22 Ağustos 2014 Cuma

Shojo Gibi Sevmek - 04

“Eş değişebilir miyiz?”

Başımın tepesinde çınlayan tanıdık sesle donakaldım. Joon mu? Joon neden buradaydı? Tam onunla ilgili herhangi bir şey düşünmeyi bıraktığım zaman neden buraya gelmişti? Yani, tabii ki biz arkadaştık; ama Jonghyun’la sevgili gibi görünecek kadar yakın dans ediyorken – vay canına, sadece düşüncesi bile kızarmama neden olmuştu – Joon neden bölüyordu? Onun üstesinden gelmeye çalışarak geçen iki haftadan sonra ilk defa içtenlikle eğleniyordum; onu şu anda etrafımda istemiyordum.

Kısa bir tereddütten sonra gerçi Jonghyun benden bir adım uzaklaştı.

“Tabii ki.” Dedi, oldukça mutsuz görünüyordu; ama bunun üzerine kafa yoracak fazla zamanı olmadı çünkü beyaz elbiseli kız – şu Joon’la gelen – ellerini tutup onu bizden uzaklaştırdı. Bir saniye içinde Joon da benimle aynı şeyi yapmıştı. Onunla dans etmek tuhaftı, Jonghyun’la dans etmek kadar doğal değildi, ters hissettiriyordu.

“Bugün müthiş görünüyorsun.” Dedi Joon, kısa süre sonra. Ona nazikçe gülümsedim.

“Teşekkürler, gerçi sana eşlik eden bayanla karşılaştırılamam bile. O gerçekten göz kamaştırıcı.” Dedim. Gerçekten, bunu kastediyordum. Bana neşeyle gülümsedi.

“Değil mi? Bir de elbisesi için o kadar endişeleniyordu…” dedi. Kalbimde hafif bir sızı hissettim. Onun hakkında konuşurken o kadar mutlu görünüyordu ki, biraz kıskanıp, biraz da incinmeden edemedim. Sanki hislerim hakkında hiçbir fikri yokmuş gibiydi. Bunu yeterince belli etmemiş miydim? Yoksa sadece görmek mi istememişti? Sonuçta, Jonghyun’un da söyleyeceği gibi, yok saymaktan başka seçeneğim yoktu; bu yüzden gülümseyip başımı salladım.

“Bu çok gereksiz, elbisesi meleksi.” Dedim. Joon gülümseyip başını yukarı aşağı salladı.

“Kesinlikle katılıyorum.” Dedi. Ne diyeceğimi bilemediğim kısa ve rahatsız bir sessizlik oldu, sonra daha az neşeli bir sesle tekrar konuşmaya başladı, gülüşü de soluyordu. “Gerçi belli bir insanı birazcık kıskanıyorum, bilirsin, buraya seninle gelemediğim için… seni özledim, biliyor musun?”

“Ö-özledin mi?” dedim, ne diyeceğimi bilemeden. Beni özlemiş miydi? Normalde bu beni mutlu etmeliydi; ama şu anda tek hissettiğim, sinir olduğumdu. Pır pır eden kalbim şimdi neredeydi? Kızaran yanaklarım, aşk sarhoşu donmuş beynim neredeydi? Düşünebildiğim tek şey bunun kulağa ne kadar saçma geldiğiydi. İlk ona sormuştum, beni reddeden oyken benimle “gelemediğini” söylemesi de nereden çıkmıştı? Şimdi de beni özlemiş miydi?

“Evet; noonama çoktan söz vermemiş olsam kesinlikle seninle gelirdim. Üstelik seni de bir süredir görmüyorum; ne kadar oldu, iki hafta mı? Üç mü? Yoksa daha mı fazla? Niye artık gelmiyorsun?” diye sordu. Noona… bir dakika, o meleksi güzellik onun ablası mıydı?? Yani ablasına söz vermişti, bunun için!! Göğsümde olduğunu bildiğim bir ağırlığın kalktığını hissettim.

“Şey, oldukça meşguldüm. Kulüp ve onun gibi şeyler için zaman ayıramadım.” Dedim. Kaşları havalandı.

“Sana hayır dediğim için olmadığına emin misin?” dedi pat diye. Kanım önce dondu, sonra kaynamaya başladı. Bu bok kafalı tam olarak ne diyordu, pardon? Tamam, nedeninin bir kısmı buydu; ama böyle söyleyince gerçekten hiç hoş olmuyordu. Bu çok kendini beğenmiş bir tavırdı ve neredeyse aşağılayıcıydı! Ve tabii ki bunu asla kabul etmezdim.

“Sınavlarım vardı ve çıkıp elbise seçmem gerekiyordu; üstelik senden başka arkadaşlarım da var, bu kadar kibirli olma.” Dedim, soğuk, meydan okuyan bir sesle. Ani saldırım karşısında şaşırmış görünüyordu.

“Tabii; ama en azından kulübü ziyaret etmeye gelirsin sanıyordum, ya da kısa bir süreliğine beni görmeye; bu çok mu zordu?” dedi, beni daha da kızdırarak.

Meşguldüm; üstelik madem beni o kadar özledin, neden gelip sen beni ziyaret etmedin, bu çok mu zordu?” dedim karşılığında.

“Böyle yapma.” Dedi.

“Nasıl?”

“Böyle… savaşta değiliz, senin düşmanın değilim, benimle savaşma. Bundan daha yakın olduğumuzu düşünmüştüm… senin için bir arkadaştan fazlası olduğumu düşünmüştüm.” Dedi; ama sesi beni sakinleştirmeye çalışıyormuş gibi gelmiyordu. Daha çok, ne olduğu hakkında hiçbir fikrim olmayan bir şey için beni sorumlu tutuyormuş gibi bir hali vardı.

“Sana bunu düşündüren ne? Bilirsin ya; arkadaşlık, kardeşlik ya da aşk ilişkileri, bunların hiçbiri tek taraflı işlemez. Eğer ilgi istiyorsan en azından istediğin şeyin aynısını vermelisin, insan ilişkileri böyle işler. Farklı davranmadığın biri için bir arkadaştan fazlası olmayı bekleyemezsin, bu işe yaramaz. Her neyse, ben geri döneyim.” Diye dansı bıraktım ve masamıza doğru yürüdüm. Oturup ofladığımda, Jonghyun’un müzik kulübündeki arkadaşı Minhyuk yanımdaki sandalyeye kaydı.

“Sorun ne?” dedi her zamanki tatlılığıyla. Bugünlük havalı bir imaja bürünmüş olsa da içinde hala sevimlilik abidesi Minhyuk’tu.

“Hiç.” Diye iç geçirdim, “Birileri biraz sinirimi bozdu da.”

“Ah.” Diye anlayışla başını salladı Minhyuk, “Joon insanlara böyle yapmaya meyillidir. Bu sefer ne yaptı?”
“Önemli değil.” Diye soruyu elimi sallayarak savdım.

“Pardon; senin bir tane olmadığı için benim prensesimi mi çalmaya çalışıyorsun sen?” dedi Jonghyun’un sesi tam o anda; dönüp baktığımda Minhyuk’a muzipçe takıldığını gördüm.

“Yani kim buna karşı koyabilir ki? Eğer benim de eşim olsa sadık olurdum; ama…” Minhyuk da ona eşlik etti ve esas sandalyesine geri kaydı.

“Pençelerini kendine sakla, dostum.” Diye kıkırdadı Jonghyun, yanıma otururken, beni de güldürmüşlerdi. Sonra bana döndü. “Birileri orada pek de eğlenmemiş gibi görünüyor.”

“O birilerinin sinirleri bozuldu; ama sorun yok, dansı kestim.” Dedim. Kaşları havalandı.

“Joon ne yaptı?” dedi. Garson tatlıları getirdi; ben de tatlımı yerken her şeyi anlatmak için servisin bitmesini bekledim. Ama o pastasına dokunmadı bile, dikkatle dinliyordu. Anlatmayı bitirdiğimde hayranlıkla başını salladı.

“Bu cidden kibirli bir düşünme tarzıymış…” dedi yavaşça.

“Değil mi? Bunu tek düşünen ben değilmişim!” dedim, rahatlayarak.

“Ama,” diye devam etti, “Bazı sözlerinin doğruluğunu inkar edemem… sen onu görmeyi sana hayır dediği için bıraktın ve senin için bir arkadaştan fazlasıydı da.”

“Sen de mi Brütüs!” diye gözlerimi devirdim, “Ve artık değil. Gerçekten o sayfayı kapattım ben. Ondan ne kadar hoşlansam da istediğim bu değildi.”

“Şey, ablası olduğunu söylemiş işte.” Dedi Jonghyun, mantıklı davranarak.

“Eğer o kadar umurundaysa, bunu beni reddederken de söyleyebilirdi.” Dedim, karşılık olarak.

“Seni özlediğini de söylemiş.” Diye ekledi Jonghyun.

“Lafla peynir gemisi yürümez; eğer bu doğruysa beni görmeye de gelebilirdi.” Dedim. Jonghyun onaylayarak başını salladı.

“Hakkın var. Şey, eğer seni rahatsız etmiyorsa, sorun yok.” Diyerek her zamanki güzel gülüşünü patlattı, “Sen burada mutluysan eğer, kimin umurunda, cidden?”

“Değil mi?” diye kıkırdadım. Gülüşünde beni her zaman rahatlatan bir şey vardı. “Artık canını onunla ilgili şeylerle sıkmayacağıma söz veriyorum.”

“Rahatladım şimdi bak.” Diye güldü. Kısa süre sonra müzik daha hareketli bir şeye döndü, biz de yeniden dansa kalktık. Pist fazlasıyla kalabalıktı; biz de oraya gitmektense masanın yakınında dans ettik. Hiçbir zaman havalı, zarif veya onun gibi bir şekilde dans etme yeteneğim olmamıştı; ama dibine kadar eğlenmeyi severdim, bu yüzden kimse beni oturtamazdı. Gerçi kısa süre sonra hava almaya ihtiyaç duyuyordum. Gürültüde beni duyabilmesi için Jonghyun’un kulağına doğru eğildim.

“Biraz dışarı çıkacağım!”

“Bekle, seninle geleyim!”

“Tuvalete mi? Sanmıyorum!” diye kıkırdadım, “Birazdan dönerim!”

“Peki madem, çabuk gel ama.” Diye güldü ve ben giderken dans etmeye devam etti. Makyajımın bozulup bozulmadığına bakacaktım, sonra da balkona çıkıp biraz hava alacaktım. Çok uzun sürmezdi, uzun süre uzak kalmak için fazlasıyla eğleniyordum ve bu sene ilk defa çakırkeyif olmuştum. Boşa gitmesine izin veremezdim.

Tuvalete giden koridor loş ve serindi, gözü yormuyordu ve bana iyi gelmişti. Bu bir korku filmi olsa, gerçi, bir yerlerde bir canavar saklanıyor olurdu; ya da birisi birdenbire karanlıktan fırlayıp beni kaçırırdı, veya bıçaklı bir seri katil birden beni yakalar ve –

“Yakaladım.”

Bileğimi birden yakalayan el ve sessizce gelen sözcükler yüzünden bir çığlık attım. Ben çok ses çıkaramadan bir el ağzıma kapandı. Becerebildiğim kadar çırpınıp kurtulmaya çalıştım. Bu bir katil miydi? Bıçağı var mıydı? Ölmek için daha çok gençtim!!

“Sakin olur musun?! Benim, Joon!” dedi tepemdeki ses. Kalbimin kulaklarımda atmasına rağmen çırpınmayı bıraktım. Joon… beni şimdi buracıkta öldürmezdi… değil mi? Yukarı baktım. Çığlık atmayacağımı fark edince elini ağzımdan çekti.

“Öff, elim ruja bulanmış.” Diye homurdandı.

“Ödümü kopardın!” diye patladım, hala nefes nefese. “Ne yapıyordun ki?!”

“Seni yalnız yakalamak için fırsat kolluyordum.” Dedi, bana yaklaşarak. İçgüdüsel olarak geri çekildim.

“Ne istiyorsun, beni öldürmek mi?” dedim sinirle. Bana yaklaşmaya devam etti, ben de gerilemeye devam ettim; ama sırtım duvara çarptı. Tamam, yeniden gerilmeye başlıyordum.

“Öldürmek mi? Haha, aslında tam tersi.” Dedi muzipçe, ellerini iki yanıma duvara yaslayarak. Yutkundum.

“N-ne yaptığını sanıyorsun sen?” diye kekeledim. Dudaklarına yarım bir sırıtış yerleşti.

“Bana yapmamı söylediğin şeyi… benim istediğimin aynısını.” Dedi pes, boğuk bir sesle. Nefesini tenimde hissedebiliyordum. Gözlerimi kaçırıp yüzümü çevirdim.

“Hiçbir şey anlamadım.” Dedim. Bir saniye sonra yanağımda parmak uçlarını hissettim.

“Benden kaçma.” Dedi ve yüzümü yeniden kendine çevirdi. “Anlıyorsun aslında. Az önce söyledin ya… böyle işliyormuş, istediğim şeyin aynısı… işte bu.”


Sıcak, yumuşak dudaklarını benimkilerin üzerinde hissetmeden önce sadece gözlerimi sıkıca kapatacak kadar vaktim olmuştu. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder