“Eş değişebilir miyiz?”
Başımın tepesinde çınlayan tanıdık sesle donakaldım. Joon
mu? Joon neden buradaydı? Tam onunla ilgili herhangi bir şey düşünmeyi
bıraktığım zaman neden buraya gelmişti? Yani, tabii ki biz arkadaştık; ama
Jonghyun’la sevgili gibi görünecek kadar yakın dans ediyorken – vay canına,
sadece düşüncesi bile kızarmama neden olmuştu – Joon neden bölüyordu? Onun
üstesinden gelmeye çalışarak geçen iki haftadan sonra ilk defa içtenlikle
eğleniyordum; onu şu anda etrafımda istemiyordum.
Kısa bir tereddütten sonra gerçi Jonghyun benden bir adım
uzaklaştı.
“Bugün müthiş görünüyorsun.” Dedi Joon, kısa süre sonra. Ona
nazikçe gülümsedim.
“Teşekkürler, gerçi sana eşlik eden bayanla
karşılaştırılamam bile. O gerçekten göz kamaştırıcı.” Dedim. Gerçekten, bunu
kastediyordum. Bana neşeyle gülümsedi.
“Değil mi? Bir de elbisesi için o kadar endişeleniyordu…”
dedi. Kalbimde hafif bir sızı hissettim. Onun hakkında konuşurken o kadar mutlu
görünüyordu ki, biraz kıskanıp, biraz da incinmeden edemedim. Sanki hislerim
hakkında hiçbir fikri yokmuş gibiydi. Bunu yeterince belli etmemiş miydim?
Yoksa sadece görmek mi istememişti? Sonuçta, Jonghyun’un da söyleyeceği gibi,
yok saymaktan başka seçeneğim yoktu; bu yüzden gülümseyip başımı salladım.
“Bu çok gereksiz, elbisesi meleksi.” Dedim. Joon gülümseyip başını yukarı aşağı salladı.
“Kesinlikle katılıyorum.” Dedi. Ne diyeceğimi bilemediğim
kısa ve rahatsız bir sessizlik oldu, sonra daha az neşeli bir sesle tekrar
konuşmaya başladı, gülüşü de soluyordu. “Gerçi belli bir insanı birazcık
kıskanıyorum, bilirsin, buraya seninle gelemediğim için… seni özledim, biliyor
musun?”
“Ö-özledin mi?” dedim, ne diyeceğimi bilemeden. Beni özlemiş
miydi? Normalde bu beni mutlu etmeliydi; ama şu anda tek hissettiğim, sinir
olduğumdu. Pır pır eden kalbim şimdi neredeydi? Kızaran yanaklarım, aşk sarhoşu
donmuş beynim neredeydi? Düşünebildiğim tek şey bunun kulağa ne kadar saçma
geldiğiydi. İlk ona sormuştum, beni reddeden oyken benimle “gelemediğini”
söylemesi de nereden çıkmıştı? Şimdi de beni özlemiş miydi?
“Evet; noonama çoktan söz vermemiş olsam kesinlikle seninle
gelirdim. Üstelik seni de bir süredir görmüyorum; ne kadar oldu, iki hafta mı?
Üç mü? Yoksa daha mı fazla? Niye artık gelmiyorsun?” diye sordu. Noona… bir
dakika, o meleksi güzellik onun ablası mıydı?? Yani ablasına söz vermişti,
bunun için!! Göğsümde olduğunu bildiğim bir ağırlığın kalktığını hissettim.
“Şey, oldukça meşguldüm. Kulüp ve onun gibi şeyler için zaman
ayıramadım.” Dedim. Kaşları havalandı.
“Sana hayır dediğim için olmadığına emin misin?” dedi pat
diye. Kanım önce dondu, sonra kaynamaya başladı. Bu bok kafalı tam olarak ne
diyordu, pardon? Tamam, nedeninin bir kısmı buydu; ama böyle söyleyince
gerçekten hiç hoş olmuyordu. Bu çok kendini beğenmiş bir tavırdı ve neredeyse
aşağılayıcıydı! Ve tabii ki bunu asla kabul etmezdim.
“Sınavlarım vardı ve çıkıp elbise seçmem gerekiyordu;
üstelik senden başka arkadaşlarım da var, bu kadar kibirli olma.” Dedim, soğuk,
meydan okuyan bir sesle. Ani saldırım karşısında şaşırmış görünüyordu.
