22 Ağustos 2014 Cuma

Shojo Gibi Sevmek - 02

“Iıı şey, belki benimle gidersin diye düşünmüştüm?” Peki ben bunu neden yapıyordum? Neden? Neden? Beni bu deliliğe ne sürüklemişti? Hiçbir fikrim yoktu.

“Ahh, şu… üzgünüm, çoktan başkasına söz verdim.” Bunu söyleyeceğini bilmeliydim, peki neden sordum ki? Neden? Neden?

“Anladım, evet, doğru; seni de rahatsız ettim… iyi eğlenceler.” Arkama dönüp yürümeye başlamadan önce suratıma bir gülümseme yapıştırmayı ihmal etmedim.

“Hey, Laa-laa! Alınmadın, değil mi?” durup yüzüme yapıştırdığım gülümsemeyle ona döndüm.

“Gururumu o kadar incittin ki tamiri mümkün değil; bana borçlusun, hatırlasan iyi olur.” Dedim şakayla ve kıkırdadım. Bu onu da rahatlatmış gibiydi, en azından önemsediğini görmek güzeldi gerçi.

“Tamam, hatırlayacağım.” Diye gülümsedi ve el salladı. Yeniden arkamı dönüp yürümeye devam ettim. Kalbim kulaklarımda atıyordu. Aptal, aptal, aptal! Neden gidip bunu yapmak zorundaydım?!
Köşeyi dönüp yakınlarda olmadığına emin olduktan sonra nefesimi bırakıp saçlarımı karıştırdım. Aynı anda hem kızgın, hem utanmış, hem de hayal kırıklığına uğramış gibi hissediyordum. Ne bekliyordum; beni bekliyor olmasını mı? Tabii ki hayır, tabii ki birlikte gideceği birileri vardı! Ben kimdim ki Joon beni bekleyecekti? Çok aptaldım! En azından umurundaydı, en azından arkadaşıydım; ama daha fazlasını ummak ne kadar aptalcaydı? Aptalcadan da öte, tamamen geri zekalılıktı. Ah kendimden ne kadar nefret ediyordum. En azından o anda öyle tuhaf falan davranmamıştım, belki ileride arkadaş kalmamıza yardımcı olurdu bu.

Peki ben arkadaş kalmak istiyor muydum?

“Sorun ne?” hemen önümden gelen sesle yerimden sıçradım. Korkuyla çıldıran kalbimi tuttum.

“Ödüm bokuma karıştı!” diye sövdüm. Jonghyun kaşlarını çattı.

“Sinsice bile yaklaşmıyordum halbuki, gerçekten bir derdin olmalı.” Dedi ve anında yanıma geldi. “Bana anlatabileceğini biliyorsun, değil mi?”

“Burada olmaz.” Diye hala hızla atan kalbimi sakinleştirmek için derin bir nefes aldım ve ona baktım. “Sınıf boş mu?”

“Burası daha ıssız, aslında. Çatıyı denemek ister misin?” diye önerdi. Mızıldandım.

“Neden bunu dedin ki şimdi?” ben yüksekten korkardım ve o da bunu oldukça iyi biliyordu. Omuz silkti.

“Şey, başka bir yer bilmiyorum.” Dedi. Etrafıma baktım. Son sınıf öğrencilerinin sınıflarına yakındık. Bu sınıflar hep boş olurdu; son sınıflar ya kütüphanede çalışıyor ya da sınavda olurlardı… ya da dershanede.

“Ben biliyorum.” Dedim ve gömleğinin kolunu yakaladım. Onu çekmeme gerek kalmadan beni takip etti. Birkaç saniye içinde boş bir sınıftaydık. Ben kapıyı kapatır kapatmaz yine önümdeydi.

“Ne oldu?” diye sordu, tekrar. İç çektim.

“Reddedildim.” Dedim. Gözleri şok içinde büyüdü.

“İtiraf mı ettin?!”

“Hayır, etmedim!! Yani, bir bakıma etmiş olabilirim; ama tam anlamıyla değil? Benimle baloya gelmeye davet ettim.” Diye itiraf ettim, sesim sonlara doğru gittikçe daha da zayıflıyordu. İfadesizce gözlerini kırptı.

“Sen… ona mı sordun?” dedi yavaşça. Bu sefer ben şaşırmıştım. Buna neden bu kadar şok olmuş göründüğünü bilmiyordum. Son sınıf olmamamıza rağmen baloya gitmek öyle özel bir şey değildi. Balo son sınıflar içindi; ama tüm okul davetliydi, bir çeşit yılsonu partisi gibi. Mümkün olursa mezunlar da geliyordu. Son sınıflara bir törenle diplomaları verilirdi, sonra bir vals gösterisi yaparlardı, ondan sonra diğerleri de dansa katılırdı. Geçen sene, önceki sene ve ondan önceki sene kuzenim mezun olurken de gitmiştim. Bu yüzden şok edici olan bu olamazdı. Şok edici olan Joon’a sorduğum gerçeği olmak zorundaydı.

“Şey… şansımı denemek zorundaydım.” Dedim, süklüm püklüm. Yüz ifadesi değişmedi.

“Birlikte gideceğiz, sanıyordum.” Dedi. Görünüşe göre şaşırma sıramı savmamıştım.

“Yani, ikimiz de öyle bir şeyden bahsetmedik?” dedim.

“Bahsetmemiz gerektiğini düşünmemiştim, hep böyle yapıyoruz. Çok belli olduğunu düşünmüştüm.” Dedi. Neredeyse hayal kırıklığına uğramış görünüyordu.

“Neyse artık önemli değil, ben reddedildim, onun başka birine sözü varmış, endişelenecek bir şey yok.” Dedim. Onu böyle hayal kırıklığına uğramış görmekten nefret ediyordum, kendimi gerçek bir öküz gibi hissetmeme neden oluyordu… ki muhtemelen öyleydim de. Gözlerini kaçırdı; ama sonunda gülümsedi.

“Evet, yani, doğru; ama daha önemlisi… sen iyi misin?” dedi ilgiyle. Artık hayal kırıklığına uğramış görünmediği için kendimi rahatlamış hissediyordum.

“Yani, öyle… sayılırım? Cidden, başka ne bekleyebilirdim ki? Bu benim için dolaylı bir itiraf ve dolaylı bir reddedilme gibiydi, bu yüzden belki iyi bile oldu.” Diye mantıkla yaklaştım.

“Yine de canının yandığını inkar edemiyorsun.”diye sözleriyle tam on ikiden vurdu. İç geçirdim.

“Tabii ki edemiyorum. İki senedir ondan hoşlanıyorum ve bir süredir onunla arkadaşım da. Umutlarımı olması gerekenden çok daha yüksek tuttum… ve hoşlandığım kişi benden hoşlanmıyor, tabii ki bu acıtıyor.” Dedim, omuzlarım çökmüştü. Oflayıp somurttum. Jonghyun yavaşça dudaklarımı dürttü.

“Ne zaman üzgün olsan alt dudağını çocuk gibi sarkıttığını biliyor muydun?” dedi, gülümseyerek.

“Ha?” dedim, oldukça kaba bir biçimde. Başıyla onayladı.

“Somurttuğun zaman sevimli bir kız bebek surat yapıyormuş gibi duruyor. Seninle uğraşasım geliyor.” Dedi, şakacı bir biçimde.

“Yah, sen hep bana zorbalık et zaten, gıcık herif!” diye göğsünü pataklamaya başladım. Sadece gülüp kendini biraz koruyabilmek için kollarını kaldırdı. Durduğumdaysa daha yumuşakça gülümsüyordu.

“Anlıyorsun ya, küçük bebek, zamanla acımayı bırakacak.” Dedi, “Şu anda arkasından ağlamıyorsun bile; demek ki kalbinde o kadar derin bir yara izi bırakmamış. O kadar uzun süre kötü hissetmeyeceksin. Acın iyileşecek ve bu aşkı da unutacaksın.”

Bir süre ona sadece baktım. Ne zaman bir şeye canım sıkılsa, bana kendimi daha iyi hissettirmek için tam olarak ne yapması gerektiğini bilirdi. Kesinlikle hiç kimse beni daha iyi tanıyamazdı. Ne zaman bu kadar yakın olmuştuk, hatırlamıyordum bile. Bazen neden hala arkadaş olduğumuzu sorgulasam da çoğunlukla hala arkadaşım olduğu için müteşekkir oluyordum. Şu an, sadece onu tanımak gibi bir şansa sahip olduğum için bile müteşekkir olduğum bir andı. Gülümsedim.

“Sağ ol, harabeoji.” Dedim, her bir sözcüğü hissederek. Kıkırdadı ve saçlarımı hafifçe dağıttı.


“Her zaman. Şimdi, balo elbisesi avına ne zaman gidiyoruz, demiştin?” 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder