın.” Dedi Hanna. Tam Baekhee karşılık vermek için ağzını açarken de devam etti, “Üstelik seni buna o zorladı. Sana söylediklerini yakın zamanda unutacağımı zannetmiyorum, buna hakkı yoktu. Kendi kaşındı, bir de şikayet mi edecek?”

“Benim yüzümden ona bu kadar kızamazsın, o senin abin, Nana.” Dedi Baekhee, yumuşakça. Hanna burnundan soluyup yanaklarını şişirdi. Baekhee iç geçirdi. “O da haksızdı belki; ama ben de haklı sayılmam, bunu kabul etmek gerek. Onun sana kızdığını görünce kendimi durduramadım, ben de burnumu pek ait olmadığı yerlere sokmuş olabilirim.”

“Sen benim hiç beklemediğim kadar Süpermenvari bir davranış sergiledin, bebeğim.” Dedi Hanna, Baekhee’ye kenarları tavuk çıtırı kırıntılı dudaklarıyla bir öpücük attı. Baekhee kıkırdadı.

“Yine de ona meydan okurken bayağı üzerine gittim, onu kızdırdım. İnsanlar kızdıkları zaman normalde yapmayacakları şeyleri yapabilirler, söylemeyecekleri şeyleri de söylerler.” Dedi Baekhee. Biliyordu, ondan iyi kimse bilemezdi; bu onun rutin olarak yaşadığı bir şeydi.

“Sen bildiğin onu koruyorsun şu anda.” Dedi Hanna, şaşkınlıkla. Baekhee ne diyeceğini bilemeyerek bir an sessiz kaldı, temiz tek parmağı olan küçük parmağıyla alnını kaşıdı.

“Yani, anlamaya çalış, diyorum, çok bir şey değil.” Dedi sonunda tereddütle.

“Abim falan, tamam; ama o sana doğum gününde böyle bir şey yaşattı, hatta ağlattı!” diye hatırlattı Hanna, gözleri ardına kadar açık.

“Biliyorum, biraz sarsılmış ve çokça sinirlenmiş olabilirim; ama sakin kafayla düşününce ve onun sebeplerini de anlayınca kızgın kalmak çok anlamsız geliyor. Kin tutmak ve küsmek yorucu bir iş, gurur yapmak daha da yorucu. Mesela eğer bir gün onu tekrar görürsem abarttığım için özür dileyeceğim.” Dedi Baekhee. Hanna bir süre arkadaşına boş boş baktı, ardından inanamazlıkla başını salladı.

“Şaka gibisin, Baek… kendi iyiliğin için fazla iyisin.” Dedi kız, bir tane daha tavuk kanadı alarak.

“Ben mi?” diyerek güldü Baekhee, “Sana dedim ya, ben Şeytan’ın Gelini’yim!”

“Bugünden sonra kendine böyle seslenmek istediğine emin değilim.” Dedi Hanna, imalı bir sesle, sonra göz ucuyla Baekhee’ye bakıp sırıttı. Baekhee bir süre arkadaşının ne dediğini düşündü, sonra ne demek istediğini anladığında elindeki peçeteyi buruşturup gülerek kızın kafasına fırlattı.

“Zevzek!”

Yemeklerini bitirip dönmeye hazırlanırlarken Baekhee Hanna’yı evine bırakma konusunda tereddüt ediyordu. Bu akşam onu misafir etmek isterdi, zaten ertesi gün okul yoktu ve Baekhee’nin kıyafetleri biraz bol da olsa Hanna’ya olurdu. Hanna ise bu kadar endişelenmenin gerekli olmadığını düşünüyordu. Eve dönmezse annesiyle babası bir şeylerin yolunda olmadığını anlayabilirdi; üstelik adı gibi emindi ki Kyuhyun ve Heechul şu anda evde değillerdi. Baekhee onun haklı olup olmadığından da emin değildi; ama Hanna eğer evdelerse onlara tavır yapıp odasına çıkacağını söyleyerek eve dönmek için ısrar etti.

Baekhee arkadaşını evine bıraktıktan sonra kendisi de eve döndü. Dakar’ını özenle park edip gümüş motor örtüsünü üzerine geçirdikten sonra eve çıktı. Kapıda onu ailesinin tüm üyeleri merakla karşıladı. Baekhee bunu beklemiyordu; en fazla kardeşi kapıyı açar, salonda oturanlar da motorunu beğenip beğenmediğini sorar, diye düşünmüştü.

