Çok güzeldi.
Benim ezeli aşkımdı, onun için basitçe ölüyordum ve onun
hiçbir fikri yoktu. Tamam, belki de biliyordu da umurunda bile değildi.
Bilmiyordum. Ama çok güzeldi. Gülümsediğinde güzeldi; güldüğünde, dans
ettiğinde, spor yaptığında, arkadaşlarıyla muhabbet ettiğinde, sadece yolda
yürüdüğünde; hatta derste uyuyup sırasına salya akıtırken bile güzeldi. Ve sadece
güzel de değil; gerçekten hayranlık uyandırıcı biriydi. Neredeyse bütün sporları
mükemmel ve, şey, zarifçe yapıyordu; onunla muhabbet etmek eğlenceliydi,
arkadaşlarına nazik ve doğal davranırdı ve… sadece ona aşık olmuştum. Lee “Joon”
Changsun’un kızlar üzerinde böyle bir etkisi vardı.
Şey, ondan hoşlanan tek kız ben değildim; tabii ki hayır. Sınıfındaki
kızlardan çoğunun aşkıydı o. Sadece kızlarla öylesine takılmakla
ilgilenmiyordu, hiçbir zaman ilgilenmemişti. Bunu can sıkıcı buluyordu. Nereden
mi biliyordum? Onun arkadaşıydım da ondan.
Tabii ki tam olarak bu şekilde arkadaş olmamıştık; ama beni
tanımaya başlamasının bir parçası böyle olmuştu. Ertesi sene onunla aynı
kulüpteydim. Basketboldan başka bir kulübe kaydolmaya karar vermesi tamamen
tesadüftü… ve çizgi filmlerden hoşlanması da. Çizgi filmler ve severleri için
bir kulüp kurduğumda onun da çizgi film sevdiği hakkında hiçbir fikrim yoktu. Anında
kulübe katılmıştı. Yine anında kulüp başkanı seçilmişti. Hiçbir şey yapmıyordu;
ama pozisyonu bir şekilde burada kalmasını garantiye alıyordu, dolayısıyla bu
konuda bir şey yapmamıştım. Sadece kendi haline bıraktım. Üye de çekiyordu, bu
da kulübün açık kalmasını garantiye alıyordu, bu iyiydi… ve sadece ona
bakabilsem bile bana yeterdi zaten, aynı şu anda yaptığım gibi.
“Neye bakıyorsun?” dedi, umursamazca. Omuz silktim.
“O kağıtları kıyametten önce imzalayıp imzalamayacağını
merak ediyorum. Kulüp için yaptığın tek şey bu, ne de olsa.” Dedim, akıcı bir
biçimde. Evet, ondan hoşlanıyordum; ama onu görmeye ve onunla konuşmaya alışkındım, o kadar ki çırpınan kalbimi kolayca saklayabiliyordum. Yine de ona
olan hislerimi hiç saklamıyordum; açık açık konuşmasam da ona hep farklı
davranıyordum.
“Yah, kalbimi kırıyorsun! Burada çok fazla çizgi film
izliyorum, festival için Tinky Winky bile oldum, değil mi? Hiçbir şey
yapmadığımı söyleyemezsin!” diye itiraz etti, somurtarak. Hiç çabalamadan bu
kadar sevimli olabilmesinin hiç adil olmadığını düşünüyordum.
“Bunun dışında hiçbir şey yapmadın ve kulüp başkanısın. Belki
de bir kalemin olmadığı içindir?” diye kıkırdadım. Etrafına bakındı.
“Şey evet, bir kalemim yok, bu doğru.” Dedi. Başımı iki yana
sallayıp elimdeki kalemi ona uzattım.
“O kağıtları imzalamadan hiçbir yere gitmiyorsun, benim
şimdi gerçekten derse gitmem gerek. Sen her zaman hocaya kulüp işleri yüzünden
geç kaldığını söyleyebilirsin.” Dedim.
“Dersle uğraşasım yok zaten, asabilir miyim, bakacağım.” Diye
sırıttı. Kıkırdayıp ona el salladım.
“İyi şanslar, çizgi film prensi!” dedim ve kulüp odasından
koşarak çıktım. Derse neredeyse geç kalmıştım ve hoca çok katıydı. Hoca girmeden
bir saniye önce içeri sıvışmayı başardım ve o bana kızamadan yerime yerleştim. Bu
sefer şanslıydım.
“Neredeydin?” diye sordu sıra arkadaşım, hoca derse
hazırlanırken.
“Kulüp odasında, nerede olacak?” dedim, defterimi
çıkarırken.
“Orada o kadar fazla zaman harcamamalısın.” Dedi; ama bunu
yok saydım. Lee Jonghyun kendimi bildim bileli en yakın arkadaşımdı; ama son
zamanlarda benim ve yaptıklarım hakkımda fazla endişeleniyor gibiydi. Benim
için böyle endişelenmesinden hoşlanmıyordum. Kaşlarını çatmasından çok
gülümsemesini seviyordum – sadece güzel bir gülüşü olduğundan değil, aynı
zamanda onu önemsediğimden. Üstelik endişelenecek bir şey de yoktu, kulüp
odasında kötü yola düşmüyorduk.
Molada yeniden kulüp odasına gitmek istedim; ama bunun tuhaf
olacağını düşündüm. Üstelik o muhtemelen orada olmazdı. Olur muydu? Yani,
sonuçta dersi asmayı deneyeceğini söylemişti. Ayağa kalktım; ama sınıfın
kapısında varmadan kararımı değiştirdim. Hep böyle kararsızdım. Ben sürekli
ortalıkta olursam sinir olmaz mıydı? Arkamı döndüm. Ama şimdi benim ondan
hoşlandığımı çoktan fark etmiş olması gerekiyordu. Beni hiç uzaklaştırmamıştı,
değil mi? Yeniden kapıya döndüm. Gidebilir miydim?
“Otur oturduğun yerde, orada değil.” Dedi Jonghyun’un sesi,
huysuzca. Sırtımdan aşağı bir ürpertinin indiğini hissettim.
“Onu düşündüğümü nereden bildin?” dedim.
“Allah aşkına, seni tanıyorum!” diye gözlerini devirdi. “Ona
gidip gitmemeye karar veremediğin zaman kuyruğunu kovalayan köpek yavrusu gibi
kendi etrafında dönüp duruyorsun. Başka hiçbir şeyde bu kadar kafan karışmaz ki
senin. Onun hakkında olmak zorunda. AMA orada değil, bu yüzden kes şunu artık.”
“Nereden biliyorsun?” dedim sinirle. İç geçirdi.
“Dersi asmış olsa bile kulüp odasında takılıyor olmazdı. Fazla
kolay sıkılırdı.” Dedi.
“Yine soruyorum, nereden biliyorsun?” dedim inatla.
“İstersen Yonghwa’ya sor!” diye savundu kendini. Oflayıp sırama
oturdum ve yerimde kaykıldım.
“Onlar kanka, evet, o bilirdi.” Diye mırıldandım. Onaylayarak
başını salladı.
“Seninle ilgilenmiyor bile, neden hala onun peşindesin ki?”
dedi, yanağını eline yaslayarak. Nefesimi hızlıca içime çekerek anında ona
döndüm.
“Bunu Yonghwa’ya kendi mi söylemiş?” diye sordum, umutsuzca.
Bunu istemiyordum. Şimdilik olduğum yerde iyiydim; ama bütün umutlarımın
yıkılmasını istemiyordum. Bu çok acıtırdı.
“Hayır, söylemedi. Ama çok belli değil mi? Ona hislerini
belli edecek her şeyi yapıyorsun; ama o zahmet edip hiçbir şey yapmıyor.” Dedi,
basitçe.
“Deme öyle!” diye haşladım. Ellerini kaldırdı.
“Peki peki, bir şey demedim ben.” Dedi. Bu tartışmanın
aramızda tekrar tekrar sürmesinden sıkılmıştı. İç geçirdim.
“Gerçekten benden hoşlanmadığını mı düşünüyorsun?” dedim bir
süre sonra. Daha önce hiç dürüstçe fikrini sormamıştım; bu yüzden biraz
şaşırmıştı.
“Hiç göstermiyor. Seni görmeye gelmiyor, seninle özel olarak
muhabbet etmiyor, sana bir kız gibi bile davranmıyor. Bazen eğer kulüp kapansa
bir daha hiç konuşur muydunuz, merak ediyorum.” Diye yavaşça ve dikkatle
konuştu Jonghyun.
“Umurunda bile olmadığını düşünüyorsun yani?” diye iç
geçirdim tekrar. Doğru, yok saymaktan hoşlanıyordum; ama eğer benden
hoşlanmıyorsa bu fikre yavaş yavaş alışsam iyi olabilirdi. Sonuçta karşılıksız
bir aşk için içim çıkana kadar ağlamak istemezdim.
“Şey… öyleymiş gibi görünmüyor.” Diye özür diler gibi
gülümsedi Jonghyun. İç çekip ona gülümsedim.
“Zalimce dürüst olacağına her zaman güvenebilmek hoş bir
şey.” Dedim ve saçlarını karıştırdım.
“Yah!” diye güldü ve kolumu yakaladı. “Sana saçlarımı
karıştırma dedim, küçük şeytan!” dedi ve aynı şekilde benim saçlarımı
karıştırmaya başladı.
“Yaayayayaya- yah! Jonghyun! Dur! Lütfen dur!” diye basitçe
yalvardım. Eğer zorbalığıma karşılık vermeye karar verdiyse onu
durduramayacağımı biliyordum; bu yüzden ona karşı koymayı denemedim bile.
“Bana oppa dersen dururum.” Dedi. Bir anlığına durduğunda
sesindeki sırıtışı duyabiliyordum.
“Bundan hoşlandığını bilmiyordum?” diye uğraştım onunla. Beni
viyaklatarak saçımı biraz daha karıştırdı.
“Hoşlanıyor değilim; ama bizimkilerle iddiaya girdik; bu yüzden bana
oppa deyip benim için bir akşam yemeği kazanmak zorundasın, çaktın?” dedi.
“Bana yemekten bahsetsen sana onu derdim!” dedim.
“Hayır demezdin, bu sadece benim için bir yemek- HEY hala
bana oppa demedin! Acele et!” diye haşladı, saçlarımı daha da fazla
karıştırarak.
“Ya ya ya- OPPA! Kes şunu!” diye resmen çığlık attım. Beni bıraktığında
yüzünde zafer dolu bir sırıtış gördüm ve bir şeylerin yanlış olduğunu anladım. Az
önce bütün sınıfın ortasında oppa diye çığlık atmıştım. Şey. Sıç.
“Teşekkürler, tatlım.”
Dedi Jonghyun tatlı tatlı, ki bu işleri daha da kötü yapıyordu. Elimi alnıma
vurup homurdandım.
“Bir şey değil…”
Neden her zaman böyleydik, hiç bilmiyordum. Ne zaman bu
kadar yakın olmuştuk, hatırlamıyordum bile. Bazen neden hala arkadaş olduğumuzu
sorgulasam da çoğunlukla hala arkadaşım olduğu için müteşekkir oluyordum. Şu
anda kesinlikle o anlardan biri değildi. Kesinlikle.
bu bolumu önceden hatirliyorum guzeldi zaten bir insan saginda joon solunda jonghyun varken kotu olamaz ki XD
YanıtlaSilnasıl mümkün öyle bişey ya hiç bilmiyorum xD devamında konuşursun madem burasını biliyorsun o vakit :3
Sil