“Tabii; ama en azından kulübü ziyaret etmeye gelirsin
sanıyordum, ya da kısa bir süreliğine beni görmeye; bu çok mu zordu?” dedi,
beni daha da kızdırarak.
“Meşguldüm; üstelik
madem beni o kadar özledin, neden gelip sen beni ziyaret etmedin, bu çok mu
zordu?” dedim karşılığında.
“Böyle yapma.” Dedi.
“Nasıl?”
“Böyle… savaşta değiliz, senin düşmanın değilim, benimle
savaşma. Bundan daha yakın olduğumuzu düşünmüştüm… senin için bir arkadaştan
fazlası olduğumu düşünmüştüm.” Dedi; ama sesi beni sakinleştirmeye çalışıyormuş
gibi gelmiyordu. Daha çok, ne olduğu hakkında hiçbir fikrim olmayan bir şey
için beni sorumlu tutuyormuş gibi bir hali vardı.
“Sana bunu düşündüren ne? Bilirsin ya; arkadaşlık, kardeşlik
ya da aşk ilişkileri, bunların hiçbiri tek taraflı işlemez. Eğer ilgi istiyorsan
en azından istediğin şeyin aynısını vermelisin, insan ilişkileri böyle işler.
Farklı davranmadığın biri için bir arkadaştan fazlası olmayı bekleyemezsin, bu
işe yaramaz. Her neyse, ben geri döneyim.” Diye dansı bıraktım ve masamıza
doğru yürüdüm. Oturup ofladığımda, Jonghyun’un müzik kulübündeki arkadaşı
Minhyuk yanımdaki sandalyeye kaydı.
“Sorun ne?” dedi her zamanki tatlılığıyla. Bugünlük havalı
bir imaja bürünmüş olsa da içinde hala sevimlilik abidesi Minhyuk’tu.
“Hiç.” Diye iç geçirdim, “Birileri biraz sinirimi bozdu da.”
“Ah.” Diye anlayışla başını salladı Minhyuk, “Joon insanlara
böyle yapmaya meyillidir. Bu sefer ne yaptı?”
“Önemli değil.” Diye soruyu elimi sallayarak savdım.
“Pardon; senin bir tane olmadığı için benim prensesimi mi
çalmaya çalışıyorsun sen?” dedi Jonghyun’un sesi tam o anda; dönüp baktığımda
Minhyuk’a muzipçe takıldığını gördüm.
“Yani kim buna karşı koyabilir ki? Eğer benim de eşim olsa
sadık olurdum; ama…” Minhyuk da ona eşlik etti ve esas sandalyesine geri kaydı.
“Pençelerini kendine sakla, dostum.” Diye kıkırdadı
Jonghyun, yanıma otururken, beni de güldürmüşlerdi. Sonra bana döndü. “Birileri
orada pek de eğlenmemiş gibi görünüyor.”
“O birilerinin sinirleri bozuldu; ama sorun yok, dansı
kestim.” Dedim. Kaşları havalandı.
“Joon ne yaptı?” dedi. Garson tatlıları getirdi; ben de
tatlımı yerken her şeyi anlatmak için servisin bitmesini bekledim. Ama o
pastasına dokunmadı bile, dikkatle dinliyordu. Anlatmayı bitirdiğimde
hayranlıkla başını salladı.
“Bu cidden kibirli bir düşünme tarzıymış…” dedi yavaşça.
“Değil mi? Bunu tek düşünen ben değilmişim!” dedim,
rahatlayarak.
“Ama,” diye devam etti, “Bazı sözlerinin doğruluğunu inkar
edemem… sen onu görmeyi sana hayır dediği için bıraktın ve senin için bir
arkadaştan fazlasıydı da.”
“Sen de mi Brütüs!” diye gözlerimi devirdim, “Ve artık
değil. Gerçekten o sayfayı kapattım ben. Ondan ne kadar hoşlansam da istediğim
bu değildi.”
“Şey, ablası olduğunu söylemiş işte.” Dedi Jonghyun,
mantıklı davranarak.
“Eğer o kadar umurundaysa, bunu beni reddederken de
söyleyebilirdi.” Dedim, karşılık olarak.
“Seni özlediğini de söylemiş.” Diye ekledi Jonghyun.
“Lafla peynir gemisi yürümez; eğer bu doğruysa beni görmeye
de gelebilirdi.” Dedim. Jonghyun onaylayarak başını salladı.
“Hakkın var. Şey, eğer seni rahatsız etmiyorsa, sorun yok.”
Diyerek her zamanki güzel gülüşünü patlattı, “Sen burada mutluysan eğer, kimin
umurunda, cidden?”
“Değil mi?” diye kıkırdadım. Gülüşünde beni her zaman
rahatlatan bir şey vardı. “Artık canını onunla ilgili şeylerle sıkmayacağıma
söz veriyorum.”
“Rahatladım şimdi bak.” Diye güldü. Kısa süre sonra müzik
daha hareketli bir şeye döndü, biz de yeniden dansa kalktık. Pist fazlasıyla
kalabalıktı; biz de oraya gitmektense masanın yakınında dans ettik. Hiçbir
zaman havalı, zarif veya onun gibi bir şekilde dans etme yeteneğim olmamıştı;
ama dibine kadar eğlenmeyi severdim, bu yüzden kimse beni oturtamazdı. Gerçi
kısa süre sonra hava almaya ihtiyaç duyuyordum. Gürültüde beni duyabilmesi için
Jonghyun’un kulağına doğru eğildim.
“Biraz dışarı çıkacağım!”
“Bekle, seninle geleyim!”
“Tuvalete mi? Sanmıyorum!” diye kıkırdadım, “Birazdan
dönerim!”
“Peki madem, çabuk gel ama.” Diye güldü ve ben giderken dans
etmeye devam etti. Makyajımın bozulup bozulmadığına bakacaktım, sonra da
balkona çıkıp biraz hava alacaktım. Çok uzun sürmezdi, uzun süre uzak kalmak
için fazlasıyla eğleniyordum ve bu sene ilk defa çakırkeyif olmuştum. Boşa gitmesine
izin veremezdim.
Tuvalete giden koridor loş ve serindi, gözü yormuyordu ve
bana iyi gelmişti. Bu bir korku filmi olsa, gerçi, bir yerlerde bir canavar
saklanıyor olurdu; ya da birisi birdenbire karanlıktan fırlayıp beni kaçırırdı,
veya bıçaklı bir seri katil birden beni yakalar ve –
“Yakaladım.”
Bileğimi birden yakalayan el ve sessizce gelen sözcükler
yüzünden bir çığlık attım. Ben çok ses çıkaramadan bir el ağzıma kapandı.
Becerebildiğim kadar çırpınıp kurtulmaya çalıştım. Bu bir katil miydi? Bıçağı
var mıydı? Ölmek için daha çok gençtim!!
“Sakin olur musun?! Benim, Joon!” dedi tepemdeki ses.
Kalbimin kulaklarımda atmasına rağmen çırpınmayı bıraktım. Joon… beni şimdi
buracıkta öldürmezdi… değil mi? Yukarı baktım. Çığlık atmayacağımı fark edince elini
ağzımdan çekti.
“Öff, elim ruja bulanmış.” Diye homurdandı.
“Ödümü kopardın!” diye patladım, hala nefes nefese. “Ne
yapıyordun ki?!”
“Seni yalnız yakalamak için fırsat kolluyordum.” Dedi, bana
yaklaşarak. İçgüdüsel olarak geri çekildim.
“Ne istiyorsun, beni öldürmek mi?” dedim sinirle. Bana
yaklaşmaya devam etti, ben de gerilemeye devam ettim; ama sırtım duvara çarptı.
Tamam, yeniden gerilmeye başlıyordum.
“Öldürmek mi? Haha, aslında tam tersi.” Dedi muzipçe,
ellerini iki yanıma duvara yaslayarak. Yutkundum.
“N-ne yaptığını sanıyorsun sen?” diye kekeledim. Dudaklarına
yarım bir sırıtış yerleşti.
“Bana yapmamı söylediğin şeyi… benim istediğimin aynısını.”
Dedi pes, boğuk bir sesle. Nefesini tenimde hissedebiliyordum. Gözlerimi
kaçırıp yüzümü çevirdim.
“Hiçbir şey anlamadım.” Dedim. Bir saniye sonra yanağımda
parmak uçlarını hissettim.
“Benden kaçma.” Dedi ve yüzümü yeniden kendine çevirdi.
“Anlıyorsun aslında. Az önce söyledin ya… böyle işliyormuş, istediğim şeyin
aynısı… işte bu.”
Sıcak, yumuşak dudaklarını benimkilerin üzerinde hissetmeden
önce sadece gözlerimi sıkıca kapatacak kadar vaktim olmuştu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder