Aynaya bakıp gülümsedim. Tek ihtiyacım olan ayakkabılarımdı,
sonra tamam olacaktım.
“Aman da aman, ne kadar güzel görünüyorsun.” Dedi annem.
Kıkırdadım.
“Güzelim, değil mi?” dedim, mutlulukla.
“Baloda dikkatli ol, tamam mı?” dedi.
“Endişelenme umma, harabeoji her zamanki gibi benimle
olacak, iyi olacağım” dedim.
“Şu çocuğa harabeoji demesene!” diye haşladı beni,
“Biliyorsun, o gerçekten yakışıklı bir genç adam.”
“Amaan, harabeoji.” Diye burnumu kırıştırdım. Onaylamayarak
başını salladı ve gitti. Kendime baktım. Elbisem gül kurusuydu, kalp şeklinde
straplez bir göğüs kısmı vardı. Eteği dizlerime kadar geliyordu ve
kabarıklaştırmak için altına bir ton siyah tül dikilmişti. Belinde siyah
dantelden geniş bir kuşağı vardı, tam göğüs altından başlayıp eteğin başladığı
yerde bitiyordu ve arkada sevimli dev bir fiyonk yapıyordu. Saçlarımı dalgalar
halinde açık bırakmıştım ve her zamanki klasik, bileğinde ince bir bant olan
siyah topuklularımı giydiğimde görünüşüm tamamlanmış olacaktı. Ayakkabılarımın,
üzerinde hayatta kalabileceğim, orta yükseklikte topukları vardı ve bu zaten
onları ilk giyişim değildi.
“Ah, aşağı yürüyen şu prensese de bakın, gözlerimi
kamaştırıyorsunuz!” dedi Jonghyun, abartılı bir huşu içinde.
“Ama beni şımartıyorsunuz, beyaz atlı prensim.” Dedim, sahte
bir utançla. Annem güldü.
“İkiniz de harikasınız, çocuklar, şimdi geç kalmayın. Size
bir taksi çağırdım bile, şimdi gelir.” Dedi annem.
“Sağol umma.” Dedim ve merdivenlerin kalanını koşarak indim.
“Cidden ama, bu elbisenin bu kadar güzel görüneceğini
düşünmemiştim.” Dedi Jonghyun.
“Sağol ya; benimle beraber seçmiştin bir de!” dedim, hafifçe
kıkırdadı.
“Şey, demek ki ne elbiseler konusunda ne kadar özürlü
olduğumu tahmin edebilirsin artık. Sadece bunun tatlı göründüğünü düşünmüştüm.”
Dedi.
“En azından benim iki tam gün boyunca avlanmama katlandın.
Herkesin yapabileceği bir şey değil bu.” Diye gülümsedim.
“Herkes için yapacağım bir şey de değil, zaten.” Diye
sırıtıp göz kırptı, “Belli bir kişiyi görmemekte o kadar iyi gidiyordun ki
ödüllendirilmen lazımdı.”
“Yah!” diye koluna vurarak onu tekrar güldürdüm. “Çok
kötüsün! Hatırlattığın için çok teşekkürler.” Diye homurdandım.
“Şu ana kadar hatırlamıyordun bile. Bu harika değil mi?”
dedi ve saçlarımı dağıtmak için uzandı; ama onu durdurdum.
“Bugün olmaz, en azından fotoğraflar çekilene kadar güzel
görünmeliyim. Sonra ne istiyorsan yapabilirsin.” Dedim çabucak.
“Haklısın, unuttum.” Dedi ve saçımı dağıtmak yerine bu sefer
dağınık duran birkaç tutamı nazikçe düzeltti. “Bir seferlik, inanmazsın, bir
centilmen olacağım. En azından herkes içip dağılana kadar.”
“Çocuklar, taksiniz geldi!” diye seslendi annem. Hole gidip
çabucak topuklularımı giydim. Taksiye binerken anneme el salladık. Şoför
ücretinin çoktan ödendiğini söyledi, sadece ona nereye gideceğimizi söylememiz
gerekti. Vardığımızda zaten oldukça kalabalıktı.
“Peyniiiiir!” dedi fotoğrafçı, biz içeri girerken.
