25 Ağustos 2014 Pazartesi

Shojo Gibi Sevmek - 08

Uyanır uyanmaz telefonumu kontrol ettim; ama hiçbir şey yoktu, ne bir cevapsız çağrı, ne de mesaj. İki gündür boşuna bekliyordum. Bu sabah burada olması gerekiyordu; bugün matematik sınavının sonuçları asılacaktı. Burada olmak zorundaydı; yoksa bütün hayallerim yerle bir olacaktı.

İç çekip yataktan kalktım ve kendimi banyoya sürükledim. Joon’un, itiraz etmeme rağmen, almamı istediği kedili kolye aynanın kenarından sarkıyor, bana göz kırpıyordu. O gün, onu reddetmeme rağmen pes etmeyeceğini söylemişti. Bu kolyeyi benim için aldığında ve verecek kimsesi olmadığında ısrar etmişti. Ablasına vermesini söylediğimdeyse ablasının kedili şeylerden hoşlanmadığı bahanesinin arkasına sığınmıştı. Halbuki beklenmedik itirafının hatırına en baştan açıklamıştım; eskiden ondan hoşlandığımı ama artık öyle bir şey olmadığını, başka birinden hoşlandığımı ve bir umut olmadığını açıkça söylemiştim.

Daha önce birazcık bile şüphem vardıysa eğer, iki gün Jonghyun’u görmeyince hislerim içimde daha da netleşmişti. Sadece cumartesi için gidecekti aslında; ama bütün hafta sonu orada kalmışlardı ve ben onu deli gibi özlüyordum. Yiğitlikten aramamıştım daha; ama o da beni aramayınca dün gece rüyamda gelip çocukken yaptığımız gibi benim yanımda uyuduğunu görmüştüm. Zaten uyanır uyanmaz telefonuma bakma nedenlerimden biri de buydu: arka planımda artık onunla beraber sırıttığımız bir resim vardı. Resim beni gülümsetse de bu sabah sadece onu görmeyi daha çok istememe neden olmuştu.


Çabucak hazırlanıp bir şeyler atıştırdım ve okula aceleyle gittim. Saat erkendi, daha çok az kişi buradaydı. Sınıfa gidip sırama kuruldum, sonra başımı kollarıma yaslayıp biraz kestirmeye karar verdim. Kısa süre sonra huzurlu bir uykudaydım; biri beni dürterek uyandırana kadar.

“Aman Tanrım, bu büyülü güzellik de kim, bu prensesin bu yıkık kalede ne işi var? Öpsem uyanır mı acaba?” dedi Jonghyun’un abartılı tiyatro repliği sesi, tam tepemden. Başımı kaldırıp ona baktığımda dünyanın bütün renkleri geri gelmiş gibi hissediyordum; bu yüz ifademden de belli oluyor olmalıydı. “Vay, demek kıymetimi öğrenmen için arada bir ortadan kaybolmam gerekiyormuş.”

“Sen ortadan kaybolmasan da bilirim ben onu, merak etme.” Dedim ve heyecanla çekip yanıma oturttum onu.

“Anlatacak bir şeylerin mi var yoksa?” dedi, o da heyecanlanarak.

“Kulüp odasında olanları anlatamadım sana.” Dedim. Yüzünden geçen gölgeyi görmemek imkansızdı, gülmemek için yanağımın içini ısırdım.

“Dökül bakalım. Bir şey yaptıysa onu hala oyacağım.” Dedi. Kıkırdadım ve başımı salladım.

“Çok harikaydı, gerçekten. Gidip dışarıdan kahve alıp gelmiş, gerçekten çalışıyormuş ben yokken üstelik; sonra da oturup benden özür diledi ve benden hoşlandığını söyledi.” Dedim yerimde tepinerek. Benim heyecanımı paylaşmadığını görmek için dahi olmaya gerek yoktu. Ona doğru eğilip sessizce ekledim. “Şu dünyada Lee Joon’u reddetmiş ilk kız olabilirim.”

“Ne?” dedi, gözleri birer tabak boyutuna ulaşırken. Başımı çılgın gibi salladım. Dört köşe olmamın sebebi esasen bu değildi tabi, mesela çok özlediğim bir insan evladını yeniden görmek gibi bir şeydi; ama bu kadar mutluyken bunu anlatmanın keyfi de başkaydı yahu!

“Bana bir kedili kolye almış, ille de verdi; ama hiç şansı yok.” Dedim. Bir an durdu, sonra güldü.

“Dikkat et bunu Joon’un hayran kulübü duymasın, seni atomlarına ayırabilirler, ben bile tutamam.” Dedi, geniş bir sırıtışla.

“Senden başkasına söyler miyim sanıyorsun? Canıma susamadım.” Dedim, “Sen ne yaptın peki?”

“Büyük annem beni besiye çekti, galiba iki günde dört kilo aldım. Öleceğim sandım, gerçekten!” dedi Jonghyun. Büyük annesi her zaman torununun çok zayıf olmasından şikayet eden bir kadın olduğu için bunu anlayabiliyordum.

“En azından yemekleri iyi.” Dedim, teselli etmek için.

“Yemeklere laf yok, onlara laf yok.” Dedi gülerek.

“Gece mi geldiniz?” dedim. E tabi, iki gündür neredeyse hiç konuşmayınca bilmiyordum.

“Daha yeni vardık, gece yoldaydık.” Dedi ve kafasını sıraya gömdü. Ben de elimi saçlarının arasından geçirdim ve yumuşacık tutamlarla oynamaya başladım.

“Sana ninni söyleyeyim mi?” dedim, yumuşakça.

“Bugün benim doğum günüm falan mı?” diye kedi gibi mırıldandı, “Bana fazla iyi davranıyorsun.”

“Üzümünü ye bağını sorma.” Dedim. Güldü ve başını salladı. Hoca gelene kadar, yanağımı elime yaslayıp hayranlıkla izleyerek, saçlarıyla oynadım; hoca gelince de dürtüp uyandırdım. Kafasını kaldırdığında darmadağındı; saçları dağınıktı, gözleri kızarmıştı ve salyası akıyordu. Gülmemek için dilimi ısırdım. Teneffüste ilk işim onu bir kahve almaya sürüklemek oldu.

Öğlene kadar zamanın nasıl geçtiğini anlamamıştım bile. Aradan önceki son ders bitince oturduğum yerden fırlayıp sonuçların asılacağı panoya doğru bir koşu tutturdum. Daha önce hiç bu panonun başındaki ilk kişi ben olmamıştım; ama bu sefer öyleydim ve iyi bir sebebim vardı. Listeyi alışkanlıkla aşağıdan yukarı taramaya başladım. Joon, tahmin ettiği gibi 47 alarak ucu ucuna geçmişti. Yonghwa da sağlam bir 62’yle kurtarıyordu. Minhyuk 87 almıştı, onun üstünde 92’yle Jonghyun vardı ve ben… listenin en tepesindeydim.

İnsanlar notlarına bakmak için etrafıma üşüşürken gözlerim pörtlemiş ve çenem karnımda, orada öylece dikiliyordum. Bir matematik sınavında listenin tepesinde ben vardım. Bunun olasılığı neydi? Olasılık her neyse olmuştu ve ben 98 gibi uçuk bir puanla en tepedeydim. Şaka gibiydi. Hatta o kadar inanılmazdı ki kalabalıktan çıkıp sağda solda kamera aramaya başladım.

“Ne oldu, gerçekten sonuncu mu olmuşsun yoksa?” dedi Jonghyun. Başımı onaylayarak salladım.

“Evet, ama sondan.” Dedim, üzerimdeki şoktan sıyrılamadan. Söylediğim şeyi kavradığında onun da gözleri büyüdü; parmak uçlarına kalkıp diğer insanların kafalarının üzerinden listeye baktı. Birkaç kere kontrol ettikten sonra bana döndü.

“Sen gerçekten birinci olmuşsun.” Dedi. Başımı salladım. Önce hafifçe güldü, sonra şaşkınlığını benden çok daha kolay üzerinden atarak kocaman bir kahkahayla bana sarılıp olduğu yerde dönmeye ve zıplamaya başladı. “Birinci olmuşsun! Birinci olmuşsun!”

Onun inanılmaz sevinci ve etrafımızdaki insanların “ne yapıyor bu mallar” bakışları kendime gelmeme ve bunun bir rüya olmadığına inanmama yardımcı olmuştu. Şaşkınlığımdan sıyrılınca ben de Jonghyun’la birlikte gülerek zıplamaya başladım. Sonra geri çekilip geniş bir sırıtışla yüzüne baktım.

“Bana çifte borçlusun!” dedim.

“Sana bunun şerefine ne istersen yapacağım, küçük şeytan!” dedi.

“O zaman okul çıkışı eve gitmiyorsun; uyumak istediğini biliyorum ama ne istersem yapacağını söyledin.” Dedim. Dalga geçer gibi güldü.

“O kadarcık mı? Oldu bil; hatta lambanın cininden iki dilek hakkın daha var.” Dedi ve kolunu uzattı, “Gidelim, sahip.”

Yemeğe gittik gitmesine; ama ben çıkışta ne yapacağımı, ne diyeceğimi, nasıl diyeceğimi düşünmekten çok da bir şey anlamıyordum geçen günden. Jonghyun bunu benim mutluluk sarhoşluğuma veriyordu. İyi ki de öyleydi, yoksa açıklamam mümkün olmayacaktı. İki gündür düşünüyordum bunun üzerinde; ama bu heyecanlı, hatta gergin olmamı engellemiyordu.

Çıkışta herkes gidene kadar bekledim, sonra onu tutup okulun bahçesine, ağaçların gölgesine götürdüm. Bahçe duvara nazır olduğundan okulun içinden uygun açıda dikizlemeyen kimse göremezdi burada bizi ve üstelik yüksekte de değildi; yani benim için gayet iyiydi.

“Ne yapıyoruz burada?” dedi Jonghyun, merakla.

“Ambiyans yapacağım şimdi.” Dedim, yine kulaklarımda atmaya başlamış kalbimi yok saymaya çalışarak. Jonghyun kıkırdadı.

“Ne ambiyansı?” dedi. Hoşuma giden bir yerde durup yüzümü ona döndüm; o da benim gibi durdu ve ellerini ceplerine sokup merakla bana baktı.

“Uygun bir yer olması gerek; açık havada olsun istedim ama kimse de görmesin istedim. Burası gayet iyi bence. Sana bir şey söylemeliyim ve sonra o kalan iki dilek hakkımı kullanacağım.” Dedim, yanaklarım ısınmaya başlıyordu, hissedebiliyordum. Bunu yapmak, yapmaya karar vermekten zordu; ama bir başlayınca durmanın yolu yoktu neyse ki.

“Dinliyorum?” dedi, merakla gözlerime bakarak.

“Hani şu, baloda, hani ben… kaçtım ya, lavaboya giden yolda?” dedim. Gözlerindeki merakın anlama çabasına dönüştüğünü görebiliyordum. “Sonra kaçmanın çözüm olmadığını düşünüp geri geldim; ama Joon ve sen konuşuyordunuz, ortaya çıkamadım…”

“Sen… duydun mu?” dedi, neredeyse dehşet içinde. Başımla yavaşça onayladım. Elini saçlarından geçirip sıkıntıyla dudağını ısırdı. “Duydun ve bunca zaman bana hiçbir şey söylemedin yani?”

“Söyleyemedim ki!” dedim, beni anlamasını umarak. “Önce o kadar kafam karıştı ki ne yapacağımı bilemedim; ama seninle sahip olduğum hiçbir şeyi de kaybetmek istemedim. Sonra… sonra da söyleyemedim işte! Ama söylemeye karar vermiştim zaten, sana haber de verdim; dedim ya bu sınavda doksanı geçersem bir şey söyleyeceğim ama hayır diyemezsin, diye… neyse ki iki dilek hakkım var bu sefer.”

Bir şey söylemeden sadece bana baktı. Bütün hayatım boyunca hep gözlerinden ne demek istediğini okuyabilmiştim, o kadar iyi tanıyordum onu; ama bu sefer bakışlarında anlamadığım şeyler vardı. O konuşmayınca ben, artık fırlayacakmış gibi atan kalbime ve soğuk soğuk terlemeye başladığım gerçeğine rağmen, devam ettim.

“İki dilek hakkımdan birini kullanmak istiyorum şimdi; bir soruma cevap verir misin? Joon sana sorduğunda inkar etmedin ya, hiç inkar etmedim, dedin ya? Gerçekten… yani, sen gerçekten…”

“Doğru, seni seviyorum. Kendimi bildim bileli, seni hep sevdim.” Dedi dosdoğru, ben sormak için bile kıvranırken. Gözlerimin ta içine bakıyordu ve gözlerimi kaçıramıyordum. Beni sevdiği için mutluydum; ama bundan fazlası vardı içimde. Çok daha büyük, sonsuz, keşfedilmemiş bir duygu selinin ipuçlarını hissedebiliyordum. Sözlerinden kalbime akıyordu. “Seninle tanıştığımda seni bir çocuk gibi sevdim. Sonra bir arkadaş gibi sevdim. Sen beni kardeş gibi gördün; ama ben hiç öyle göremedim, daha farklıydı hep, sadece nasıl olduğunu bilmiyordum. Sonra ikimiz de büyüyüp değişmeye başladığımızda ilk aşkım oldun, haberin bile yoktu. Geçeceğini sandım; geçmedi. Sen yine farkına varmadın; ama bana gülümsemen, beni önemsemen, kalbinde zaten var olan yerim bana yetiyordu. Bundan fazlasını içten içe istemediğimi söyleyemem; ama seni mutlu etmek için her şeyi yaparım. Sadece gülüşünü korumak için sahip olduğum veya olmadığım her şeyi çöpe atarım. Bunu da hiç inkar etmedim, sadece sen hiç sormadın. Sorsan asla saklamazdım, aynı şimdi yaptığım gibi. Seni böyle seviyorum çünkü.”

İçimdeki hiç alışık olmadığım duygu yoğunluğundan gözlerimin dolmasını engellemeye çalıştığım birkaç sessiz an oldu. Kendimi sıcacık hissediyordum ve bunun yazın sıcağıyla hiçbir alakası yoktu. Titrek bir nefes alıp gülümsedim.

“Haklısın, ben seni hiç öyle düşünmedim, hatta senin beni sevebileceğin ihtimalini aklıma bile getirmedim; ama konuştuklarınızı duyduktan sonra her şey o kadar iyi oturdu ki yerine… sonra görmeyi reddettiğim şeyleri fark ettim. Daha önce aklıma bile gelmeyen şeyleri düşündüm. Bütün bunların arasında bir tanesi çok belirgindi: eğer başka birini seversen, seni onunla görmeye dayanamam. Başkasına gitmene dayanamam; başkasını sevmene, başkasına bu şekilde gülmene, bakmana dayanamam. Seni kaybetmeye gerçekten dayanamam; Jonghyun, ben-”

Bundan sadece söz ederken bile histerikleşmeye başlayan konuşmamı Jonghyun beni kendine çekip sıkıca sarılarak kesti. Kollarımı onun etrafına dolayıp yüzümü boynuna gömdüm. Hafifçe hissedilen parfümüyle karışık kendine özgü kokusu beni hiçbir şeyin yapamayacağı kadar rahatlatıyordu. Devam ettim.

“Sonra seni sevdiğimi fark ettim işte.” Dedim, sessizce. “Sadece şu iki günde bile seni inanılmaz özledim. Hatta rüyamda gördüm dün seni.”

“Ne gördün?” diye sordu o da sessizce.

“Çocukluğumuzdaki gibi sarılıp birlikte uyuyorduk.” Dedim, gülümseyerek, sonra biraz geri çekilip yüzüne baktım. “Şimdi bir dilek hakkım daha var, değil mi? Benim için bir şey yapar mısın?”

Yüzüme düşmüş bir tutam saçı nazikçe kulağımın arkasına itti. “Ne istersen.”

“Beni öper misin?”

Dudaklarına yerleşen yumuşak gülümseme bugüne kadar gördüğüm her şeyden daha güzeldi. Yanağımı okşayan parmaklarının sıcaklığını hissettim, arkasından yüzüme vuran nefesini. Gözlerim kendiliğinden kapanırken onları açık tutmayı denemedim bile. Dudaklarını dudaklarımda hissettiğimde tablo tamamlanmıştı. Eksiksiz hissediyordum. Bu gerçekten müthiş bir duyguydu; içimde kelebekler uçuşuyordu, gözlerimin önünde havai fişekler patlıyordu ve dudaklarının sıcaklığı su gibi ta içime akıyordu.

Lakostuna tutunup öpüşüne karşılık vermeye çalıştım. Bunu gerçek anlamda ilk öpücüğüm sayıyordum ve çok beceriksiz olmadığımı umuyordum; ama sadece aklımın çok ufak bir köşesinde. Dudakları benimkileri okşarken düşünebildiğim başka hiçbir şey yoktu. Sadece Jonghyun ve göğüs kafesimden fırlayıp ona ulaşmaya çalışan kalbimin atışları vardı. Geri çekildiğinde daha bu duyguya doyamamıştım aslında; ama içimden bir ses daha çok vaktim olacağını söylüyordu. Gözlerimi açtığımda söyleyebileceği herhangi bir kelimeden çok daha fazlasını anlatan bakışlarıyla karşılaştım; hayatın anlamını bulmuş gibi bakıyordu. Sonra dudaklarının köşeleri yavaşça yukarı kıvrıldı, alnını benimkine yasladı.

“Artık dilek hakkın kalmadı, sıra bende.” Dedi, muzır bir gülümsemeyle.

“Söyle bakalım.” Diye ben de gülümsedim. Kıkırdayarak konuştu.

“Bana harabeoji demeyi bırakır mısın? Zaten önceden de öyle hissediyordum; bir de artık sevgiliyiz, kendimi iyice pedofil gibi hissedeceğim.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder