“Iıı şey, belki benimle gidersin diye düşünmüştüm?” Peki ben
bunu neden yapıyordum? Neden? Neden? Beni
bu deliliğe ne sürüklemişti? Hiçbir fikrim yoktu.
“Ahh, şu… üzgünüm, çoktan başkasına söz verdim.” Bunu söyleyeceğini bilmeliydim, peki neden
sordum ki? Neden? Neden?
“Anladım, evet, doğru; seni de rahatsız ettim… iyi
eğlenceler.” Arkama dönüp yürümeye başlamadan önce suratıma bir gülümseme
yapıştırmayı ihmal etmedim.
“Hey, Laa-laa! Alınmadın, değil mi?” durup yüzüme
yapıştırdığım gülümsemeyle ona döndüm.
“Gururumu o kadar incittin ki tamiri mümkün değil; bana
borçlusun, hatırlasan iyi olur.” Dedim şakayla ve kıkırdadım. Bu onu da
rahatlatmış gibiydi, en azından önemsediğini görmek güzeldi gerçi.
Köşeyi dönüp yakınlarda olmadığına emin olduktan sonra
nefesimi bırakıp saçlarımı karıştırdım. Aynı anda hem kızgın, hem utanmış, hem
de hayal kırıklığına uğramış gibi hissediyordum. Ne bekliyordum; beni bekliyor
olmasını mı? Tabii ki hayır, tabii ki birlikte gideceği birileri vardı! Ben
kimdim ki Joon beni bekleyecekti? Çok aptaldım! En azından umurundaydı, en
azından arkadaşıydım; ama daha fazlasını ummak ne kadar aptalcaydı? Aptalcadan
da öte, tamamen geri zekalılıktı. Ah kendimden ne kadar nefret ediyordum. En
azından o anda öyle tuhaf falan davranmamıştım, belki ileride arkadaş kalmamıza
yardımcı olurdu bu.
Peki ben arkadaş kalmak istiyor muydum?
“Sorun ne?” hemen önümden gelen sesle yerimden sıçradım.
Korkuyla çıldıran kalbimi tuttum.
“Ödüm bokuma karıştı!” diye sövdüm. Jonghyun kaşlarını
çattı.
“Sinsice bile yaklaşmıyordum halbuki, gerçekten bir derdin
olmalı.” Dedi ve anında yanıma geldi. “Bana anlatabileceğini biliyorsun, değil
mi?”
“Burada olmaz.” Diye hala hızla atan kalbimi sakinleştirmek
için derin bir nefes aldım ve ona baktım. “Sınıf boş mu?”
“Burası daha ıssız, aslında. Çatıyı denemek ister misin?”
diye önerdi. Mızıldandım.
“Neden bunu dedin ki şimdi?” ben yüksekten korkardım ve o da
bunu oldukça iyi biliyordu. Omuz silkti.
“Şey, başka bir yer bilmiyorum.” Dedi. Etrafıma baktım. Son
sınıf öğrencilerinin sınıflarına yakındık. Bu sınıflar hep boş olurdu; son
sınıflar ya kütüphanede çalışıyor ya da sınavda olurlardı… ya da dershanede.
“Ben biliyorum.” Dedim ve gömleğinin kolunu yakaladım. Onu
çekmeme gerek kalmadan beni takip etti. Birkaç saniye içinde boş bir sınıftaydık.
Ben kapıyı kapatır kapatmaz yine önümdeydi.
“Ne oldu?” diye sordu, tekrar. İç çektim.
“Reddedildim.” Dedim. Gözleri şok içinde büyüdü.
“İtiraf mı ettin?!”
“Hayır, etmedim!! Yani, bir bakıma etmiş olabilirim; ama tam
anlamıyla değil? Benimle baloya gelmeye davet ettim.” Diye itiraf ettim, sesim
sonlara doğru gittikçe daha da zayıflıyordu. İfadesizce gözlerini kırptı.
“Sen… ona mı sordun?” dedi yavaşça. Bu sefer ben
şaşırmıştım. Buna neden bu kadar şok olmuş göründüğünü bilmiyordum. Son sınıf
olmamamıza rağmen baloya gitmek öyle özel bir şey değildi. Balo son sınıflar
içindi; ama tüm okul davetliydi, bir çeşit yılsonu partisi gibi. Mümkün olursa
mezunlar da geliyordu. Son sınıflara bir törenle diplomaları verilirdi, sonra
bir vals gösterisi yaparlardı, ondan sonra diğerleri de dansa katılırdı. Geçen
sene, önceki sene ve ondan önceki sene kuzenim mezun olurken de gitmiştim. Bu
yüzden şok edici olan bu olamazdı. Şok edici olan Joon’a sorduğum gerçeği olmak
zorundaydı.
“Şey… şansımı denemek zorundaydım.” Dedim, süklüm püklüm.
Yüz ifadesi değişmedi.
“Birlikte gideceğiz, sanıyordum.” Dedi. Görünüşe göre
şaşırma sıramı savmamıştım.
“Yani, ikimiz de öyle bir şeyden bahsetmedik?” dedim.
“Bahsetmemiz gerektiğini düşünmemiştim, hep böyle yapıyoruz.
Çok belli olduğunu düşünmüştüm.” Dedi. Neredeyse hayal kırıklığına uğramış
görünüyordu.
“Neyse artık önemli değil, ben reddedildim, onun başka
birine sözü varmış, endişelenecek bir şey yok.” Dedim. Onu böyle hayal
kırıklığına uğramış görmekten nefret ediyordum, kendimi gerçek bir öküz gibi
hissetmeme neden oluyordu… ki muhtemelen öyleydim de. Gözlerini kaçırdı; ama
sonunda gülümsedi.
“Evet, yani, doğru; ama daha önemlisi… sen iyi misin?” dedi
ilgiyle. Artık hayal kırıklığına uğramış görünmediği için kendimi rahatlamış
hissediyordum.
“Yani, öyle… sayılırım? Cidden, başka ne bekleyebilirdim ki?
Bu benim için dolaylı bir itiraf ve dolaylı bir reddedilme gibiydi, bu yüzden
belki iyi bile oldu.” Diye mantıkla yaklaştım.
“Yine de canının yandığını inkar edemiyorsun.”diye
sözleriyle tam on ikiden vurdu. İç geçirdim.
“Tabii ki edemiyorum. İki senedir ondan hoşlanıyorum ve bir
süredir onunla arkadaşım da. Umutlarımı olması gerekenden çok daha yüksek
tuttum… ve hoşlandığım kişi benden hoşlanmıyor, tabii ki bu acıtıyor.” Dedim,
omuzlarım çökmüştü. Oflayıp somurttum. Jonghyun yavaşça dudaklarımı dürttü.
“Ne zaman üzgün olsan alt dudağını çocuk gibi sarkıttığını
biliyor muydun?” dedi, gülümseyerek.
“Ha?” dedim, oldukça kaba bir biçimde. Başıyla onayladı.
“Somurttuğun zaman sevimli bir kız bebek surat yapıyormuş gibi
duruyor. Seninle uğraşasım geliyor.” Dedi, şakacı bir biçimde.
“Yah, sen hep bana zorbalık et zaten, gıcık herif!” diye
göğsünü pataklamaya başladım. Sadece gülüp kendini biraz koruyabilmek için
kollarını kaldırdı. Durduğumdaysa daha yumuşakça gülümsüyordu.
“Anlıyorsun ya, küçük bebek, zamanla acımayı bırakacak.”
Dedi, “Şu anda arkasından ağlamıyorsun bile; demek ki kalbinde o kadar derin
bir yara izi bırakmamış. O kadar uzun süre kötü hissetmeyeceksin. Acın iyileşecek ve bu aşkı da unutacaksın.”
Bir süre ona sadece baktım. Ne zaman bir şeye canım sıkılsa,
bana kendimi daha iyi hissettirmek için tam olarak ne yapması gerektiğini
bilirdi. Kesinlikle hiç kimse beni daha iyi tanıyamazdı. Ne zaman bu kadar
yakın olmuştuk, hatırlamıyordum bile. Bazen neden hala arkadaş olduğumuzu
sorgulasam da çoğunlukla hala arkadaşım olduğu için müteşekkir oluyordum. Şu an,
sadece onu tanımak gibi bir şansa sahip olduğum için bile müteşekkir olduğum
bir andı. Gülümsedim.
“Sağ ol, harabeoji.” Dedim, her bir sözcüğü hissederek.
Kıkırdadı ve saçlarımı hafifçe dağıttı.
“Her zaman. Şimdi, balo elbisesi avına ne zaman gidiyoruz,
demiştin?”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder