-2-
Ertesi gün Jongwoon’la tekrar buluşmak istedi Baekhee; ama
bu pek mümkün değildi. Annesi onu evden eve götürdü, arkasından beğendikleri ev
için bir de mobilya mağazasına götürüp bütün mobilyaları seçtirdi. Baekhee
bundan memnun olabilirdi; eğer hangi desenin daha güzel olduğu ve hangi ahşabın
hangi perdeyle daha iyi uyacağıyla ilgili bitmeyen tartışmalara girmeselerdi.
Sadece salonla mutfağı seçmek bile tam üç saat sürünce Baekhee annesini
Haerin’in odasını seçmeye yollayıp kendi odasına ne aldığına karışmamasını
buyurdu. Neyse ki annesi onun kendisine karışılmamasıyla ilgili bu tavırları
ergenliğine vurup hoş görüyordu.
Üçüncü gün Baekhee ve Haerin’İ gidecekleri okullara
kaydettirmek gibi bir maratona giriştiler. Aslında kayıt ve transfer o kadar
sıkıntı olmazdı, eğer annesi Haerin’i kaydettirecek uygun bir okulu çabucak
beğenebilseydi. Baekhee onu kabul edecek, Çin’deki lisesiyle denk bir lise
bulduğu anda saniye sektirmeden kaydını yaptırdı. Gerçi Korece seviyesinden ve
diller arasındaki terimler farkından dolayı, bir de adaptasyon süresince
zorlanmamak için bir alt sınıfa kaydoldu; ama bunu sorun etmedi.
Haerin’e uygun bir okul bulmaları oradaki dördüncü günlerinin
sonuna denk geldi; aynı okullara beşinci defa gidip artık öğretmenlerle
röportaj yaptıkları gerçeğini mümkün olduğu kadar göz ardı etse de Baekhee son
yedi okulda annesinin yanında durmak yerine okulun fiziksel olanaklarını gözden
geçirmek bahanesiyle bahçede ve spor tesislerinde yürüyüşler yapmayı tercih
etti.
Annesinin beğendiği okula en son geri dönerlerken Baekhee
arabada sıkıntıdan patlayabileceğine inanıyordu. Kaydın yine de uzun süreceğine
inandığından annesini ekip okulun artık neredeyse ezberlediği bahçesine
yöneldi. Girmediği tek yer olan spor salonuna bakacağını söylemişti annesine;
planlarının arasında bir top çalıp biraz basketbol oynamak vardı. Buna gerek
kalmayacağını tahmin etmemişti.
Okulun ikinci haftasında, dersin ortasında spor salonunda
tek başına basketbol oynayan kimse göreceğini sanmıyordu Baekhee. En kötü bir
sınıf halinde ders yapıyor olurlardı, o zaman bile hocadan izin isteyerek bir
şeyler yapabilirdi. Şimdiyse sadece bakakalmış, basketbol topunu kolunun bir
uzantısıymış gibi dans ettiren genci izlemekle meşguldü. Genç muhtemelen çok
küçüktü, boyu Baekhee’den kısa olmalıydı ve neredeyse çiroz olduğunu
söyleyebilirdi Baekhee; ama çok iyi oynadığı inkar edilemez bir gerçekti. Ama
eğer bu okulda son sınıfsa bile büyüdüğü zaman gerçek bir basketbolcu kadar
uzun boylu ve bir manken kadar güzel yüzlü olacağı kesindi.
“Hey!” diye seslendi Baekhee sonunda, çocuğun dikkatini
çekerek. Çocuk topu elinden düşürdü, tökezledi, düşmeden toparlamayı başardı ve
Baekhee’ye baktı. Az önce rezil olmamış gibi güvenli bir yüzle deri bileklikli
ellerini kot pantolonunun ceplerine soktu ve yüzüne düşen nemli kaküllerinin
arasından davetsiz misafirine baktı. Başarılı, diye düşündü Baekhee; tek
bakışla davetsiz misafir olduğunu hissettirmişti çocuk ona.
“Hey.” Dedi çocuk, sanki bu çok normal bir şeymiş gibi.
“Spor ayakkabım yok, bunlarla gelmem yasak mı?” diye sordu
Baekhee, utanmazca ayağını kaldırıp ayakkabısını göstererek. Üzerinde siyah
taytı, nane yeşili converseleri ve üzeri siyah baskılı kapri kollu bol beyaz
bluzu vardı; annesine iki okul arasında aldırdığı krem rengi mont da önü açık
bir biçimde üzerinden sarkıyordu. Montu çıkardığı zaman, ayağında converse
olmasa bile basketbol oynamak için yeterince uygun bir kıyafeti olacaktı.
“Sen salak mısın yoksa Çin’de böyle mi yaparsınız?” diye
sordu çocuk. Eğer bu bir çizgi film olsa Baekhee’nin alnında bir damar atmaya
başlayabilirdi; ama aksanından Çinli olduğunun bu kadar belli olmasından da
rahatsız olmamış değildi.
“Sen kasıntı mısın, yoksa insanları aşağılayarak egonu
okşamaya mı ihtiyacın var?” diyerek tek kaşını kaldırdı kız ve sahayı
tribünlerden ayıran demire elini koyup tek hamlede sahaya atladı. Çin’de
yaşayıp bir dövüş sanatı öğrenmemenin bir günah olduğunu düşünenlerdendi,
sportif bir kız olmanın kaymağını da her zaman yemişti.
“Seni sevmeye başlıyorum.” Diye sırıttı çocuk pişkince,
sonra gidip basket topunu düşürdüğü yerden aldı. Baekhee ne düşünse
bilemiyordu: çocuğu sevimli mi bulmalıydı, yoksa bir temiz dayak mı atmalıydı?
“Adın ne?” diye sordu en sonunda, en mantıklı tepkilerden
birinin bu olduğunda karar kılarak. Etrafta bir güvenlik göremiyordu, çocuğun
ayağındaki ayakkabılar da pek salon ayakkabısına benzemiyordu; bu yüzden kendi
converselerini çıkarmadı.
“Sehun.” Dedi çocuk, sonra top kıza sert bir pas attı;
tutamayacağını düşünmüş gibi bir hali vardı ama Baekhee pası yakalamakta
zorlanmadı. “Ya sen?”
“Baekhee.” Dedi kız, topu ustaca yanında sektirirken. Tamam,
usta bir basketbol oyuncusu olduğunu söyleyemezdi; ama Çin’de okul takımının
yardımcı koçluğunu yaptığı sırada top sektirecek yeterince vakti olmuştu –
hayır, taktik çalıştıran o değildi ve hayır, sevgilisi takımda olduğu için de
orada bulunmuyordu. Sadece oyunu seviyordu ve beyinsiz liselilerin maç yaparken
ne zaman kendilerini sakatlayacakları belli olmuyordu, sakatlandıklarında da o
olmazsa kendilerini ölümüne zorlamak gibi bir huyları vardı, dizleri dönmüş
bile olsa.
“Güzel isim.” Dedi Sehun, kıza yaklaşırken. O yaklaştıkça
çocuğun kendisinden bir baş kadar kısa olduğunu fark etti Baekhee.
“Kaçıncı sınıftasın?” diye sordu kız, tek kaşını kaldırarak.
Sehun omuz silkti.
“Seninle kapışacak kadar büyüğüm.”
“Ergenliğe yeni giriyoruz demek ha? Vay… sivilcelerin
çıkınca haber ver.” Dedi Baekhee kıkırdayarak. Topu arkasında sektirerek bir
iki adım geri yürüdü. “Ben de lisedeyim, Çin’den yeni geldim. Annem üç gündür
beni sıkıntıdan patlatıyor ve burada tanıdığım tek kişiyi bile göremiyorum.
Hadi biraz eğlenelim.”
Sıkı bir basketbol kapışmasından sonra ikisi de terlerinin
soğumasını bekleyerek sahanın kenarında otururken çocuk sonunda inatçılığını
bıraktı. Hala burnu havada bir hali vardı; ama artık klasik ergen triplerine
girmiyordu. Çocuk daha on iki yaşındaydı; ama kendini on üç sanıyordu.
Gerçekten de ergenliğe yeni girmişti ve daha yeni boy atmaya başlıyordu,
kesinlikle iki metreden uzun olacağına inanıyordu. Bir abisi, bir de ablası
vardı ve bugün onu okuldan almaya abisi gelecekti.
“Hyung seni görse kesinlikle çok dalga geçerdi. Onu
basketbolda asla yenemezdin… en azından NBA Showdown’da.” Dedi Sehun, cümlenin
sonunda somurtarak. Baekhee kıkırdadı.
“Abin tam bir tembel tenekeye benziyor.” Dedi gülerek. Çocuk
başıyla onayladı.
“En büyük hobisi bilgisayar oynayıp şarap içmek. Annem izin
vermiyordu tabii ama babam günde sadece bir bardak içtiğini söyleyip annemi
durdurdu. Ablam spora bayılır aslında; ama onun da her yeri çok çabuk morarıyor
ve bir yeri yaralanırsa kötü olur, o yüzden oynamıyor.”
“Ama sen sıkılmıyorsun çünkü zaten okulun popüler
çocuğusun?” dedi Baekhee, hafiften iğneleyerek. Sehun bunu anlamış gibi
görünmüyordu.
“Off okuldaki herkes salak.” Diyerek dilini çıkardı ve kaba
bir ses çıkararak diliyle dudağının arasından nefesini verdi. Baekhee elinde
olmadan güldü; ama yorum yapmadan çocuğun konuşmasına izin verdi. “Hepsi ya ana
kuzusu ya babasının bir kızı; yok birine yeni fotoğraf makinesi gelmiş, yok
diğerinin kız arkadaşının eteğinin boyu çok uzunmuş…”
Çocuğun yüzündeki iğrenmiş ifade Baekhee’ye kelimelerden
daha fazlasını ifade ediyordu. Bu çocuk muhtemelen yaşıtlarından daha zekiydi
ve daha da büyük ihtimalle öyle olması için büyütülmüştü. Rol modeli abisi
miydi, ablası mıydı bilmiyordu; ama annesi veya babası olmadığı kesindi çünkü
hiçbir çocuk babasına benzemek için bu kadar ergen davranmazdı. Abisini de yerden
yere vurduğuna göre muhtemelen ablasına yakın olmak için çabalıyordu bu çocuk.
“Niye, senin sevgilin yok mu? Hem de bu suratla?” dedi
Baekhee meydan okurcasına. Karşılığında çocuktan kendini beğenmiş bir sırıtış
aldı.
“Hiçbiri bana layık değil, önce biraz büyüsünler.”
Daha fazla konuşamadılar; annesinin işi bitmişti ve
Baekhee’nin gitmesi gerekiyordu. Veda etmek için döndüğünde çocuk ona telefon
numarasını verince şaşırdı; hem bu yaşta bu telefona sahip olmasını
beklemiyordu, hem de ona numarasını vermesini. Ama çocuk, beklenmeyen bir
centilmenlik seviyesiyle, eğer Kore’de bir sıkıntısı olursa onu aramasını,
kendisi yardım edemese bile bir yardım bulacağını söyleyince kız Sehun’un
alnına düşen nemli saçlarını karıştırmamak için kendini zor tuttu.
Kore’de kaldıkları beşinci gün, satın aldıkları evin bütün
işlemleri bitmiş, temizlik şirketi de evden çıkmıştı ve dekorasyon zamanıydı.
Baekhee annesinden zorla – hatta belki biraz kavgayla – izin alarak da olsa en
azından bir günlüğüne Jongwoon’u yanına çağırabildiği için çok mutluydu. En
azından bugün sıkıntıdan patlamayacağına inanıyordu. Haksız çıkmadı.
Eve önce esas mobilyalar geldi. Mobilyaları kurmakla görevli
ekip salonla uğraşırken Baekhee ve Jongwoon kızın eşyalarını kızın seçtiği
odanın ortasına yığıp üzerini naylonla örtmüşlerdi; ellerinde iki fırça,
duvarlara saçmalamakla meşgullerdi.
Baekhee oldum olası dümdüz duvarları sevmezdi. Çin’deki
evlerinde Haerin’le aynı odada kaldıklarından saçma herhangi bir şey
yapamıyordu; ama burada seçtiği evin özellikle kendi odasını ayırabileceği
büyüklükte olmasına dikkat etmişti. Şimdi kendi kutu gibi odasını çevreleyen
kendi buz beyazı duvarlarının üzerine rengarenk boyalarla resim yapmakla
meşguldü ve eline yüzüne bulaşmış bütün boyalardan da belli olacağı üzere
bundan inanılmaz keyif alıyordu.
Duvarlardan birini deniz altı gibi boyamayı başarıp içine
birkaç balık, bir deniz atı ve bir Caretta Caretta kondurdular. Jongwoon’un
resim yeteneği düşündüğü kadar kötü değildi; ama iş sanatsal kısma döküldüğünde
Baekhee kendi yaptıklarını daha çok seviyordu. Jongwoon deniz altı duvarı
tamamlarken Baekhee onun hemen yanındaki duvara sanki o deniz altı sadece bir
su damlasının içindeymiş gibi bir efekt vermiş ve duvarı cama vuran yağmur
damlaları gibi boyayarak büyük olan damlaların içini Jongwoon’un doldurması
için hazırlamıştı. Baekhee bir sonraki duvara geçtiğinde Jongwoon’u da boyalar
ve damlalarla baş başa bırakmış oldu.
Bir sonraki duvar, Baekhee’nin balkonuna açılan dev cam
kapıları içeriyordu. Baekhee temadan kopmamak adına cam kapıların iki yanına
yeşil yosunlar ve yosunların yanında uçuşan altın iplikler çizdi, camları
sticker yapıştırmak için boş bıraktı.
En son duvar Baekhee için bir pencereydi; yosunların yanında
durup denizi yağmurlu camdan ayıran kocaman bir kayanın içine oyulmuş bir
pencere. Pencereden güzel bir kır manzarası görünüyordu ve hemen pervazdaki
çiçeğin üzerine güneş vuruyordu. Dışarıda esen rüzgar kır çiçeklerini
dalgalandırıp parlatırken aynı zamanda pencereden uzakta, Baekhee’ye sırtı dönük
olan kız çocuğunun beyaz elbisesini ve hasır şapkasından sarkan kırmızı
kurdeleyi uçuşturuyordu.
Olmasını hayal ettiğinden daha amatör, ama sadece böyle
olduğu için bile daha güzel olan duvarları boyamayı bitirdiklerinde Jongwoon’un
duvarına baktı. Damlaların içinde çocuk hayalleri yüzüyormuş gibi görünüyordu.
Baekhee genci bu yüzden çok seviyordu; ondan üç yaş büyük olmasına rağmen hala
üç yaşındaymış gibi hayallerini koruyabiliyordu.
En son olarak ellerini boyalara batırdılar ve boş buldukları
bir köşeye el izlerini bastılar. Geri çekilip kapıdan baktığında odasının güzel
olduğunu düşündü Baekhee. Aptal, beyaz duvarların yerine eşsiz bir manzara
vardı önünde; içine pencere oyulmuş kayanın üzerinde de el izleri duruyordu,
büyük çim yeşili bir elin hemen yanında küçük, sarı bir el.
Kendinden memnun bir biçimde banyoya gidip ellerini ve
yüzünü boyadan temizledi Baekhee, sonra da Jongwoon’un aynı şeyi yapmasına
yardımcı oldu. Her taraflarının boya olacağını bildiklerinden üzerlerinde
Jongwoon’un getirdiği iş tulumları vardı. Yeterince temizlendikten sonra
üzerlerine temiz kıyafetlerini de giydiklerinde yeniden insan içine çıkmaya
hazırdılar.
Odanın boyasının kuruması en azından bir gün alacağından
işçiler Baekhee’nin mobilyalarını odanın dışında kurdular. İşleri bittiğinde
çoktan hava kararmıştı. Annesinin Jongwoon’a akşam kalıp onlarla yemek yemeyi
teklif etmesini umuyordu Baekhee; ama annesi sadece otele dönmekle
ilgileniyordu. Baekhee de annesinin yerine kendisi sordu. Jongwoon yine de
gelmemeyi tercih etti – Baekhee’nin gencin annesinin korkunç bakışlarına maruz
kaldığı konusunda ciddi şüpheleri vardı.
Otele geldikleri zaman pek de haksız olmadığı ortaya çıktı.
Annesi Jongwoon’un varlığından genç Çin’e geldiğinden beri haberdardı; ama
nedense tam olarak şimdi uyuzluk yapası tutmuştu.
“Onunla çok içli dışlısın.” Dedi annesi, kollarını
kavuşturmuş ayağıyla yerde ritim tutarken. Bu bir an sonra Baekhee’yi haşlamaya
başlayabileceğinin göstergesiydi ve Baekhee bundan hiç hoşlanmıyordu.
“Neden acaba, arkadaşım olduğu için olabilir mi?” dedi
Baekhee, direk savunmaya geçerek. Annesi sesli bir biçimde iç geçirerek
gözlerini devirmek suretiyle Baekhee’de ani bir gözlerini vahşice oyma isteği
uyandırdı.
“Çin’de de arkadaşındı, o zaman böyle söylemiyordum.” Dedi
annesi.
“Ben de onu diyorum! İçine cin mi kaçtı senin? Arkadaşım o
benim; ne yapacaktım, Kraliyet ailesi veliaht prensi falan gibi mi
davranacaktım çocuğa?” dedi Baekhee, hiç dilini tutmadan.
“Saygılı ol biraz!” diye haşladı annesi anında. Baekhee bıkkınlıkla
hırlamasına engel olamadı; ama neyse ki kadın bunu görmezden – ve duymazdan –
geldi. “Tavırla tavır arasında fark var, Baekhee bu çocukla gerçekten fazla
yakınsın. Aranızda ne var sizin?”
“Yatak arkadaşım anne!” diye bağırdı en sonunda Baekhee Çince
ve renkli küfürlerden bir demet savurarak odasına girdi, kapıyı arkasından
çarparak annesiyle arasındaki iletişime bir son verdi. Bazen kadın gerçekten
tepesini attırıyordu. Bir an önce liseyi bitirmek, bir iş bulmak ve onun
dırdırlarının menzilinden çıkmak için sabırsızlanıyordu Baekhee. Annesinin
sinir bozucu laflarına ve geri kafalı yargılamalarına maruz kalmadan
arkadaşıyla eğlenemeyecek miydi? Bu çok saçmaydı.
Kore’de kaldıkları yedinci gün de evin düzeni, dekoru ve
temizliğiyle – en çok da perdeleriyle – uğraştılar. Bugün Jongwoon’un dersi
vardı, gelememişti; ama onluk bir şey yoktu, o da sıkılırdı. Hem zaten derste
de sıkıntıdan patladığından durup durup masanın altından Baekhee’ye mesaj
atıyordu. Gerçi durup durup kendi kendine beyinsiz sırtlan gülüşü yaptığı için
annesinin yargılayan bakışlarına maruz kalmıyor değildi; ama kimin umurundaydı
ki?
Odasının boyaları kurumuştu, eşyaları da monte edilmişti;
ama taşıyacak kimse yoktu. Annesiyle ıkına sıkına taşımayı bitirdiklerinde
annesinin yüzü mosmor olmuştu. kadın çantasından bir şişe su çıkarıp mutfak
masasına oturdu ve nefeslenmeye çalıştı, bu sırada Baekhee monte edilmeden hala
kutularında duran tek şey olan beyaz raflarını çıkarıp beğendiği yerlere vida
deliklerini işaretledi. Yerlere naylon serdikten sonra matkabı alıp obsesif bir
biçimde düzgün olması için ölçtüğü rafları tutacak vidaların deliklerini
delmeye başladı.
Baekhee raflarla olan işini bitirdiğinde annesi ancak
kendine gelebilmişti. Annesine biraz daha zaman verip yere dökülen tozları
temizledi, eşyalarının yerini düzenledi ve her şeyin istediği gibi olduğuna
emin olmak için etrafına bir kere daha baktı. Bu arada annesi seslendi.
“Gece on ikiye uçak bileti aldım!”
“Ne yaptın?!” diyerek mutfağa, annesinin yanına gitti kız.
“Uçak bileti, dedim, işimiz bittiğine göre döneriz artık.”
Dedi annesi. Baekhee saatine baktı. Saat çoktan altı olmuştu; otele gidecek,
duş alacak valizini toplayacak, hava alanına gidecek ve bir de uçağa mı
yetişecekti yani şimdi? Ama bilet alındığına göre yapacak bir şey yoktu. İç
geçirip bıkkınca annesine baktı.
“Sen de gelir misin, yoksa otele taksiyle mi gideyim?”
Yolu tek başına gitti. Annesinin hala işi vardı, ya da öyle
olduğunu iddia etti en azından. Baekhee ne işi olabileceği hakkında gerçekten
hiçbir fikir yürütemiyordu, bütün işleri yapmışlardı zaten. Yine de annesinin
“işlerine” akıl sır ermezdi. Annesi de onun hazırlanma süresi hakkında aynı
şeyi söylüyordu. Her şey karşılıklıydı.
Otele gidip çabucak bir duş aldı, saçlarını kuruttu,
yolculuk kıyafetlerini giydi, eşyalarını valizine doldurdu; ama montuna gelince
kalakaldı. Onu giyecek miydi, valizine mi koyacaktı, hiç bilmiyordu. Dolabın
kapalı kapağı ona sanki açması için bağırır gibi bakıyordu. Baekhee onun
arkasında olan şeyi biliyordu ve içindeki savaş paha biçilemezdi. Ona bir
yabancının sadece acıdığı için verdiği eski bir montu yanına alacak mıydı;
yoksa burada mı bırakacaktı?
Aslında burada bırakması daha mantıklı olurdu. Mont zaten
atılacak kadar eskiydi ve açık konuşmak gerekirse pek bu zamanın modası gibi de
durmuyordu. Baekhee böyle bir montu daha önce gördüğünü bile hatırlamıyordu
aslında, belki de özel dikimdi. Eğer öyleyse de üzerinden bayağı zaman geçmiş
olmalıydı. Bunu ona veren genç… yakışıklı… adam, öhöm, evet, gerçekten
üniversiteli gibi duruyordu en az ve bu mont bir üniversiteli için uygun yaşta
değil gibiydi – özellikle de deri kapüşonuna bakıldığı zaman.
Aslında yanına almaması doğru seçim olmalıydı. Hem, niye
götürsündü ki? Onun yeni bir montu vardı, annesinin itiraz etmeden aldığı belki
de ilk şey olan o tatlı montu da çok seviyordu üstelik. Bu eski şey çok
kalındı, çok ağırdı ve belki de ufacık kabin boy valizine sığmak için fazla
büyüktü. Belki de o montu da koyunca bu valizi kabine almayacaklardı, ne gereği
vardı ki?
Aslında çöpe atıp unutabilirdi de; ama annesine bunun
Çin’deki sevgilisinin ona verdiği mont olduğunu söylediği için kesinlikle
yanına almak zorunda kalıyordu. En azından hikayesinin inandırıcılığını
artırmak için bu montu Çin’e götürüp orada çöpe atabilirdi. Yani evet, uçak ve
valiz kısmı biraz sıkıntı olacaktı; ama elbet halledilirdi.
Krem rengi montunun daha ince olduğunu düşünerek
kıyafetlerinin üzerine katlayıp koydu ve dolabın içinde askısında sabırla
bekleyen eski montu çıkarıp çabucak içine sarındı. Derin bir nefes aldı ve
gülümsedi. Bu çok sapıkça geliyordu düşününce; ama monta sinmiş koku tek başına
kızın bütün sıkıntısını yatıştırmaya yetiyordu. Sadece bu kokuya sarınıp uyumak
için çok şey verebilirdi… ki buna gerek olmadığını fark etti. Kokuya resmen sarınabiliyordu
zaten.
Üzerinde eski montla her şeyi toplu bir halde yatağına
uzandı ve gözlerini kapattı.
Ahhh adamım mont yine yaptın yapacağını B-)
YanıtlaSilSehun, seni gidi psikopat yerden bitme. Seni cidden çok sevdim ve ablam ve abim dediği anda nedense aklıma kyuhyun ve hanna geldi... nedense... cidden spoiler almıyorum ama doğrulattırdım bu vahşi iç güdülerimi B-) oyss ama sehun un cidden yanaklarını mıncırasım var belki monta bile rakip olabilir.
hatta montu almasaydı de .çin e gidince mont yatağının üstünde onu bekliyor olsaydı. Aşk tesadüfleri sevmez: Lanetli montun yolu..
Bence çok tutar B-)