“Eee, küçük şeytan?” dedi babası, beklenti dolu bir yüzle.

“Babacığım, izninle şu anda Dakar’dan çok üçünüzün birden beni kapıda karşıladığı gerçeğine şaşırmakla meşgulüm.” Diyerek sırıttı Baekhee, ardından ayakkabılarını çıkarıp içeri geçti.

“Beni kesinlikle gezdireceksin, söz ver!” dedi Haerin, Baekhee korumalarını çıkarırken.

“Şeref sözü, ufaklık.” Diyerek kardeşinin saçlarını karıştırdı Baekhee. Haerin ablasının bunu yapmasından nefret ediyordu; ama aldığı söze sevinci bu sefer daha ağır bastığından bir şey demedi.

“Bir gün belki ben de ehliyet alırım.” Dedi küçük kız, salona geçerlerken.

“O zaman belki yeni bir motorum olur ve öğrenmen için Dakar’ı sana veririm.” Diyerek göz kırptı Baekhee. Haerin neşeyle salonun ortasında aptal bir dans tuttururken kendini koltuklardan birine attı.

Babasının beklenti dolu bakışlarını fazla uzun süre yok saymayarak bütün sürüşünü ballandıra ballandıra anlatmaya koyuldu kısa süre sonra. Tabii ki Hanna’nın abisiyle olan kavgası kısmını atlıyordu, bununla onların canını sıkmak da, hatırlayıp kendi kendini sıkıntıya sokmak da istemiyordu. Bunun yerine günün iyi kısımlarına, yani Dakar’ının muhteşemliğine odaklandı ki bu oldukça kolaydı. On yaşından beri hayalini kurduğu bir şey gerçek olduğu zaman diğer kötü olayları yok saymanın oldukça kolay olduğunu fark etti Baekhee.

Sonunda herkesin uyku zamanı gelip de odalarına çekildiklerinde Baekhee üzerini değiştirip rahatlamak için bütün uzuvlarını ılık suyla yıkadı, biraz kedi gibi gerindi ve yatağına girdi; ama uyku uzak bir gezegenin adıymış gibi göz kapakları karanlıkta kapanmak bilmiyordu. Yatağında biraz sağa sola döndükten sonra pes edip iç geçirdi ve kalktı.

Beyni kazan gibiydi, patlayacakmış gibi hissediyordu. Etrafında insanlar varken bu kadar değildi, Dakar’ın üzerindeyken de yeniden doğmuş gibiydi; ama böyle gece tek başına kaldığında günün bütün ağırlığı üzerine çullanıvermişti. İç geçirip dolabını açtı, katlayıp dolabın bir köşesine koyduğu montu çıkarıp açtı. Montun üzerinden yayılan koku neredeyse tamamen kaybolmuştu, sadece kumaşı biraz tüylenmiş ve deri kısımlarında çizikler olan bir erkek montuydu artık. Baekhee ellerinden cansızca bakan montu bir süre boş boş izledi, sonra iç geçirdi.

“Çok zavallısın, Song Baekhee…” dedi kendi kendine, gidip montu yatağına bıraktı ve hemen yanına oturup yatağa koyduğu ellerinden destek alarak arkaya kaykıldı. Tavandaki boya lekeleri sanki onunla konuşabilirmiş gibi tavanı izlemeye başladı; ama orada tavanı görmüyordu.

“Gerçekten çok zavallısın.” Dedi Baekhee kendine, gözlerini ayıramadan tavandan ona gülümseyen yüze bakarken. Bugünün sonunda bile “gizemli yabancının” öfkeli yüzünü hatırlayamıyordu. Hala gözlerinin önüne gelen görüntüsü hava alanındaki o yarım gülüşü ve gizemli bakışıydı.

Onunla bu şekilde karşılaşacağını hiç hayal etmemişti Baekhee. En yakın arkadaşının abisi çıkmasını, böyle mantıksız bir kavgaya bulaşarak tanışmalarını, gözlerinden akan öfkenin bu kadar yakıcı olmasını… Baekhee yutkundu. O anda bunun kendisini etkilemesine izin vermemişti; ama Kyuhyun’un yüzünü ilk görüşü çok sarsıcı bir andı onun için. Aslında mantıklı düşündüğü zaman bu o kadar saçmaydı ki kendisi bile neden böyle olduğunu algılamakta zorlanırdı, eğer şu anda beyniyle tamamen zıt düşen duyguları olmasaydı… sadece o anı düşündüğünde bile kalbi göğsünden fırlayacakmış gibi çarpmasaydı mesela.

Kendini sırt üstü yatağa bırakıp kolunu gözlerinin üzerine kapattı ve dudağını ısırdı. Bu gerçekten berbat bir ilk karşılaşma olmuştu. Baekhee asla aptal bir aşkı Hanna’dan üstün tutmazdı, bu yüzden yaptığı tek bir şeyden bile pişman değildi. Belki en son söyledikleri için biraz vicdan azabı çekiyor olabilirdi; ama yine olsa aynı şeyi yine yapardı. Ve tabii ki bu, Kyuhyun’un muhtemelen şu anda ondan nefret ettiği gerçeğini değiştirmiyordu.

Baekhee için kesinlikle hiç umut yoktu. Bundan sonra sadece normal konuşabilseler bile büyük bir şey olurdu. Ayrıca böyle olmasaydı bile Hanna’nın abisinin sevgilisi vardı. Baekhee’nin de sevgilisi vardı; ama o sevgiliden sayılmazdı ve Baekhee ayrılmaya önceden karar vermiş olmasa şu andan sonra bir dakika durmazdı. Kyuhyun’un sevgilisiyse en az bir yıldır onunlaydı, aralarında belli ki bir bağ vardı. Yabancı, dış kapının dış mandalı bir kız geldi diye Kyuhyun sevgilisinden mi ayrılacaktı? Baekhee bunun düşüncesini bile komiklik derecesinde saçma buluyordu.

“Zaten hep en kötü zamanlarda at sen, en kötü zamanlarda…” dedi Baekhee kalbine. Daha önce kimden hoşlandıysa durum umutsuz olmuştu. Daha önce bir sürü sevgili değiştirmiş olabilirdi; ama bunlardan hangisi için çabaladıysa hep zor elde etmişti. Ya utangaçlardı, ya onu tanımıyorlardı, ya bir arkadaşları Baekhee’den hoşlanıyordu… bir şekilde arada hep bir engel oluyordu, sanki Baekhee özellikle arayıp buluyordu! Ama bu sefer başkaydı.

Baekhee daha önce kimse için kalbinin bu denli çarptığını hatırlamıyordu. Kimse zamanı bir anlığına donduracak kadar, günlerce rüyalarına girip aklını kurcalayacak kadar özel olmamıştı. Kimse anlamsız bir şeyi, sadece onun kokusunu taşıyor diye, bahaneler uydurarak saklamasına neden olmamıştı. Tabii ki bu duygu yoğunluğuyla paralel olarak aradaki engel de o kadar büyük olmak zorundaydı: dört yaş, iki sevgili, bir ölümcül kavga… ha bir de Hanna’nın en yakın arkadaşı olmanın getirdiği ufak “kardeşimin kankası” sendromu. Kesinlikle hiç umut yoktu.

Kolunun ıslanmaya başladığını fark ettiğinde şaşkınca gözlerinden çekip parmaklarıyla gözlerine dokundu Baekhee. Ağlıyor muydu? Gerçekten umutsuz bir aşk için ağlıyor muydu? Yoksa bugün çok fazla şey yaşadığı için miydi bu gözyaşları? Kalbi kendini kandırmasına izin vermeyerek sancıdığında Baekhee emin oldu; gerçekten sadece Kyuhyun’un onu sevme ihtimali olmadığı için ağlıyordu. Acı acı gülerek kolunu yeniden gözlerinin üzerine kapattı ve derin bir nefes aldı. Baekhee daha önce kimse için, hele daha yeni tanışıp ölümcül kavga ettiği biri için hiç ağlamamıştı. Baekhee daha önce asla aptal bir aşk için ağlamamıştı. Baekhee daha önce hiç bu kadar kırılgan olmamıştı.

Olduğu yerde yan döndü, dizlerini karnına çekip kendini yatağın üzerine doğru düşmeyecek kadar ittirdi ve kollarını başının üzerine örttü. Bedeni hafifçe titremeye başlarken dudağını ısırarak ağzından çıkabilecek her türlü sesi bastırmaya çalıştı; ama yüzünden süzülüp yatağı ıslatan küçük damlalar hakkında yapabileceği hiçbir şey yoktu. Yapabileceği en iyi şey bu gece içini döküp yarına en baştan başlamaktı. Yalnız olduğuna şükrederek sessizce hemen yanında duran monta uzandı, destek almak ister gibi sıkıca kavradı ve bitkin düşüp uyuyakalana kadar usulca ağladı.

Ertesi sabah telefonunun titremesiyle uyandığında saat on ikiye geliyordu. Hala önceki gece yattığı pozisyondaydı, her tarafı ağrıyordu, yüzü on kilo çekiyor gibi hissediyordu ve yanağında kurumuş salya vardı – iğrenç. Kız bir süre uyku sersemi yatağında debelenerek telefonuna ulaşmaya çalıştı, sonunda ulaşıp arayanın Hanna olduğunu gördüğünde, sanki arkadaşı telefondan onu görebilecekmiş gibi yüzünü silip kendine gelmeye çalışarak telefonu açtı.

“Bebeğim?” dedi telefonu kulağına dayadığında; ama o kadar uğraşmasına rağmen sesindeki uyku çok bariz duyuluyordu.

“Yeni mi uyandın, bu saatte mi? Ben de bu kız beni niye aramadı, diyorum!” diye hayıflandı Hanna.

“Üzgünüm, dün biraz geç uyuyabildim de.” Dedi Baekhee. Nedense geceyi arkadaşına tam olarak anlatmak istememişti.

“Hm, anlıyorum. Eee, nasıl olduğumu sormayacak mısın?” dedi Hanna. Baekhee’nin bir an kafası karıştı, sonra Hanna’nın şu anda Kyuhyun’la aynı evde olması olasılığı aklına gelince hızla doğruldu. 

“Ne oldu dün, evdeler miymiş?” dedi, artık içinde uykudan eser olmayan bir sesle.

“Tabii ki hayır! Nasıl bir ruh haliyse evden çıkıp Heechul’e gitmişler, bir de orada içmişler! Sabah sekizde kalkıp bir şeyler hazırlayayım dedim, kahvaltıyı ben hazırlarım; süklüm püklüm geldiler içeri. Heechul’un annesi evden kovmuş, oğlunun evde herhangi bir biçimde sarhoş veya akşamdan kalma olmasından nefret ediyor.” Diye açıkladı Hanna. Baekhee ağzı açık dinliyordu. İçmişler miydi? İyi de neden ki?

“Eee, sen ne yaptın?” dedi sonunda.

“Ne yapacağım, yüzlerine bile bakmadım! Bana günaydın demeye falan çalıştılar, çok komikti; ama onları affetmemi istiyorlarsa daha kırk fırın ekmek yemeleri lazım! Şanssızlar ki ben senin kadar iyi kalpli bir insan değilim, seni üzdükleri için onları o kadar kolay affetmeyeceğim.” Dedi Hanna.

“Nedense bu durumdan pek bir keyif alıyormuşsun gibi hissediyorum.” Dedi Baekhee yatakta bağdaş kurup oturarak, Hanna’nın göremeyeceğini bilmesine rağmen tek kaşını kaldırdı.

“Tabii inkar edemem, yapacakları yalakalıkları merak ediyorum; ama kızgınlığım geçene kadar küs kalacağım. Beni ilgilendirmez, seni ağlatmadan önce düşünselerdi!” dedi Hanna. Baekhee kıkırdadı.

“Bir de bana Süpermen dersin! E anlat, sen selam vermeyince ne yaptılar?” dedi Baekhee.

“Şimdilik sakinleşmemi bekliyor olmalılar. Abim bir şey söyleyecekti galiba; ama Heechul onu tuttu. Akıllıca bir hareketti.” Dedi Hanna.

“Kahvaltıda?” dedi Baekhee.

“İnmediler ki! İkisi de akşamdan kalma, muhtemelen abimin odasına gidip ömürlük fosurdamışlardır, pireleri bile uyumuştur!” dedi Hanna, iğrenir gibi. Baekhee kıkırdadı.

“Tabi tuvaletle aşk yaşamıyorlarsa. Akşamdan kalmak kötü şey, azizim; ama tabi onlara bakan şöyle güzel, becerikli, şefkatli bir kardeşleri olsaydı böyle olmazdı…” dedi Baekhee.

“Hiç uğraşma, kanmayacağım! Müstahak onlara. İçmeselerdi, ben mi dedim gidin kendinizi boydan şaraba bandırın diye? Kendi işlerini kendileri halletsinler artık, ben bilmem.” Dedi Hanna, umursamazca. Baekhee kızın saçlarını savurup burnunu havaya diktiğine emindi.

“Tamam, kızma bir şey demedim!” dedi, kıkırdayarak. “Bütün gün evdeler mi?”

“Muhtemelen. Bu halde bir adım yürüyemez bunlar, mutfağa inerlerse şanslılar.” Dedi Hanna.

“Gel seninle bir yere çıkalım o zaman, biraz gezeriz.” Dedi Baekhee. Hanna keyifsizce kem küm etti.

“Çok isterdim Baek; ama bugün olmaz… cumartesileri kurs alıyorum, okçuluk dersim var da ona gitmem lazım.” Dedi Hanna. Baekhee bir an şaşkınlıkla kalakaldı.

“Ok mu? Okçuluk dedin sen az önce, değil mi?” dedi, sesinde bariz bir şaşkınlıkla.

“Yani, bana izin verdikleri tek spor buydu…” dedi Hanna.

“Çok havalı! Ne zamandır yapıyorsun? Kafama bir elma koysam vurabilir misin?” dedi Baekhee heyecanla. Hanna güldü.

“İstersen kafana bezelye koy, yine vururum! Yıllardır uğraşıyorum bununla. Düşündüğün kadar çok eğlenceli, heyecanlı değil; ama kesinlikle kendimi oldukça havalı hissettiriyor.” Dedi Hanna, ardından telaşla ekledi, “Benim gitmem gerek, seni merak ettiğim için aramıştım ben de.”

“Bende bir şey yok ya, gece geç yatmış bulundum, o kadar.” Dedi Baekhee. Yalan söylediği için kendini biraz kötü hissetmişti; ama şimdilik içindeki ses bunun daha iyi olduğunu söylüyordu.

“Tamam, sonra görüşürüz o zaman.”

“Görüşürüz.”

Telefonu kapattıktan sonra derin bir nefes alıp kendini yeniden yatağa bıraktı Baekhee. Tutulmuş eklemlerini açıp kaslarını rahatlatmak için çok tuhaf pozisyonlara girene kadar esnedi, esnerken de bir anda yakın zamanda kendisinin de burada bir Wushu okuluna yazılmazsa paslanmaya başlayacağını fark etti. İç geçirip bu işi bugün ya da yarın halletmeye karar verdi ve yatağından kalktı.

Ailesi kahvaltılarını çoktan etmişlerdi ve hafta sonu olduğu için Baekhee’ye dokunmamışlardı. Baekhee şikayet etmiyordu, erken kaldırılsa bugün çok huysuz olabilirdi. Dolaptan atıştıracak bir şeyler alıp odasına gitti, bir yandan yerken bir yandan bugün giyeceği kıyafetleri seçti. Kısa bir duşun ardından üzerini giyinip evden çıktı.

Aslında Dakar’la gitmek daha çok hoşuna giderdi; ama Baekhee bugün biraz bacaklarını açmak ve açık havayı hissetmek, üzerindeki kara bulutları dağıtmak istiyordu. Trek’ini alıp acele etmeden pedal çevirerek etrafı dolaştı, birkaç yere etraftaki dövüş sanatları salonlarının yerini sordu, tarif edilen yerlere gidip konuştu ve sonunda evden çok da uzakta olmayan, küçük, eski; ama samimi görünen beyaz saçlı bir adamın işlettiği bir okulda karar kıldı.

Akşam eve dönerken Haerin’e, kendisine ve annesiyle babasına birer kova dondurma aldı – diğerlerini bilmiyordu; ama kendisi dondurmasını yakın zamanda bitireceğinden emindi. Eve vardığında Haerin daha dışarıda arkadaşlarıyla oynuyordu. Baekhee dondurmalarını buzdolabına koyup çalışma odasına geçti. Babasının bilgisayarını açıp yol sorduğu yerlerden birinden aldığı bir filmi CD’sini bilgisayara taktı. Odanın kalın perdelerini ve ışıklarını kapattı, kovasını kucağına aldı ve dondurmasını kaşıklayarak izlemeye başladı. Tahmin ettiği üzere film bittiğinde dondurma kovası da boşalmıştı.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder