-3-
Annesi odasının kapısını yumruklayarak onu uyandırdığında
saat ondu. Neyse ki annesi de tamamen hazırdı; Baekhee yattığı yerden fırladığı
gibi valizini kaptı ve bir taksiyle hava alanına gittiler. Geç kaldıklarına çok
inanmıştı Baekhee aslında, belki de biraz geç kalmış olmayı umuyordu; ama
yetiştiler, annesinin valizini teslim ettikten sonra Baekhee’nin valizini
sürüyerek uçağa bindiler. Başının üstündeki bölmeye valizini yerleştirdikten
sonra Baekhee üzerindeki montu çıkarmadan yeniden yerine oturdu ve iki kişilik
koltuklarında başını annesinin aksi yöne çevirerek gözlerini bir daha kapattı.
Annesi uyandırmadan önce harika bir rüya görüyordu. Rüyasında
montun sahibi olan harika kokulu yabancıyla bir daha karşılaşıyordu; ama bu
sefer bir bambu ormanındaydılar. Ninjalar ve pandalar vardı, pandalar kung-fu
panda gibi uçup kaçabiliyorlardı; gizemli yabancı Baekhee’yi buradan alıp bir
tapınağa götürüyordu. Tapınak klasik bir Japon tapınağıydı ve etrafında çiçek
açmış kiraz ağaçları vardı. Baekhee oraya neden geldiklerini bilmiyordu; ama
yabancı cesur olmasını söylediğinde çok korktuğunu fark ediyordu. Sonra yabancı
onu kendine doğru çekip dolgun, pembe dudaklarını onunkilere bastırıyordu…
Sadece bir kere gördüğü bir insanı öpmenin nasıl olduğunu
hayal edebilecek bir beyne sahip olmaktan utanabilirdi Baekhee, eğer on altı
yaşında birden fazla sevgili tecrübesi olduğu gerçeğinden utanıyor olsaydı. Ona
göre aşk bir anlık bir şey değildi, aşk yavaş yavaş gelişirdi ve yaşadıkça
olgunlaşırdı; bu yüzden Baekhee hoşlandığı hiç kimseden kaçmazdı. Sonuç olarak
bundan önce beş kişiyle çıkmış, dördüyle de öpüşmüştü. Okulunda ona kaltak,
hatta fahişe diyen de olmuştu elbet; ama yiyorsa bir de yüzüne söylesinlerdi.
Ona zorbalık etmeye çalışan en son kızı darmadağın etmişti.
Ve bunun için disiplin
cezası alarak annenden bir ton azar yedin, diye hatırlatmak nezaketinde
bulundu iç sesi ona. Baekhee kocaman montun içine biraz daha gömüldü. Ne
yapacaktı yani, zorbaların onu istediği gibi ezmesine izin mi verecekti?
Hayatta olmazdı. Baekhee böyle bir kız değildi ve hayatı boyunca da beyaz atlı
prens bekleyen salak kızlardan nefret etmişti. Kendi kendine yetebilirdi, buna
kendin koruyabilmek de dahildi.
Zaten o kıza haddini bildirdikten sonra bir daha kimse ona
bulaşmaya cesaret edememişti. Bazı gruplar arasında hala pek popüler değildi;
ama onun sevdiği arkadaşları onu seviyorlardı, önemli olan tek şey de buydu.
Değil mi?
Uçuş boyunca montun içine gömülü halde tekrar uyudu Baekhee.
Kemer ikaz ışıkları söndüğünde de, yeniden yandığında da uyanmadı; ta ki uçağın
tekerlekleri piste değip kabini şöyle iyice bir sarsana kadar. Yine güzel bir
rüya görüyordu; ama bu sefer ne olduğunu hatırlayamadı.
Kore’ye taşınmaları, her şey hazır olmasına rağmen tam bir
hafta aldı. Önce evdeki bütün mobilyaları sattılar, satılmayanları da babası
herhangi bir yere bağışladı, nereye olduğunu sormadı Baekhee. Sonra eşyalarını
da toparlayıp bir otele yerleştiler. Arkasından Kore’ye götürmek istedikleri
kalan her şeyi valizlere ve kutulara doldurup bir taşınma şirketi tuttular.
Yanlarında sadece bir valiz kaldı. Taşınma şirketi kutuları Kore’deki depoya
ulaştırdığında da otelden ayrılıp uçaklarına bindiler ve Çin’e son bir kere
tepeden bakarak veda etti Baekhee.
Aslında Çin’i seviyordu. Buradan ayrılmak gibi bir isteği
hiç olmamıştı, olacağını da düşünmüyordu. Hayat biraz zorluydu, ama Baekhee
meydan okumaları severdi. Sağlam durması gerekiyordu, bundan gocunmuyordu. Hava
kirliliği, kalabalık; bunlar onun için sıkıntı yaratan şeyler değillerdi. Her
gün yeni bir maceraydı onun için ve burada hayatta kalabildiği her gün, her
saat kendini bir şey başarmış gibi hissediyordu.
Ama annesi ve Haerin, buna daha fazla dayanamıyorlardı.
Haerin’in de bünyesi annesininki gibi zayıftı, Çin’e uyum
sağlayabilecek yapıda pek sayılmazdı. Baekhee bu konuda babasına çekmişti,
Haerin de annesine. Dört kişilik bir ailenin yarısı, ekonomik durumları harika
olmasına rağmen bir ülkede yaşayamıyorsa, o ülkeden gitmenin zamanı gelmiş
demekti. Babasının çalıştığı şirketin Kore dalına transferini istemesi çok zor
bir şey değildi, iki dili de iyi konuştuğundan bu işi almaması olası da
değildi. Bu konu gündeme geldiği ilk günden beri bir gün Çin’den ayrılacağını
biliyordu Baekhee.
Doğası ülkesine uyumlu olabilirdi; ama Baekhee Kore’de
sıkıntı yaşayacağını da düşünmüyordu. Belki biraz dil konusunda sıkıntılı
olabilirdi – evde Korece konuşulsa da sonuçta günlük hayatını Çince yaşıyordu kız
– ama buna da alışırdı. O her şeye alışabilirdi ve burada kaldığı tek bir
haftada bile Kore’ye ne kadar kolay alışabileceğini fark etmişti.
Evlerine vardıklarında annesi taşıma şirketini ararken
babası ve Haerin de evin içinde bir keşif turuna çıktılar. Babası evi onayladı
ve geniş balkonuna övgüler yağdırdı; bu sırada Haerin Baekhee’nin odasının
duvarlarına ve manzarasına olan kıskançlığını kusarak o odayı kendisi
istediğini haykırmakla meşguldü. Annesi telefonda konuşurken bağıran kızının
kolunu cimcirip sert bir bakış atınca Haerin sustu; ama yanaklarını şişirip
ablasına ters ters bakmayı ihmal etmedi. Baekhee’nin tek tepkisi ise hafifçe
gülümsemek olmuştu. Nefesini tutup morararak ölse bile bu odayı Haerin’e yar
etmezdi.
Ertesi günü eve yerleşerek geçirdiler. Gelen kutuları
boşaltmak hem eğlenceli, hem sinir bozucuydu. Sürekli aynı şeyler
tekrarlanıyordu ve her şey tamamen yeni olduğundan neyin nereye gitmesi
gerektiği konusunda bitmek bilmez tartışmalar çıkıyordu. Baekhee sonunda
annesinin sonu gelmez kararsızlığıyla uğraşmayı kardeşine yıkıp kendi odasına
gidecek eşya kutularını diğerlerinin arasından ayıkladı ve kendini odasına
kapattı. Kulaklığını kafasına geçirip sesini ardına kadar açtığı AC/DC Burnin’
Alive eşliğinde kendini dünyadan soyutladı, işine gömüldü.
Akşam yemeğinde ilk defa Kore’de ailecek yemek yiyor
olmalarının şerefine annesi bol sebzeli bir japchae
ve bukkumi yaptı. Baekhee az pişmiş
sebzelerle tuhaf şeffaf makarnanın tadından hoşlandığına karar verdi, zaten
biraz sebzeli erişte gibi bir şeydi; ama annesinin yaptığı içi dolgulu, yarım
ay şeklindeki, pirinç keki olduğunu iddia ettiği cisimlerin tadının böyle…
tuhaf olması gerektiğine emin değildi.
Zehirlenmeden geceyi atlattığında bir zafer koşusu yapacak
kadar enerjik ve mutluydu, çünkü bugün zehirlenmek için seçebileceği açık ara
en kötü gün olurdu. Babası onu okula, müdürün yanına bırakacaktı ve üç haftalık
bir gecikmeden sonra ilk defa bu pazartesi günü okula başlayacaktı. Bir sene
öncesine dönüyordu, Kore’de konuların ve derslerin nasıl gittiğini bilmiyordu,
dili yeterince iyi kullanamıyor olabilirdi, Kore alışkanlıklarına aşina değildi
ve burada tanıdığı bir tek insan evladı yoktu. Karın ağrısı ve ishalle
uyanabileceği en kötü gün bu olurdu.
Yine de babası onu müdürün yanına bıraktığında gerginden çok
meraklı ve sabırsız hissediyordu. Okul müdürü oldukça havalı bir kadındı; çift
göz kapağı estetiği yaptırmış, uzun turuncu perma saçlı, beyaz tenli ve modern
giyimli bir kadın. Kaydolduğu sınıfı ona söyledikten sonra devamsızlık hakkını,
okul kurallarını, hastalık izni miktarını, okula gelmediği günler ailesine
haber gönderildiğini, okuldaki programı, etkinlikleri ve bu tarz şeyleri
beyinsize anlatır kadar basitleştirerek anlattı. Galiba Baekhee’nin Korece’ye
üç yaşındaki bir bebek kadar anca hakim olduğunu düşünüyordu.
Kadın açıklamalarının sonuna gelip de onu sınıfına bırakmaya
hazır olduğunda ikinci ders başlamış, beş dakika da geçmişti. Kadının
tıkırdayan beyaz topuklarının sesini takip ederken Baekhee gözleriyle mümkün
olduğu kadar geçtikleri yolları ezberlemeye çalışıyordu. Bir yeri ilk görüşte
hatırlayanlardan değildi o; daha çok zor öğrenip bir daha unutmayanlardandı.
Etrafı öğrenmeye o kadar odaklanmıştı ki kadının topuk sesleri sonunda
durduğunda neredeyse ona toslayacaktı. Kendini son anda toparladı ve çarpmadan
bir saniye önce durarak hızla geri çekilmeyi başardı.
Kadının tıkladığı kapının yanındaki numaraya baktı: 207.
Evet, bu onun kaydolduğu sınıfın numarasıydı. Müdür o anda ders anlatmakta olan
hocadan izin alarak yeni bir öğrencileri olduğunu söyledikten sonra Baekhee’ye
dönerek içeri girmesini işaret etti, kız içeri girince de ona iyi
davranmalarını tembihleyerek çıkıp kapıyı kapattı. Şimdi, o son cümleyi
söylememiş olsa Baekhee evine gelmiş kadar rahat davranabilirdi; ama neden öyle
demişti ki şimdi? Buradaki herkes çok mu barbardı, ya da öyle bir şey işte?
Derin bir nefes aldı, üzerine dikilmiş yirmiden fazla çift
gözün onu çok fazla germesine izin vermemeye çalışarak gülümsedi.
“Evet, kendini tanıtır mısın?” dedi hoca, bütün nezaketiyle;
ama Baekhee onun dersi bölündüğü için bariz bir biçimde sinir olduğunu
duruşundan ve yuvarlak profesör gözlüklerini burnunun kemerine oturtma
şeklinden rahatça anlayabiliyordu.
“Song Baekhee. Çin’den bu hafta geldim, dilim henüz çok iyi
olmayabilir. Hepinizle tanıştığıma şimdiden memnun oldum.” Dedi Baekhee, en
neşeli haliyle. Uzatmamış olmasından memnun kalmış gibi görünen hocanın yüzü
bir anda yeniden değişti.
“Peki üniforman nerede?” diye sordu çakma Einstein.
“Nereden alabileceğimizi bugün öğrendik, okul çıkışı
alacağım.” Diye kısa bir açıklama sundu kız. Adam başıyla onayladı.
“O zaman yerine geç de otur, ben derse kaldığım yerden devam
ediyorum. Notları arkadaşlarından alırsın.” Dedi adam ve Baekhee’nin
yerleşmesini bile beklemeden eline yeniden tebeşirini ve sayfaları sararmış,
hatta kararmış kitabını aldı.
Baekhee sınıfta gördüğü tek boş yere gitti, oturmadan önce
sandalyeye bırakılmış osuruk torbasıyla çiviyi çekip aldı, dokunarak çivinin
masasında ait olduğu yeri bularak yerine yeniden sabitledi. Ah evet, bu okul
gerçekten çok şakacı insanlarla doluydu anlaşılan.
Çantasını çıkarıp içinden defteriyle kalemini alırken
sınıfın en arkasındaki klasik serseri erkek sırasının birbirlerine şaşkın ama
etkilenmiş bakışlar attığını fark etmedi. Onun yerine hemen yanındaki sırada
oturan kızın hayran bakışlarıyla karşılaştı. Kıza gülümsediğinde karşılığında
sessiz, tatlı bir kıkırtı aldı. Pekala, bu okulda sevimli insanlar da var
gibiydi.
Ders boyu hocanın söylediklerini takip etmeye çalışmaktan
başka hiçbir şeye konsantre olacak vakti olmadı. Ders bittiğindeyse beyninden
duman çıkıyormuş gibi hissediyordu; ama en azından notları her zamanki gibi
mükemmeldi – notları konusunda takıntılıydı, ne olmuş yani?
“Vay, çok başarılı.” Diyen ses, hemen tepesinden geliyordu.
Başını kaldırdığında bu yorumun yanındaki sıradan kalkıp yanına gelmiş o
sevimli kızdan geldiğini fark etti Baekhee. Kızın doğal kahverengi saçları
sırtından biraz daha aşağı düzgün dalgalar halinde uzanıyordu, gözleri parıl
parıldı; ama cildi hastalıklı denebilecek kadar soluk bir beyazdı. Baekhee
bunun doğal ten rengi olduğunu düşünmüyordu; kızın dudakları bile neredeyse
beyazdı.
“Notlarıma özen gösteririm.” Dedi Baekhee gülümseyerek.
Aksanına dikkat etmeye çalışsa da elinde değildi, mükemmel bir biçimde
konuşamıyordu. Karşısındaki kız bunu çok tatlı bulmuş gibi güldü.
“Adım Hanna.” Diyerek elini uzattı kız. Baekhee kendine
uzatılan eli bekletmeden sıktı.
“Baekhee, memnun oldum.” Dedi, gülümseyerek.
“Ben de. Özellikle de ders başındaki başarından sonra.
Onları oraya Kwon Jiyong koydu; birine kanmasan diğerine kanacağını
düşünüyordu.” Dedi kız, sonra özür diler gibi gülümsedi, “Onlara karışmıyorum,
onlar da bana karışmıyor, böyle bir anlaşmamız var. Seni bu yüzden uyarmadım,
özür dilerim. Neyse ki ihtiyacın yoktu.”
“Bana bulaşmak istiyorsa kırk fırın ekmek yemesi lazım.”
Diye pişkin pişkin sırıttı Baekhee. Çin’de bunun on katına göğüs germiş ve
kazanmıştı. Aptal serserilerden korkusu yoktu. Hanna kıkırdadı. Hastalıklı görüntüsüne
rağmen neşeli bir kızdı.
“Bu tarz şeylere alışkın gibisin.” Dedi Hanna, Baekhee’nin
sırasına dayanırken. Baekhee çaktırmadan notunu kapatıp sırasının altına koydu
– sadece önlem olsun diye.
“Önceki okulum bundan daha iyi değildi.” Diyerek omuz
silkmekle yetindi Baekhee, sonra merakla sordu. “Neden onlarla anlaşma yaptın
ki? Seninle de mi uğraşıyorlardı?”
“Hayır ama uğraşmalarını istemedim. Ben de anlaşmayı en
başından yaptım.” Dedi Hanna, sonra sanki konuyu değiştirmek ister gibi çabucak
devam etti, “Hey sana okulu gezdirmemi ister misin?”
Baekhee kızın neyi konuşmaktan kaçtığını bilmiyordu; ama
daha tanışalı birkaç dakika olmuş birisiyle oturup psikanaliz yapacak da
değildi. Hanna’nın teklifini kabul ederek ayaklandı. Sınıftan çıkarlarken eğer
notuna bir şey olursa nasıl ortalığı ayağa kaldıracağını düşünüyordu; birkaç
dakika sonraysa aklında bu düşüncelerden eser yoktu.
Hanna çok canlı, neşeli ve olumlu bir kızdı. Okulu ona
sadece gezdirmekle kalmıyor, okulla ve sakinleriyle ilgili önemli bilgiler de
veriyordu. Mesela okul müdürü yirmi yaşındayken bir erkekti de sonradan kadın
olmuştu; kadın olduktan sonra da eski okulundan ayrılıp bu okula gelmişti. Ya
da mesela tuvaletin kenarında el ele tutuşan çift geçen seneden beri
birlikteydi; ama çocuk kızı bulduğu her fırsatta aldatmasına rağmen kız buna
izin verdiği için birliktelerdi. Bir rivayete göre aileleri onları
evlendirecekti. Bahçe kapısının önünde duran çakma Einstein aslında üniversite
profesörü kalmak istemişti; ama onu yeterli bulmamışlardı, o da egosunu
atandığı lisedeki öğrencileri zorlayarak tatmin ediyordu. Çakma Einstein’ın
boşandığı karısı şurada, kantinin yanında duruyordu, yeni karısı spor
salonundaydı, spor eğitmeniydi ve boşandığı karısından olan kızı da bu sene
burada birinci sınıfa başlamıştı. Kızın adı Seomi’ydi, onu tanımayan yoktu
çünkü esasen ortaokuldaki bütün yakışıklıları elden geçirmiş olmasıyla ünlüydü.
Baekhee kızın bu kadar çok dedikoduyu nereden topladığına
hayret etmişti etmesine; ama bundan daha çok okuldaki pembe dizi potansiyeline
şaşırmakla meşgul olduğundan bu biraz ikinci plandaydı. Efendi uşağa, uşak
aşçıya, aşçı bahçıvana, sonra hepsi bahçıvana… on dakikalık bir teneffüste
Baekhee’nin beyni kırk dakikalık dersten daha fazla yanabilirdi, eğer bütün bu
ilişki yumağını aklında tutmaya çalışsaydı.
Sınıfa döndüklerinde Baekhee notlarının güvenle sırasının
altında olduğunu görüp sevindi; ama açtığında saçma bir şeyle karşılaştı:
defterin ortasında ıslak, yapış yapış, kahverengi ve şüpheli bir biçimde kola
gibi kokan dev bir leke. Göz ucuyla arka sıraya baktığında uzun saçlarını
parlak sarıya boyatmış serseri giyimli bir tipin gizlemeye çalışarak onu
izlediğini gördü. İç geçirip defteriyle beraber serserinin yanına gitti.
“Merhaba, sanırım bunu sen yaptın.” Dedi, bütün nezaketiyle.
Serseri bariz bir biçimde böyle direk bir yüzleşme beklemiyordu, arkadaşlarına
baktıktan sonra yeniden Baekhee’ye döndü.
“Çok zekisin, değil mi?” diye sordu dalga geçercesine.
Baekhee istifini bozmadı.
“Neden?” diye sordu sakince. Serseri afallamış gibiydi;
bunun üstünü örtmek için sanki Baekhee geri zekalıymış ve çok bariz bir şeyi
kaçırıyormuş gibi güldü, yancıları da onunla beraber güldü. Baekhee tek kaşını
kaldırdı. “Korecemin o kadar kötü olduğunu düşünmüyorum, bir soru sordum. Bunu
neden yaptın, acaba?”
“Sen salak mısın? Tabii ki eğlenmek için!” dedi serseri.
“Yani sence insanların defterlerine kola dökmek eğlenceli
bir şey mi?” diye sordu Baekhee, merak etmiş gibi kaşlarını çatarak, sonra
keskin bir sesle devam etti. “Çünkü benim
hatırladığım kadarıyla bu en fazla çükü bir santim olan ödleklerin veya beş
yaşındaki anaokulu bebelerinin eğlenceli bulacağı bir şey. Sen hangisisin? Bebe
mi ödlek mi?”
Serseri ne olduğunu anlayamamış gibi salak salak bakarken
Baekhee tatlı gülümsemesini yeniden takındı. Bir sınıf dolusu seyircisinin
olduğunun ve hepsinin çıkacak olası bir kavgayı hevesle beklediğinin
farkındaydı. Aman, neyse; her halükarda işine gelirdi.
“Tam olarak ne kadar olduğunu görmek ister misin?” diye
tısladı serseri.
“İlgilendiğim söylenemez; ben de tanıştığıma memnun oldum.”
Dedi Baekhee serseri yerinden fırlayamadan ve dönüp yerine oturdu. Bu anın tam
hocanın içeri girişine denk gelmesi oldukça iyi olmuştu, çünkü bir serseriyi
böyle gaza getirmenin sonucunu gayet iyi biliyordu. Bunun sonu şiddete
gidecekti, buna hiç şüphe yoktu. Eğer serseri hocadan korkmuyorsa da aynı şey
olacaktı gerçi. Ama o zaman en azından kavgayı başlatanın o olmadığına dair
elinde sözünün geçerliliği yüksek bir şahit olurdu. İlk gününde disipline gitmekten
hoşlanacağını zannetmiyordu.
Dersin sonunda notlarını yine sınıfta bırakarak Hanna’yla
beraber okulu gezmeye devam etti. Kapıdan çıkarken notlarına daha büyük bir
zarar gelme olasılığını hesaplıyordu; ama beş saniye sonra bu yeniden aklından
çıkıverdi. Bu sefer ön bahçeyi geziyorlardı. Ön bahçe, son sınıfların boş
derslerde oturup ders çalıştığı ve öğle aralarında bedenlerini dinç tutmak için
bir hoca tarafından spor yapmalarının sağlandığı, aslında otopark olmayıp
otopark amaçlı da kullanılan boş bir alandı. Sağda solda ağaçlar, ağaçların
altında banklar ve küçük taş masalar vardı. Okul binasının hemen önündeki dev
tribünün ne işe yaradığını sorduğunda Hanna çeşitli grupların gösterilerini
oraya oturup izlediklerini anlattı. Baekhee bir açık hava amfi tiyatrosunun bu
iş için daha uygun olabileceğini düşündü; ama o ne bilirdi ki? Mimar olmuş
falan değildi, sonuçta.
Ağaçların yarattığı gölgelere burnu sokulmuş arabalarsa tam
olarak onun ilgi alanına giriyordu. Renk renk, çeşit çeşittiler; hem de tam anlamıyla.
Aralarında sıradan beyaz aile arabaları da vardı, Mercedesler ve Audiler de.
Hatta okulun ön kapısına yakın büyük bir gölgelikte duran 56 model Cadillac
Eldorado Brougham Baekhee’nin nefesini kestikten sonra uzunca bir süre
yürüyemediler. Sonunda ön bahçe turunu tamamlarken gördüğü açık sarı Volkswagen
Beetle özellikle ilgisini çekti.
“Bu kimin arabası?” diye sordu Hanna’ya merakla. Çoktan
kızın bilmediği bir şey olmadığına kanaat getirmişti.
“Babamın arabası. Bu sabah beni abim bıraktı, buralarda işi
olduğunu söyleyip arabayı da buraya bıraktı. Akşam alır.” Diye açıkladı Hanna.
Baekhee bu tesadüfü komik bulmuştu, kıkırdadı.
“Babanla benzer zevklerimiz varmış, Beetle en sevdiğim
arabadır. Tam bir klasik.” Dedi Baekhee hayranlıkla. Bu okula gidebiliyorsa
Hanna’nın da ailesinin oldukça zengin olduğunu varsaymıştı. Üstelik babası
oğluna arabasını bu kadar rahat verebiliyorsa kendisinin başka bir ulaşım yolu
daha olmalıydı ki Baekhee bunun ikinci bir araba olduğuna inanıyordu.
“Babam da sever bu arabayı. Galiba abime miras bırakacak;
ama o da pek ilgilenmez, o daha çok büyük arabalardan hoşlanır. Kendisi bu
araba için biraz uzunca kalıyor.” Dedi Hanna. Baekhee kaşlarını kaldırdı.
“Uzunca mı? Boyu kaç ki?” dedi, içeri girerlerken. Hanna bir
an düşündü, sonra elini kendi kafasına koydu, ardından kolunun açılabildiği
yere kadar açtı.
“Bu kadar.” Dedi sonra, sırıtıp Baekhee’ye bakarak. Baekhee
bir an kıza baktı. Kız ondan bir baş kısaydı, elinin geldiği yer de ondan bir
on-on beş santim uzundu, Baekhee de bir yetmiş boyundaydı; demek ki bu bahsi
geçen abi bir seksenin üzerindeydi. Eh, eğer Kore ırkının genetik inceliğine de
sahip değilse arabanın ona ufak gelmesi pek doğaldı.
“Hım…” dedi Baekhee, sonra sırıtarak abartılı bir biçimde
“sakalını” sıvazladı ve kaşlarını oynattı. “Kaç yaşında? Yakışıklı mı?
Sevgilisi var mı?”
“Kahretsin, var; ama ayrılmalarını sağlarsan çok makbule
geçer.” dedi Hanna, gözlerini devirerek. Kısa bir sessizlikte bakıştılar,
arkasından ikisi birden kahkahalara boğuldular.
İAL de okuduklarını fark etmek ilginç tabi ve amfi tiyatro hmm biri bunu müdüre söylemeli. içimden bir ses inanmazsın sevgilisinden ayıracak diyor!!! tabi sadece bir ses canım ne bilirim ki ben?
YanıtlaSilSadece okulla ilgili spin off var mı acaba? Aşk Tesadüfleri Sevmez: Dallas tadında :D