22 Ağustos 2014 Cuma

Shojo Gibi Sevmek - 03

Aynaya bakıp gülümsedim. Tek ihtiyacım olan ayakkabılarımdı, sonra tamam olacaktım.

“Aman da aman, ne kadar güzel görünüyorsun.” Dedi annem. Kıkırdadım.

“Güzelim, değil mi?” dedim, mutlulukla.

“Baloda dikkatli ol, tamam mı?” dedi.

“Endişelenme umma, harabeoji her zamanki gibi benimle olacak, iyi olacağım” dedim.

“Şu çocuğa harabeoji demesene!” diye haşladı beni, “Biliyorsun, o gerçekten yakışıklı bir genç adam.”

“Amaan, harabeoji.” Diye burnumu kırıştırdım. Onaylamayarak başını salladı ve gitti. Kendime baktım. Elbisem gül kurusuydu, kalp şeklinde straplez bir göğüs kısmı vardı. Eteği dizlerime kadar geliyordu ve kabarıklaştırmak için altına bir ton siyah tül dikilmişti. Belinde siyah dantelden geniş bir kuşağı vardı, tam göğüs altından başlayıp eteğin başladığı yerde bitiyordu ve arkada sevimli dev bir fiyonk yapıyordu. Saçlarımı dalgalar halinde açık bırakmıştım ve her zamanki klasik, bileğinde ince bir bant olan siyah topuklularımı giydiğimde görünüşüm tamamlanmış olacaktı. Ayakkabılarımın, üzerinde hayatta kalabileceğim, orta yükseklikte topukları vardı ve bu zaten onları ilk giyişim değildi.

Odama gittim ve küçük siyah el çantamı aldım, içine rujumla telefonumu da koydum ve hazırdım. Jonghyun’un gelmesi için sadece birkaç dakika beklemem gerekti. Annem onu her zamanki gibi içeri aldı. Jonghyun klasik siyah bir takım giyiyordu, siyah bir papyonu vardı ve üzerindeki gömlek benim elbisemin rengindeydi. Yani, sonuçta bir çift olarak gidiyorduk. Tamam, tam olarak çift gibi değil, yani sevgililer olarak değil; ama beraber gidiyorduk ve uyumlu görünmeliydik.

“Ah, aşağı yürüyen şu prensese de bakın, gözlerimi kamaştırıyorsunuz!” dedi Jonghyun, abartılı bir huşu içinde.

“Ama beni şımartıyorsunuz, beyaz atlı prensim.” Dedim, sahte bir utançla. Annem güldü.

“İkiniz de harikasınız, çocuklar, şimdi geç kalmayın. Size bir taksi çağırdım bile, şimdi gelir.” Dedi annem.

“Sağol umma.” Dedim ve merdivenlerin kalanını koşarak indim.

“Cidden ama, bu elbisenin bu kadar güzel görüneceğini düşünmemiştim.” Dedi Jonghyun.

“Sağol ya; benimle beraber seçmiştin bir de!” dedim, hafifçe kıkırdadı.

“Şey, demek ki ne elbiseler konusunda ne kadar özürlü olduğumu tahmin edebilirsin artık. Sadece bunun tatlı göründüğünü düşünmüştüm.” Dedi.

“En azından benim iki tam gün boyunca avlanmama katlandın. Herkesin yapabileceği bir şey değil bu.” Diye gülümsedim.

“Herkes için yapacağım bir şey de değil, zaten.” Diye sırıtıp göz kırptı, “Belli bir kişiyi görmemekte o kadar iyi gidiyordun ki ödüllendirilmen lazımdı.”

“Yah!” diye koluna vurarak onu tekrar güldürdüm. “Çok kötüsün! Hatırlattığın için çok teşekkürler.” Diye homurdandım.

“Şu ana kadar hatırlamıyordun bile. Bu harika değil mi?” dedi ve saçlarımı dağıtmak için uzandı; ama onu durdurdum.

“Bugün olmaz, en azından fotoğraflar çekilene kadar güzel görünmeliyim. Sonra ne istiyorsan yapabilirsin.” Dedim çabucak.

“Haklısın, unuttum.” Dedi ve saçımı dağıtmak yerine bu sefer dağınık duran birkaç tutamı nazikçe düzeltti. “Bir seferlik, inanmazsın, bir centilmen olacağım. En azından herkes içip dağılana kadar.”

