– 13 –
Hanna’nın amacı kesinlikle Luhan’la yalnız kalmak değildi;
sadece o da kaldıkları yerde bir yardımı dokunsun istemişti. Hatta bulaşık için
ilk gönüllü olduğunda bugünün Luhan’ın sırası olduğundan haberi bile yoktu;
Luhan’la Sehun’un sırası olduğunu öğrendiğinde Sehun çoktan işini ona bırakıp
kaytarmaya gitmişti bile. Ama şu anda Hanna şikayet ettiğini söyleyemezdi;
Luhan kendi kendine sevimli bir şarkı mırıldanırken değil.
Köpüklü bir tabağı daha ona uzattı Luhan. Hanna tabağı aldıktan
sonra da köpüklü parmağıyla Hanna’nın burnunu dürterek kızın irkilmesine neden
oldu. Hanna neredeyse tabağı elinden düşürecekti; ama son anda tutmayı başarıp
gözlerini kırpıştırarak burnunun ucundaki beyazlığa bakmayı denedi. Luhan ufak
çaplı bir kahkaha krizine girdiğindeyse oflayıp yanaklarını şişirerek tabağı
lavaboya bıraktı.
“Ya! Neye gülüyorsun bakayım sen?” diye haşladı, elini
Luhan’ın tarafındaki köpük dağına daldırarak. Luhan gülerek geri geri gitti.
“Hiç; köpük sana gerçekten çok yakıştı da.” Diye gülmeye
devam etti Luhan, bir yandan gerilerken.
“Aaa gerçekten mi? Çok merak ettim; acaba sana da yakışıyor muymuş?” dedi Hanna ve ellerinde hazır tuttuğu köpüklerle Luhan’a saldırdı – ya da daha doğrusu saldırmaya çalıştı. Mutfağın köşesinde kıstırana kadar Luhan’ı köpüklemeye yaklaşamamıştı bile, genç fena halde hızlıydı. Sonunda köpüğü gencin saçlarına bir şekilde denk getirmeyi başarınca muzaffer bir sırıtışla geri çekilerek eserine baktı. “Gerçekten de çok yakışıyormuş.”
“Belki de köpükten peruk almalıyım.” Dedi Luhan, gözüne
girmemesi için köpükleri silmeye çabalarken. Bir süre sonra bunun imkansıza
yakın bir görev olduğunu ikisi de fark etmişti.
“Kör olmadan yüzünü sil de.” Diyerek kenarda bulduğu bir
mutfak havlusunu ıslatıp Luhan’a uzattı Hanna. Luhan yüzünü çabucak sildi,
sonra uzanıp Hanna’nın beklemediği bir hareketle kızın burnunu da sildi.
“Sonsuza dek bir gergedan gibi dolaşamazsın.” Diye kıkırdadı
silerken de. Genç, saçında kalan köpükleri de havluyla temizlemeye çalışırken
Hanna somurttu.
“Niye? İstersem kalabilirim bence.” Dedi kız, uzanıp köpük
dağından bir parmak köpük daha aldı ve Luhan’ın burnuna sürdü – bu sefer genç
kaçmadığı için kolay bir görev olmuştu bu. “Bak, şimdi sen de gergedan oldun,
ne güzel boynuz tokuştururduk.”
“Boynuz mu?” diye güldü Luhan, havlunun omzundan sarkmasına
izin verdi. “Hani nerede?”
“Burnunun ucunda.” Dedi Hanna; ama bunu söylemesinin
ardından Luhan gözlerini ardına kadar açıp dilini ısırarak “boynuzuna” bakmaya
çalışınca ufak çaplı bir kahkaha krizine girdi. Sonunda durabildiğinde Luhan’ın
köpüğü silmiş, ona yumuşakça gülümsemekte olduğunu gördü.
“Ne?”
“Sonunda gülüyorsun.” Dedi Luhan. Hanna şaşkınca gözlerini
kırpıştırdı ve sorar gözlerle baktı. “Sabahtan beri üzerinde bir durgunluk var;
ne bizi dinliyor, ne de eğleniyor gibisin. Seni öyle görmek çok canımı sıkıyor.
Neyin var?” dedi genç, kıza doğru birkaç adım atarak. Hanna bu kadar kolay
yakalanacağını düşünmemişti; oldukça iyi rol yaptığına inanıyordu o. Gözlerini
kaçırıp omuz silkti.
“Bir şey yok.” Dedi,
sonra yeniden Luhan’a döndü. Genç inanmamış gibiydi.
“Sen onu benim külahıma anlat.” Dedi Luhan, mutfak
sandalyelerinden birini çekip boş bıraktı, bir ikincisine de kendi oturdu.
Hanna tereddüt edince oturmasını işaret etti. Kız iç çekerek oturdu.
“Ne oldu?” dedi Hanna.
“Bir derdin var senin.” Dedi Luhan, gözlerinde endişe
kırıntılarıyla. Sadece onun hakkında endişelendiğini görmek bile Hanna’nın
kendisini daha iyi hissetmesini sağlamıştı. Kız yeniden omuz silkti.
“Önemli bir şey değil; sadece, sanki bir şeyleri
unutuyormuşum gibi bir his var içimde sabahtan beri.” Dedi Hanna. Luhan’ın
kaşları havalandı.
“Ne gibi mesela? Kıyafetlerini askıda mı unuttun?” dedi
Luhan, masumca. Hanna kıkırdadı.
“Öyle değil be! Bilmiyorum; hani evden çıkmadan önce kapıda
yanına alman gerekenleri sayarsın, sayarsın da bir şeyi unutmuşsun gibi gelir,
bir türlü bulamazsın; sonra tam gideceğin yere vardığında aklına gelir ya? İşte
öyle bir unutmuşum hissi.” Diye detayıyla açıkladı Hanna. Bu sefer Luhan’ın
anlamaması mümkün değildi… ya da Hanna öyle umuyordu.
“Bir yere gittiğimiz yok sonuçta; elbet hatırlarsın. Dert
etme bu kadar.” Diye gülümsedi Luhan; “Ben de gerçekten bir sıkıntın var
sandım, Baekhee’yle kavga etmiş olabilir misiniz diye düşünüyordum.”
“Onunla uğraşamam hiç!” diye bir diva edasıyla elini salladı
Hanna, “Onun heyheyleri üstünde, böyle olduğu zamanlarda onu kendi haline
bırakacaksın. Yoksa zehrini sana kusar.”
“Kız tehlikeli.” Diye gözlerini ardına kadar açıp başını
yukarı aşağı salladı Luhan. “Benden nefret ediyor, galiba.”
“Onun doğal hali öyle; senden nefret ettiğini sanmıyorum.” Dedi
Hanna; sonra Luhan’ın yüzündeki masum, meleksi ifadeye bakıp gülümsedi. “İnsan
senden nasıl nefret edebilir ki?”
“Bilmem?” diye alt dudağını sarkıttı Luhan ve omuz silkti.
Bu hareketin sevimliliği Hanna’da ucu ucuna bastırabildiği bir çığlık atıp
tepinme isteği uyandırmıştı. “Bana diğerlerinden farklı davranıyor; laf
sokuyor, ters ters bakıyor… ya, bilmeden yanlış bir şey yapmış olabilir miyim?”
“Yok canım, ne alakası var; sen ona ne zaman bir şey yaptın
ki yaptığın yanlış olsun? O biraz uzaylıdır, takma onu sen.” Dedi Hanna, elini gencin
masada duran elinin üzerine güven verir gibi koyarak. Luhan kızın parmaklarını
nazikçe tutup sıktı.
“Beni öldürmez, değil mi?” dedi, hafifçe gülerek.
“Öldürürse onun cesedini bile öldürürüm.” Dedi Hanna,
düşünmeden. Kısa bir sessizlik oldu, sonra Luhan gözlerini kaçırıp sessizce
gülmeye başladı. Hanna elini çekip gencin omzuna vurdu.
“Ya! Neye gülüyorsun sen?” dedi, sinirle.
“Kusura bakma,” dedi Luhan, saklamaya çalıştığı
kahkahalarının arasından, “Sadece- bu çok… çok tatlıydı!”
“Gıcık! Bulaşıkların kalanını da kendin yıkarsın artık!”
diye somurtup ayaklarını yere vura vura hışımla mutfaktan çıktı Hanna ve merdivenlerden tırmanmaya başladı.
“Hanna, nereye?!” diye seslendi Baekhee arkasından, Hanna merdivenlerden
çıkarken.
“Odama!” dedi Hanna öfkeyle. Kız merdivenin ucunda
kaybolurken Baekhee arkasından şaşkınlıkla bakakaldı.
“Nesi var bunun?” diye söylendi Baekhyun, kafası karışmış
bir ifadeyle.
“Ne bileyim ben?” diye omuz silkti Baekhee. Hanna’dan kısa
süre sonra mutfak kapısından oyuncu bir kedi gibi sırıtan Luhan çıkınca
seslendi. “Luhan! Hanna’ya ne yaptın sen orada?”
“Galiba biraz kızdırdım!” dedi Luhan, neşeyle kıkırdayarak; “Merak
etme şimdi gönlünü almaya gidiyorum!”
Luhan merdivenleri ikişer ikişer çıkmaya başlarken Baekhee oflayıp
ayağını yere vurdu; “E bulaşıkları kim yıkayacak?!”
“Galiba bana kaldı yine.” Diye iç çekti Kai. Baekhee dönüp
şaşkınlıkla ona bakarken diğer herkesin de onaylayarak başını salladığını
gördü. Öyle sorarcasına bakmış olmalıydı ki, Kai açıklamaya girişti. “D.O aşçıysa
ben de bulaşıkçı sayılabilirim aslında. Yani, sırayla yapıyoruz; ama eğer biri
yapamayacak olursa kalanı ben devralırım… neden olduğu hakkında hiçbir fikrim
olmasa da kimse yardım etmez.”
“Öf, söylenmeyi bırak da işini yap, Kai!” dedi Baekhyun bıkkınlıkla.
Kai gözlerini devirdi.
“Neden benim işim, hatırlatır mısın? Bir de, neden kimse
yardım etmiyor?” dedi Kai, bıkkınca; ama yine de kabullenmiş bir biçimde.
“Aman, ben yardım ederim.” Dedi Baekhee, azametle yerinden
kalkarken.
“Otursana sen Baekhee, dün de sen yaptın zaten.” Dedi Chanyeol.
“Dün Kai de yapmıştı; ama nedense ona acıyıp işi sen
üstlenmiyorsun! İkiyüzlü koca dev.” Dedi Baekhee, gözlerini kısıp Chanyeol’e
dikerek. Kızın kızgınlığına aldırış eden olmasa da Chanyeol oldukça alınmış gibi duruyordu; ama Baekhee daha fazla dikkat etmeden
mutfağa doğru yöneldi. Kai’nin arkasından geldiğini, mutfak kapısının
kendiliğinden kapanmasından anladı.
“Biraz ağır olmadı mı?” dedi Kai, temkinle. Baekhee kollarını
sıvayıp köpüklü süngeri eline aldı.
“Eğer bana küserse sonra özür dilerim; ama insanların
haddini bilmesi gerektiğini düşünmüyor musun?” dedi, hala burnundan soluyarak.
“Biz senelerdir böyleyiz.” Deyip Baekhee’nin yanında görev
yerini aldı Kai. Kız köpüklü bir tabağı uzatınca alıp durulamaya başladı.
“Bilmiyorum; ben de senelerdir böyleyim. Çifte standart
uygulayan insanlar bazen beni sinir ediyorlar. Çok mu yanlış davrandım?” dedi Baekhee
sıkıntıyla.
“Chanyeol iyi çocuktur; öfkeni ona kusmasan da olur.” Dedi Kai,
yumuşakça, “O genelde diğerlerine uyum sağlar. Gerçekten sinirlerin bu kadar
bozuksa bana da yansıtabilirsin; şikayet etmemeye söz veriyorum.”
Baekhee oflayıp köpüklemeyi bıraktı ve elini lavaboya
dayayıp Kai’ye döndü. “Nasıl kendini bu kadar az önemseyebiliyorsun? Bir insan kendini
hiç mi düşünmez? Derdin ne senin, gerçekten? Sevgilini kaybettin diye kendinden
ve hayattan da mı vazgeçtin?”
Kai’nin gözleri gölgelendiğinde Baekhee ağzından çıkan
pervasız sözlerden pişman olmuştu bile. Ah o koca ağzını biraz olsun tutmayı
başarabilseydi zaten şimdiye dünyayı fethetmişti herhalde. Söylenecek söz müydü
bu? Sessizlik uzadıkça telaşlanıyordu Baekhee; şimdi ne diyecekti? Tuhaf bir
andı; Kai sanki onu görmeden dalgınca yüzüne bakıyor, düşünceli ve üzgün
duruyordu. Sükunetini koruyor olması daha da sinir bozucuydu. Kızsa,
sinirlense, bağırıp çağırmaya başlasa daha kolay olabilirdi Baekhee için; ama
yapmıyordu.
“Haklı olabilirsin.” Dedi genç sonunda, buruk bir
gülümsemeyle; gözlerini kaçırmadan.
“Ben- özür dilerim-” demeye çalıştı Baekhee; ama Kai onu
durdurdu.
“Özür dilemen gerekmiyor; sanırım haklısın. Sorun şu ki,
yapabileceğim bir şey yok. Geçmişe saplanıp kalmak rezalet bir şey. Başarabilseydim,
unutmayı isterdim… sanki hiç olmamış gibi yaşayabilmeyi gerçekten isterdim. Ama yapamıyorsam, ne yapalım? En azından
normal bir hayat sürüp normal davranabiliyorum, değil mi? Bu yetmez mi?” dedi Kai,
aynı buruk gülümsemeyle. Baekhee aralarında aynı zamanda hem bir uçurum varmış
kadar uzak, hem de bir santim bile yokmuş kadar yakın hissediyordu. Bunları
diğerlerine anlatmadığına neredeyse emindi; erkekler genelde bu konulardan
konuşmaktan hoşlanmazdı ve bu evde bunun aksi yapıda bir erkek varmış gibi
gelmiyordu Baekhee’ye. Kai’de farklı bir şeyler vardı; bu belki de kaybından
dolayıydı ama ne zaman kalbini açıyormuş gibi hissetse sanki kimsenin bilmediği bir şeyi biliyormuş gibi gizemli, hatta
hüzünlü ve ağır bir havası vardı. Herkesin arasında bile zaman zaman yalnız ve
uzak gibiydi; diğerleri de bunu önemsemiyor gibi duruyorlardı. Belki de
alışmışlardı. Ama Baekhee alışık değildi.
“Bilmiyorum. Daha fazlası gerekmez mi?” dedi Baekhee, neredeyse yalvarırcasına; “O da senin mutlu olmanı istemez miydi? Saplanıp kalmaktansa
ikiniz için de yaşaman daha doğru değil mi? Ben olsam böyle yapmanı isterdim.”
“Gerçekten böyle mi düşünüyorsun?” dedi Kai, fısıltıya yakın
bir sesle. Baekhee başını onaylayarak salladı. Açık mutfak penceresinden
yumuşak bir rüzgar esti, içeri ıhlamur kokusuyla birlikte hafif bir ıslak
toprak kokusu taşıdı; dışarıda bir kuş cıvıldadı. Baekhee’nin beklentiyle Kai’ye
baktığı birkaç saniyenin sonunda genç ortamın havasını dağıtmak ister gibi
neşeli bir tavırla gülümsedi. “Tamam; bu kadar sıkıntılı şeylerden konuştuğumuz
yeter. Senin de canını sıkıyorum, işi de aksatıyorum.”
“Kai…” dedi Baekhee, temkinle. Kai dönüp aynı neşeli tavırla
ona baktı. “Bana kızgın değil misin?”
“Neden kızgın olayım ki?” dedi Kai.
“Neden olmayasın ki?” dedi Baekhee. Kai gözlerini devirip
köpüklü süngeri lavabodan aldı ve kıza fırlattı. Kız son anda yakalamasa
kıyafetleri köpük ve suya bulanacaktı.
“Sana kızgın değilim, huysuz virjin; ama senin fena halde
gergin ve korkunç olduğun bir gerçek. Hani biraz sakinleşmeyi denesen, diyorum,
kendi iyiliğin için fena olmayabilir.” Dedi Kai, rahat ve oyuncu bir tavırla. Baekhee
onun bu yanını daha önce gördüğünü hatırlamıyordu; genelde Kai daha durgun, daha ciddi, daha mantıklı olurdu. Ama bu Kai ilgisini çekmişti.
“Öyle diyorsan öyle olsun, uyuyan güzel.” Dedi sonunda ve
lavabodan bir tabak alıp köpüklemeye başladı. “Belki de gerçekten abartmayı
kesmeliyim. Ne de olsa hava uzun süre kızgın kalınamayacak kadar güzel.”
Bahçede oturmakta olan Rian, hava hakkında aynı şeyleri
düşünmüyordu. Lay’in bacağına yatmış saçlarıyla oynamasına izin veriyordu ve
gencin gülen gözlerini göremediği için arkadan parlayan güneşe içinden lanetler
okuyordu. Ne zaman gözlerini açsa parlak ışıktan gözleri sulanıyordu ve
acıyordu. Halbuki o Lay’in yüzünü canının istediği kadar izleyip belleğinin
derinliklerine her ayrıntısıyla kazımak istiyordu. Genç eğilip dudaklarına yumuşak
bir öpücük kondurduğunda bu şikayetlerinin büyük kısmının varlığını tamamen unuttu
Rian. Dünden beri Lay’i belki yüzlerce defa öpmek istemişti; ama bir türlü
cesaretini toplayıp dudaklarını birleştirmek için gereken o birkaç santimi
aşamamıştı. Şimdi bu aniden gelen hafif, masum öpücük midesinde kelebekler
uçuşmasına yol açıyordu.
Lay geri çekildiğinde Rian’ın yüzü heyecan ve utanç karışımı
bir duyguyla kızarmıştı. “Üzgünüm; ama öyle güzel görünüyorsun ki…” dedi genç,
dudağını hafifçe ısırarak. Bu hareketin bilinçli olduğundan şüpheleniyordu Rian;
çünkü tam şu anda gencin saçlarına parmaklarını dolayıp onu bir daha öpmek istiyordu,
yani işe yaramıştı.
“Ben seni göremiyorum bile.” Diye güldü Rian.
“Gölgeye geçmek ister misin?” diye önerdi Lay. Rian bir an
düşündü.
“Fikir çok cazip olsa da güneşin sıcaklığı ve senin
yakınlığın hoşuma gidiyor.” Dedi sonunda. Lay kollarını kıza dolayıp onu
göğsüne doğru çekti ve sıkıca sarıldı.
“Böyle nasıl?” dedi, kısa bir süre sonra. Rian’ın başı
hafiften dönüyordu; Lay tam anlamıyla her taraftan onu sararken ve kokusu
ciğerlerini doldururken normal kalmak hiç kolay değildi.
“Tamam, bu daha çok hoşuma gitti.” Deyip yüzünü gencin
gömleğine gömerek iyice yerleşti Rian. Nedense gencin yüzünü görememek çok büyük bir eksik gibi gelmiyordu artık. Lay’in nefesini saçlarında
hissedebiliyordu; bu hisse alışmıştı ve bunu seviyordu.
“Söylesene, daha önce hiç sevgilin oldu mu?” dedi Lay, bir
süre sonra. Rian’ın yeniden kendini dünyaya dönmeye zorlaması gerekti.
“Aslında… hayır, kimse olmadı. Yani, oldu gibi; ama olmadı.”
Dedi Rian.
“Oldu gibi, derken?” dedi Lay, merakla.
“İlkokulda birisi vardı; ama uzun sürmedi ve çok çocukçaydı
yani, sayılmaz. Yani, bana dondurma alırdı, bahçede dondurma yiyerek yürürdük,
akşam da beni servisime bırakırdı, o kadar. Saçmaydı senin anlayacağın. Hem çok
küçüktüm.” Dedi Rian.
“Peki başka kimse yok muydu? Senden hoşlanan kimse de mi
yoktu? Olmamış olamaz; insanlar böyle bir güzelliği kolay kolay kaçırmaz.” Dedi
Lay. Rian bir an durup düşündü. Sanki bir şeyi kaçırıyormuş gibiydi; ama
sonuçta aklına öyle hiç kimse gelmiyordu.
“Hayır. Kimse.” Dedi sonunda, boş verip Lay’e birazcık daha
sırnaşarak; “Hiç kimse yoktu. Anlaşılan kıymetimi kimse bilememiş. Bir tek sen
varsın işte; ama ben halimden fena halde memnunum.
Amaaaa ama ama ama son bölümü öyle bir yerde kesip bu bölümde hiç sekyung jongdae yazmazsan OLMAZKİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİ. ehfowejrpqefşokrist neden tanrım neden ya?
YanıtlaSilneyse bu bölümü yorumlamam gerekirse sanırım merkür baekhee'ye girmiş. halleri üzerinde belli. her ne kadar kendisine çok bayılmasam da chanyeol e de cidden yazık.ağır oldu biraz. kai de zavallım. yardım eden yok, öperek uyandıran yok, onun dışında geçeği bilen yok... hala nasıl bir dağakaçıp keşiş olmamış anlayamıyorum. saçlarına bu kadar mı bağlı?
hanna hanna hanna... You little bitch... çocuğun gözü yansaydı bu vicdan azabıyla yaşayabilir miydin? (aa dur bir dakika sen zaten yaş- neyse.) O köpükler senin münasip bir yerine kaçsın emi. iki dakikada bir adam için sattın arkadaşını seni karaktersiz. cesedini bile öldürürüm falan... Cık cık cık cık seni asrın kefaşesi ilan ediyorum.
lay rian... Yavrum eğlence parkında romantizm arayanlar gibisiniz. tren son hızda aşağı iniyor ama siz hayatım şu bulutu gördün mü bizim bulutumuz olsun mu diye takılıyorsunuz. tamam hoşuma gitmiyor değil. tatlısınız. hızlı ve tatlı. yeni film serisi XD zaten lay adamın dibi destekliyorum yani sorun yok. durmak yok yola devam.
Hahaha koptum ya lay ile olan bulut olayı hâlâ gülüyorum
Sil