Fotoğraflarımız çekilirken gülümsedik ve masamıza yürüdük. Arkadaşlarımızla
oturduğumuz bir masamız vardı; benim eski arkadaşlarım ve Jonghyun’un
arkadaşları… Yonghwa hariç. Masamız dolduğundan o bugün Joon’la olacaktı. Ondan
bahsetmişken, o da çoktan gelmişti… bahsettiği kızla birlikte. Ve uzun, zarif
bir elbisenin içinde gülümserken kız çok güzeldi.
Hayır, bunu düşünmeyecektim… ama yine de, düşününce, o kızı
burada görmek o kadar da canımı yakmamıştı. Sadece Joon’u davet etmek için
gururumu çiğnemiş olduğum gerçeği… bu biraz acıtıyordu. Neyse ki kimse
bilmiyordu, eğer bilen olsa çok utanırdım, hele de kız bu kadar güzelken. Sen
neyine güvendin de sordun, demezler miydi adama?
“O da seni gördü mü?” kulağımın dibinden gelen sesle
sandalyemden sıçradım.
“YAPMA şunu Jonghyun!” diye haşladım, elim kalbimde.
Gerçekten beni korkutmada ustaydı. Sadece kıkırdadı.
“Senin suçun, ben buradayken ona o kadar odaklanmasaydın.”
Diyerek beni hafifçe dürttü, “Neyse, seni gördü mü?”
“Hayır, görmedi. Yani, tabii ki görmez ve görmesin de
zaten.” Diye omuz silktim, umursamazları oynamaya çalışarak. O kadar zor
olmamıştı.
“Ve bu seni sinir ediyor.” Diye ekledi Jonghyun ve başını
yukarı aşağı salladı. “Yine de gülümse; insanlara öldürücü bakışlar atıp
durursan eğlenecek vaktin kalmaz.”
“Ay sağ olasın, dahi çocuk, hiç bilmiyordum!” diye
kıkırdadım, “Eğer bu tarz bir şey yüzünden gecemi rezil edeceğimi sanıyorsan
fena halde yanlıyorsun. Ben iyiyim, gerçekten.”
“Harikasın, göz alıcı prensesim.” Diye o güzel gülüşüyle
sırıttı, gülmeden edemedim.
Yemek servisinden sonra müdür sahneye çıktı. Tüm mezunlar
özel bir tören gibi sahneye yürüdü ve müdür hepsine diplomalarını elleriyle
verdi. Hepsinin fotoğrafları çekildi; birinci olan kızla sonuncu olan çocuk
çıkıp beraber bir konuşma yaparak herkesi gülme krizine soktular. Ardından dans
şovları geldi. Aynı iki insan çıkıp iyi bir tango şovu yaptıktan sonra vals
başladı. Bitirdiklerinde huşu içinde izleyip alkışlayabiliyordum sadece.
“Bu sefer gerçekten çıtayı yükselttiler; başka herhangi bir
yılın bunu geçebileceğini zannetmiyorum.” Dedim, alkış durulurken. Jonghyun
onayladı.
“Eğer bunu geçmek istiyorsak bütün bir 16. Yüzyıl oyunu
düzenlememiz gerekecek.” Dedi.
“Sorun etmem aslında, o elbiseler hoşuma gidiyor; ama bence
kızlara bayağı pahalıya patlar.” Dedim, gerçekten bu fikri ciddiye alarak.
Jonghyun güldü.
“Sence işe yarar mıydı?” dedi.
“Eşsiz olurdu, orası kesin.” Diye göz kırptım. Kıkırdayıp
bana elini uzattı.
“Bu arada; bana ilk dansınız olma onurunu bahşeder
miydiniz?” dedi, eski çağlardan fırlamış gerçek bir centilmen gibi, gözlerinde
çapkın bir parıltıyla. En cilveli gülüşümü takınarak elini tuttum.
“Tabii, neden olmasın?” dedim, gözlerimi kırpıştırarak.
Elimi hafifçe çekerek ayağa kalktığında sahnedeki ilk çiftlerden biri
olacağımızı fark ettim. En azından insanların arasında tost olmayacaktık;
bundan pek hoşlanmıyordum. Piste geçip resmi vals pozisyonunu aldık ve
diğerleriyle senkronize bir biçimde dansa başladık. İlk kez bir baloya
katıldığımda kendimi o kadar güvensiz hissediyordum ki dans dersleri almıştım.
O derslerde de Jonghyun partnerim olduğundan, beraber dans etme konusunda
hiçbir sıkıntımız yoktu. Dansın kendisine odaklanmak yerine rahatça muhabbet
edebiliyorduk ve orada gördüğümüz yeni insanlarla kıyafetleri hakkında dedikodu
yapmaktan hoşlanıyorduk. Ne yazık ki o
Joon ve partneri kısa süre sonra dansa katıldı ve havamı anında dibe
vurdurdular.
“İyi misin?” diye sordu Joon, yüzüm düşünce. Neşemi toplayıp
ona gülümsemeye çalıştım.
“Çok iyiyim, evet.” Dedim, buna inanmaya çalışarak.
Sözlerimi tartmak için iki saniyesini ayırdı ve yalan söylediğime kadar verdi,
süreci gözlerinden açıkça okuyabiliyordum.
“Evet tabi, tatlı küçük kıçımın iyisi, izninle.” Dedi, çok
normal bir şey söylüyormuş gibi, beni güldürerek.
“En azından tatlı bir popon olduğunu kabul ediyorsun.” Diye
uğraştım; poposunun tatlı olduğundan bahsederken biraz tuhaf hissetsem de
üzerinde düşünmemeye çalıştım. Bu gece
hiçbir şeyi düşünmek istemiyordum. Geldiğimizden beri şampanya içiyordum; bu
yüzden her zaman çakırkeyif olduğumu, hatta daha iyisi, sarhoş olduğumun
farkına varmadığımı söyleyebilirdim.
“Seninkinden tatlı olmasın.” Dedi, dudağının bir köşesi
hafifçe yukarı kıvrılırken.
“Tabii ki benimki seninkinden cidden daha iyi, bir zahmet.” Diye başımı salladım.
“Sana sapıklık yapasım gelecek şimdi, kes şunu.” Diye
kıkırdadı. Hafifçe güldüm.
“Sapıklık yapacaksan hiç tutmayayım.” Dedim. Yorumumu yok
sayarak beni döndürmeye karar verdi. Ne yazık ki, istenmeyen çift tüm bu zaman
boyunca görüş alanımdaydı. Oldukça yakın dans ediyorlardı – yani, tabii ki öyle
yapacaklardı, bir çifttiler sonuçta.
“Of, gerçekten çekilmezsin…” diye Jonghyun’un sessizce
homurdandığını duydum, hemen arkasından beni daha yakına çekti. Ben daha ne
olduğunu anlamadan, daha önce ettiğimizden çok daha yakın dans ediyorduk. O
kadar yakındı ki başımı çevirsem burnum gömleğinin yakasına değecekti ve daha
önceden fark edemediğim kadar hafif sıktığı parfümü şimdi fark edebiliyordum.
“N-ne yapıyorsun?” diye sordum, biraz kekeleyerek.
“Onlara bakıyorsun. Ben hemen buradayım; ama sen onlara
bakıp somurtuyorsun. Eğer bundan bu kadar nefret ediyorsan neden
söylemiyorsun?” dedi, lafını esirgemeden. Gözlerimi kırpıştırıp başımı
kaldırdım ve ona baktım.
“O kadar nefret etmiyorum, sadece-”
“Yalancı.” Dedi, ben cümlemi bitiremeden. Şimdi o da bana
bakıyordu ve fazlasıyla yakındı. Ben hiçbir şey söylemeyince daha derin bir
sesle tekrar konuştu.
“Yalancı, üstelik çok da kötü bir tanesisin. Bana yalan
söyleyemeyeceğini bilmen gerekirdi. Onları öyle görmekten nefret ediyorsun ve
ben bunu rahatça anlayabilirim.” Dedi. Yutkunup gözlerimi kaçırdım.
“Şey, ben…”
“Saklanmayı bırak, yüzüme bak.” diye bastırdı. Sesindeki bir
şey, söylediğini yapmamamı imkansız kılıyordu. Yüzüne baktım. “Biliyorsun, seni
asla yargılamayacağım.”
“Biliyorum.” Diye hafifçe gülümsedim ve sonunda pes ettim.
“Haklısın, bundan nefret ediyorum. Gittim bir aptal gibi sordum, bir aptal gibi
de reddedildim; şimdi o kızı o kadar güzel ve zarif görünce o kadar aptal
hissediyorum ki onları görmekten nefret ediyorum. Kendimi onunla
karşılaştırmadan edemiyorum; onu gördün mü? Saçları bir çikolata şelalesi gibi
ve çok uzun ve güzel ve zarif ve-”
“Yapma.” Diyen Jonghyun tarafından lafım bir daha bölündü,
“Senden daha güzel değil; yemin ederim ki değil.”
“Yani, teşekkür ederim; ama-”
“Hayır, kibar olmaya çalışmıyorum; ben ciddiyim.” Dedi
yumuşakça, “Sen gerçekten daha güzelsin. En azından bana göre öylesin.”
Aslında iltifatlara nasıl yanıt vereceğimi bilmiyordum ve
yanaklarımda hissetmeye başladığım sıcaklıkla bu daha da zordu. Ama bu sadece
Jonghyun’un tatlı tatlı gülümsemesine neden oldu.
“Gördün mü? Pembeleşen yanaklar, utangaç bir gülümseme ve
bir peri masalından yürüyüp gelmiş bir
prenses gibi görünüyorsun.”
“Kes şunu!” diye mızıldandım, elimde değildi. Muhtemelen
istesem de düzgün konuşmayı başaramazdım; yanaklarımın öncekinden de fazla
ısındığını hissedebiliyordum. Jonghyun ilk defa bana böyle şeyler söylüyordu ve
o kadar uzun zamandır arkadaştık ki bu tuhaf geliyordu… ama bundan nefret
etmemiştim.
“Niye? Sadece doğruyu söylüyordum.” Diye kıkırdadı.
Utangaçça gözlerimi kaçırdım. Bunu yaptığım anda Jonghyun bunu kendi çıkarına
kullandı ve yanağıma yumuşak bir öpücük kondurdu – ki bu benim sadece daha da
fazla kızarmama ve onu güçsüzce pataklamama yol açmıştı.
“Bırak şunu yapmayı- ben seni var ya- sen ne biçim-” diye
saçma sapan bir şeyler söyledim, bir cümleyi tamamlamaktan acizdim. Jonghyun
benim pataklamalarıma karşı kendini gayretsizce savunurmuş gibi yapıyor ve bir
yandan da gülüyordu.
“Beyaz Atlı Prenslik yapıyorum, sakıncası var mı?” şakacı
bir havayla, sonra ben domates gibi bir kafayla ona hırlamakla meşgulken
gülümsedi. “Aslında, gerçekten, sana bunları daha önce söylemeliydim. Hani
kendinin şişman ya da çirkin olduğunu söylemenden nefret ediyorum. Keşke
kendini benim gözlerimden görebilseydin, dedirtiyor.”
Gözlerimi kırpıştırıp ona baktım. Benimle dalga geçmiyordu,
tamam. Bu sefer gayet ciddiydi, bunları gerçekten inanarak söylüyordu. Bunları
da bana ilk söyleyişiydi ve kendimi iyi hissettiriyordu, bir şekilde, alışık
olmadığım bir biçimde. Ona gülümsedim.
“Bunu daha önce söylemeliydin. Belki de o ölümcül diyeti hiç
denemezdim.” Dedim. Gözlerini devirip homurdandı.
“Asla diyet denememelisin sen, aç kaldığında çekilmez
oluyorsun!”
“Sağol be!” diye tekrar patakladım onu.
“Doğru ama! Sen diyete girince can güvenliğim olmuyor.” Dedi
gülerek. Yanaklarımı şişirdim.
“Ne yapayım, aç olmaktan hoşlanmıyorum.”
“O zaman kendini açlıktan öldürme, basit.” Diye omuz silkti.
“Sana demesi kolay, güzel görünmeliyim!” dedim. İç geçirdi.
“Sana söyledim ya, zaten güzel görünüyorsun! Rahat
olabilirsin, vallahi bak.” Dedi. Bu sefer ben iç geçirdim.
“Sanki sen çok anlarsın da.” Diye sessizce homurdandım.
“Hm? Ne dedin?” dedi.
“Hiç!” diye özellikle çok sahte bir biçimde kocaman sırıttım
ona; ama o daha bir şey söyleyemeden birisi omzuna dokundu.
“Eş değişebilir miyiz?”
bir yerde jonghyun yerine joon yazmissin sanki?!?
YanıtlaSil