“Çocuklar, taksiniz geldi!” diye seslendi annem. Hole gidip çabucak topuklularımı giydim. Taksiye binerken anneme el salladık. Şoför ücretinin çoktan ödendiğini söyledi, sadece ona nereye gideceğimizi söylememiz gerekti. Vardığımızda zaten oldukça kalabalıktı.

“Peyniiiiir!” dedi fotoğrafçı, biz içeri girerken. Fotoğraflarımız çekilirken gülümsedik ve masamıza yürüdük. Arkadaşlarımızla oturduğumuz bir masamız vardı; benim eski arkadaşlarım ve Jonghyun’un arkadaşları… Yonghwa hariç. Masamız dolduğundan o bugün Joon’la olacaktı. Ondan bahsetmişken, o da çoktan gelmişti… bahsettiği kızla birlikte. Ve uzun, zarif bir elbisenin içinde gülümserken kız çok güzeldi.

Hayır, bunu düşünmeyecektim… ama yine de, düşününce, o kızı burada görmek o kadar da canımı yakmamıştı. Sadece Joon’u davet etmek için gururumu çiğnemiş olduğum gerçeği… bu biraz acıtıyordu. Neyse ki kimse bilmiyordu, eğer bilen olsa çok utanırdım, hele de kız bu kadar güzelken. Sen neyine güvendin de sordun, demezler miydi adama?

“O da seni gördü mü?” kulağımın dibinden gelen sesle sandalyemden sıçradım.

“YAPMA şunu Jonghyun!” diye haşladım, elim kalbimde. Gerçekten beni korkutmada ustaydı. Sadece kıkırdadı.

“Senin suçun, ben buradayken ona o kadar odaklanmasaydın.” Diyerek beni hafifçe dürttü, “Neyse, seni gördü mü?”

“Hayır, görmedi. Yani, tabii ki görmez ve görmesin de zaten.” Diye omuz silktim, umursamazları oynamaya çalışarak. O kadar zor olmamıştı.

“Ve bu seni sinir ediyor.” Diye ekledi Jonghyun ve başını yukarı aşağı salladı. “Yine de gülümse; insanlara öldürücü bakışlar atıp durursan eğlenecek vaktin kalmaz.”

“Ay sağ olasın, dahi çocuk, hiç bilmiyordum!” diye kıkırdadım, “Eğer bu tarz bir şey yüzünden gecemi rezil edeceğimi sanıyorsan fena halde yanlıyorsun. Ben iyiyim, gerçekten.”

“Harikasın, göz alıcı prensesim.” Diye o güzel gülüşüyle sırıttı, gülmeden edemedim.

Yemek servisinden sonra müdür sahneye çıktı. Tüm mezunlar özel bir tören gibi sahneye yürüdü ve müdür hepsine diplomalarını elleriyle verdi. Hepsinin fotoğrafları çekildi; birinci olan kızla sonuncu olan çocuk çıkıp beraber bir konuşma yaparak herkesi gülme krizine soktular. Ardından dans şovları geldi. Aynı iki insan çıkıp iyi bir tango şovu yaptıktan sonra vals başladı. Bitirdiklerinde huşu içinde izleyip alkışlayabiliyordum sadece.

“Bu sefer gerçekten çıtayı yükselttiler; başka herhangi bir yılın bunu geçebileceğini zannetmiyorum.” Dedim, alkış durulurken. Jonghyun onayladı.

“Eğer bunu geçmek istiyorsak bütün bir 16. Yüzyıl oyunu düzenlememiz gerekecek.” Dedi.

“Sorun etmem aslında, o elbiseler hoşuma gidiyor; ama bence kızlara bayağı pahalıya patlar.” Dedim, gerçekten bu fikri ciddiye alarak. Jonghyun güldü.

“Sence işe yarar mıydı?” dedi.

“Eşsiz olurdu, orası kesin.” Diye göz kırptım. Kıkırdayıp bana elini uzattı.

“Bu arada; bana ilk dansınız olma onurunu bahşeder miydiniz?” dedi, eski çağlardan fırlamış gerçek bir centilmen gibi, gözlerinde çapkın bir parıltıyla. En cilveli gülüşümü takınarak elini tuttum.

“Tabii, neden olmasın?” dedim, gözlerimi kırpıştırarak. Elimi hafifçe çekerek ayağa kalktığında sahnedeki ilk çiftlerden biri olacağımızı fark ettim. En azından insanların arasında tost olmayacaktık; bundan pek hoşlanmıyordum. Piste geçip resmi vals pozisyonunu aldık ve diğerleriyle senkronize bir biçimde dansa başladık. İlk kez bir baloya katıldığımda kendimi o kadar güvensiz hissediyordum ki dans dersleri almıştım. O derslerde de Jonghyun partnerim olduğundan, beraber dans etme konusunda hiçbir sıkıntımız yoktu. Dansın kendisine odaklanmak yerine rahatça muhabbet edebiliyorduk ve orada gördüğümüz yeni insanlarla kıyafetleri hakkında dedikodu yapmaktan hoşlanıyorduk. Ne yazık ki o Joon ve partneri kısa süre sonra dansa katıldı ve havamı anında dibe vurdurdular.

“İyi misin?” diye sordu Joon, yüzüm düşünce. Neşemi toplayıp ona gülümsemeye çalıştım.

“Çok iyiyim, evet.” Dedim, buna inanmaya çalışarak. Sözlerimi tartmak için iki saniyesini ayırdı ve yalan söylediğime kadar verdi, süreci gözlerinden açıkça okuyabiliyordum.

“Evet tabi, tatlı küçük kıçımın iyisi, izninle.” Dedi, çok normal bir şey söylüyormuş gibi, beni güldürerek.

“En azından tatlı bir popon olduğunu kabul ediyorsun.” Diye uğraştım; poposunun tatlı olduğundan bahsederken biraz tuhaf hissetsem de üzerinde düşünmemeye çalıştım.  Bu gece hiçbir şeyi düşünmek istemiyordum. Geldiğimizden beri şampanya içiyordum; bu yüzden her zaman çakırkeyif olduğumu, hatta daha iyisi, sarhoş olduğumun farkına varmadığımı söyleyebilirdim.

“Seninkinden tatlı olmasın.” Dedi, dudağının bir köşesi hafifçe yukarı kıvrılırken.

“Tabii ki benimki seninkinden cidden daha iyi, bir zahmet.” Diye başımı salladım.

“Sana sapıklık yapasım gelecek şimdi, kes şunu.” Diye kıkırdadı. Hafifçe güldüm.

“Sapıklık yapacaksan hiç tutmayayım.” Dedim. Yorumumu yok sayarak beni döndürmeye karar verdi. Ne yazık ki, istenmeyen çift tüm bu zaman boyunca görüş alanımdaydı. Oldukça yakın dans ediyorlardı – yani, tabii ki öyle yapacaklardı, bir çifttiler sonuçta.

“Of, gerçekten çekilmezsin…” diye Jonghyun’un sessizce homurdandığını duydum, hemen arkasından beni daha yakına çekti. Ben daha ne olduğunu anlamadan, daha önce ettiğimizden çok daha yakın dans ediyorduk. O kadar yakındı ki başımı çevirsem burnum gömleğinin yakasına değecekti ve daha önceden fark edemediğim kadar hafif sıktığı parfümü şimdi fark edebiliyordum.

“N-ne yapıyorsun?” diye sordum, biraz kekeleyerek.

“Onlara bakıyorsun. Ben hemen buradayım; ama sen onlara bakıp somurtuyorsun. Eğer bundan bu kadar nefret ediyorsan neden söylemiyorsun?” dedi, lafını esirgemeden. Gözlerimi kırpıştırıp başımı kaldırdım ve ona baktım.

“O kadar nefret etmiyorum, sadece-”

“Yalancı.” Dedi, ben cümlemi bitiremeden. Şimdi o da bana bakıyordu ve fazlasıyla yakındı. Ben hiçbir şey söylemeyince daha derin bir sesle tekrar konuştu.

“Yalancı, üstelik çok da kötü bir tanesisin. Bana yalan söyleyemeyeceğini bilmen gerekirdi. Onları öyle görmekten nefret ediyorsun ve ben bunu rahatça anlayabilirim.” Dedi. Yutkunup gözlerimi kaçırdım.

“Şey, ben…”

“Saklanmayı bırak, yüzüme bak.” diye bastırdı. Sesindeki bir şey, söylediğini yapmamamı imkansız kılıyordu. Yüzüne baktım. “Biliyorsun, seni asla yargılamayacağım.”

“Biliyorum.” Diye hafifçe gülümsedim ve sonunda pes ettim. “Haklısın, bundan nefret ediyorum. Gittim bir aptal gibi sordum, bir aptal gibi de reddedildim; şimdi o kızı o kadar güzel ve zarif görünce o kadar aptal hissediyorum ki onları görmekten nefret ediyorum. Kendimi onunla karşılaştırmadan edemiyorum; onu gördün mü? Saçları bir çikolata şelalesi gibi ve çok uzun ve güzel ve zarif ve-”

“Yapma.” Diyen Jonghyun tarafından lafım bir daha bölündü, “Senden daha güzel değil; yemin ederim ki değil.”

“Yani, teşekkür ederim; ama-”

“Hayır, kibar olmaya çalışmıyorum; ben ciddiyim.” Dedi yumuşakça, “Sen gerçekten daha güzelsin. En azından bana göre öylesin.”

Aslında iltifatlara nasıl yanıt vereceğimi bilmiyordum ve yanaklarımda hissetmeye başladığım sıcaklıkla bu daha da zordu. Ama bu sadece Jonghyun’un tatlı tatlı gülümsemesine neden oldu.

“Gördün mü? Pembeleşen yanaklar, utangaç bir gülümseme ve bir peri masalından yürüyüp gelmiş  bir prenses gibi görünüyorsun.”

“Kes şunu!” diye mızıldandım, elimde değildi. Muhtemelen istesem de düzgün konuşmayı başaramazdım; yanaklarımın öncekinden de fazla ısındığını hissedebiliyordum. Jonghyun ilk defa bana böyle şeyler söylüyordu ve o kadar uzun zamandır arkadaştık ki bu tuhaf geliyordu… ama bundan nefret etmemiştim.

“Niye? Sadece doğruyu söylüyordum.” Diye kıkırdadı. Utangaçça gözlerimi kaçırdım. Bunu yaptığım anda Jonghyun bunu kendi çıkarına kullandı ve yanağıma yumuşak bir öpücük kondurdu – ki bu benim sadece daha da fazla kızarmama ve onu güçsüzce pataklamama yol açmıştı.

“Bırak şunu yapmayı- ben seni var ya- sen ne biçim-” diye saçma sapan bir şeyler söyledim, bir cümleyi tamamlamaktan acizdim. Jonghyun benim pataklamalarıma karşı kendini gayretsizce savunurmuş gibi yapıyor ve bir yandan da gülüyordu.

“Beyaz Atlı Prenslik yapıyorum, sakıncası var mı?” şakacı bir havayla, sonra ben domates gibi bir kafayla ona hırlamakla meşgulken gülümsedi. “Aslında, gerçekten, sana bunları daha önce söylemeliydim. Hani kendinin şişman ya da çirkin olduğunu söylemenden nefret ediyorum. Keşke kendini benim gözlerimden görebilseydin, dedirtiyor.”

Gözlerimi kırpıştırıp ona baktım. Benimle dalga geçmiyordu, tamam. Bu sefer gayet ciddiydi, bunları gerçekten inanarak söylüyordu. Bunları da bana ilk söyleyişiydi ve kendimi iyi hissettiriyordu, bir şekilde, alışık olmadığım bir biçimde. Ona gülümsedim.

“Bunu daha önce söylemeliydin. Belki de o ölümcül diyeti hiç denemezdim.” Dedim. Gözlerini devirip homurdandı.

“Asla diyet denememelisin sen, aç kaldığında çekilmez oluyorsun!”

“Sağol be!” diye tekrar patakladım onu.

“Doğru ama! Sen diyete girince can güvenliğim olmuyor.” Dedi gülerek. Yanaklarımı şişirdim.

“Ne yapayım, aç olmaktan hoşlanmıyorum.”

“O zaman kendini açlıktan öldürme, basit.” Diye omuz silkti.

“Sana demesi kolay, güzel görünmeliyim!” dedim. İç geçirdi.

“Sana söyledim ya, zaten güzel görünüyorsun! Rahat olabilirsin, vallahi bak.” Dedi. Bu sefer ben iç geçirdim.

“Sanki sen çok anlarsın da.” Diye sessizce homurdandım.

“Hm? Ne dedin?” dedi.

“Hiç!” diye özellikle çok sahte bir biçimde kocaman sırıttım ona; ama o daha bir şey söyleyemeden birisi omzuna dokundu.


“Eş değişebilir miyiz?” 

1 yorum: