-4-
Sınıfa tekrar girdiklerinden iki saniye sonra arkalarından
hoca da girdi. Hoca derse hazırlanırken Baekhee notlarını, çantasını ve basitçe
sınıfta bıraktığı her şeyi olası hasarlar için gözden geçirdi ve memnuniyetle
hepsinin sapasağlam, el değmemiş durduklarını gördü. Ders boyunca yine beyni
yandı; ama arada bir Hanna’yla bakışıp kızın sessiz kusma, horlama, kendini
boğma ve ağlama taklitlerine maruz kaldıkça durdurmaya çalıştığı kahkahaları
dersin daha iyi geçmesini sağlamıştı. Tam kız sırasının üzerine yatmış,
gözlerinin altına yapıştırdığı ince uzun kağıt parçalarıyla hocanın arkasından
zavallı bir biçimde inleyip ağlayarak yalvarma taklidi yapıyordu ki zil çaldı.
Baekhee öğle yemeğinin başlangıcına bu kadar sevinen bir
başka insan daha gördüğünü hatırlamıyordu. Kız resmen olduğu yerde ayağa
fırlayıp havayı yumruklamıştı; ama tabii ki hoca görmeden yerine geri oturup uslu
öğrenci ifadesini takındı. Hoca ödev olarak ne yapmaları gerektiğini söylerken
Baekhee tuttuğu notun kenarından kızın ayağını sabırsızca yere vurduğunu
görebiliyordu. Hoca sonunda sınıftan çıktığında sesli bir biçimde nefes verdi.
“Bir an hiç bitmeyecek sandım!” dedi kız ve hızla
çantasından bir kutu çıkardı, ardından Baekhee’ye döndü. “Öğle yemeğin var mı?
Yoksa seninle paylaşabilirim, abime pişirdiklerim bende kalmış.”
“Ciddi misin? Yani, emin misin?” diye sordu Baekhee,
hevesini gizlemeye çalışarak. Hanna kıkırdadı ve başıyla onayladı.
“Hadi çekinme, zehirli değiller. Al şunu.” Dedi ve
çantasından çıkardığı ilkinin iki katı boyutunda olan ikinci kutuyu Baekhee’ye
uzattı. Baekhee kutuyu aldı, sırasını ittirip Hanna’nın sırasına yapıştırdı ve
kutuyu hevesle açtı. İçindeki şeylerin yarısının adını bilmiyordu; ama öyle
lezzetli görünüyorlardı ki Baekhee ağzının suyu akmasın diye yutkunmak zorunda
kaldı.
“Annemin senden ders alması lazım!” dedi hayranlıkla. Hanna,
korkutucu beyazlıkta teni ne kadar izin verirse o kadar pembeleşti.
“O kadar da iyi değilim! Ama deniyorum, yemek yapmak hoşuma
gidiyor. Tadına bak da öyle söyle.”
Baekhee çubuklarını eline alıp yiyeceklerin tadına
baktığında da fikri değişmedi, hala annesinin Hanna’dan ders alması gerektiğini
düşünüyordu. Hayatı boyunca çok fazla Kore yemeği yememişti, tadına alışkın
olduğu şeyler olmayacağını düşünüyordu; ama alışkın ya da değil, bu yemekler
kesinlikle efsaneydi. Tabii ki Çin yemeklerini bile ortalama bir düzeyde
pişirebilen annesinin herhangi bir insandan ders alması gibi bir olasılık
yoktu.
Baekhee yemek kutusunu içi yalanmış kadar temiz bir hale
getirdikten sonra Hanna’dan ona yemek yapmayı öğretmesi için söz aldı – okuldan
yemekten hoşlanmıyordu, annesinin ona yemek hazırlamasına izin vermesi içinse
delirmiş olması gerektiğinin farkındaydı. Hanna gülerek ev becerileri
derslerinde onunla eş olursa bütün sırlarını onunla paylaşmaya söz verdi.
Anlaşılan dersler daha başlamamıştı ve sene başında sınıflar karıldığından onun
normalde eşi olan arkadaşıyla farklı sınıflara düşmüşlerdi. Baekhee buna
üzülemedi bile. Sadece saniye sektirmeden bu öneriyi kabul etti.
Akşam onu okuldan almaya babası geldi. Hanna abisini
bekleyecekti, Baekhee ondan (büyük bir üzüntüyle) ayrıldı ve babasının iki gün
önce şirketten aldığı arabaya bindi. Babasının ona sorduğu ilk şey, bir sorun
çıkarıp çıkarmadığı olunca kız gözlerini devirdi. Tamam, Çin’de en az ayda bir
Baekhee’nin bir olayı yüzünden okula çağırılıyor olabilirdi; ama onların
hiçbirinin suçlusu Baekhee değildi ki! Üstelik bu Kore’de de aynı şekilde
olacağı anlamına bile gelmiyordu. Babasına okun gayet iyi gittiğini, bir
arkadaş bile bulduğunu söyledi. Babası memnuniyetle başını salladı ve kızına
onun için çok mutlu olduğunu söyledi.
Baekhee ev ararken ve eşya yerleştirirken defalarca gelip
gittiği için evin yolunu oldukça iyi biliyordu; bu yüzden babası kavşağı geçip
dümdüz gidince oturduğu yerde doğruldu.
“Baba, buradan dönecektik!” dedi, geçtikleri kavşağa
bakarak.
“Biliyorum.” Dedi babası. Baekhee babasına soran gözlerle
baktı; ama adam yola odaklıydı, kızının bakışlarını göremezdi.
“Ne demek, biliyorum? E nereye gidiyoruz o zaman?” diye
sordu kız; sesi biraz isyankar çıkmış olsa da babası buna aldırmadı. Kızının ergenliğin
en korkunç evresinde olduğunu bilecek kadar çok kere psikologa götürmüştü
onu.
“Görürsün.” Dedi adam basitçe. Baekhee merakla kaşlarını
çattı ve etrafa baktı. Gerçi bunun pek bir anlamı yoktu, zaten buraları
tanımıyordu. Yine de merakla etrafı incelemeye devam etti. Beş dakika sonra
sabrının sınırına geldi.
“Ya söylesene, nereye gidiyoruz?” diye tepindi oturduğu
koltukta, mızıldanarak. Babası göz ucuyla ona bakarak güldü.
“Sürpriz. Az kaldı, sabret.” Dedi sadece. Baekhee anlamsız
bir biçimde homurdanarak kollarını kavuşturdu ve koltuğunda kaykıldı; ama
dışarıyı göremeyeceği kadar değil. Etrafında ne olduğunu görmesi ve hatırlaması
gerekiyordu. On dakika sonra babası yolun kenarına park ettiğinde tavşan gibi
kulaklarını dikip gözlerini açtı ve etrafı inceledi. Kayda değer gördüğü birkaç
şey vardı: Çin elçiliği, bir telefon dükkanı, bir araba galerisi, bir
motosiklet ve bisiklet galerisi, bir giyim mağazası, bir de terzi. Baekhee,
hangisine girecekleri hakkında bir tahmin yürütemedi, hepsi olabilirdi.
Önce giyim mağazasına girdiler. Baekhee’nin okulunun
üniforması burada satılıyordu. Baekhee bedenini biliyordu, hiçbir zaman ince
olmasa da asla şişman olmamıştı. O daha çok her daim fit olmayı zayıflığa
tercih edenlerdendi. Tek seferde ona uygun bedeni ve ona uygun stili buldu;
koyu yeşil gömleği, krem rengi süveter ve ceketi, kırmızı kravatı, koyu yeşil
kısa pilili eteği ve siyah okul ayakkabıları tam zevkine göreydi. Bunun altına
evde eteğinden daha kısa bir siyah şort, bir de diz üstü siyah çoraplar
giyerdi; Çin’de de buna benzer bir üniforması vardı. Bu üniformayla hem
istediği zaman uslu görünebilir, hem de rahatlıkla gömleğinin kollarını sıvayıp
sevmediği birine uçan tekme atabilirdi.
Giyim mağazasından sonra sıra telefon mağazasındaydı. Onun Çin
hattının yurt dışı kullanımı vardı; ama artık bir Kore hattına ihtiyacı vardı.
Babası ona yeni bir telefon almayı önerdiğinde şaşkınlıktan ağzı açık kaldı.
Onun telefonu zaten en yeni modellerdendi; geniş mavi ekranlı ve kapaklıydı!
Baekhee bu öneriyi olgunca reddetti ve sadece yeni bir hatla yetindi. Bir
sonraki durakları Çin büyükelçiliği oldu. Orada babası sadece ona oturmasını
söyledi ve Baekhee’nin kulağına çalınan kelimelerden vatandaşlık ve buna benzer
şeylerle ilgili olduğunu anladığı bir şeyler görüştü.
Terziyle araba galerisine yaklaşmadılar bile; babası son
durağın motosiklet ve bisiklet galerisi olduğunu söyledi. Çin’de Haerin de
Baekhee de her yere bisikletle giderdi ve buraya gelirken bisikletlerini
satmışlardı. Haerin burada yokken babası ona ne seçerdi bilmiyordu; ama Baekhee
buradan kendine iyi bir dağ bisikleti almaya babasını ikna edebileceğini
düşünüyordu.
Babası beklediğinden daha kolay bir biçimde ona istediği
Trek bisikleti ikiletmeden aldı. Haerin daha dişil ve günlük yaşama uygun
şeyler seviyordu; ona bir tane pembe gidonlu, pembe seleli ve önü beyaz
sepetli, beyaz bir bisiklet aldılar. Baekhee markasına bakmaya tenezzül bile
etmedi. Babası arabaya bağlanabilmeleri için malzemelere bakarken Baekhee
dalgınca galerinin motosiklet bölümüne yöneldi.
Babasının ona sözü vardı; on altı yaşına geldiği zaman, eğer
ona büyük bir sorun çıkarmamış ve derslerinde de başarılı bir kız olursa ona
istediği gibi bir motosiklet alacağını söylemişti. Bu, Baekhee on yaşındayken
verilmiş bir sözdü ve Baekhee babasının bunu hatırlamasını beklemiyordu. Adam
muhtemelen kızının motosiklet tutkusunun geçip gitmesini bekliyordu. Kızın daha
ehliyeti bile yoktu! Yine de Baekhee Google’dan motosiklet resimlerine
bakmaktan, videolar izleyip son çıkanları takip ederek mutlu olmaktan kendini
alamıyordu.
Elini uzatıp bir BMW F650 GS Dakar’ın beyaz deposuna
dokundu, hız göstergesine doğru yavaşça okşadı. Daha bu senenin modeli olan bu
bebek efsane güzeldi. Bu seriyi BMW bu sene üç model şeklinde çıkarmıştı; bir
tane yere yakın, bir normal ve bir tane de uzun, özellikle offroad için
tasarlanmış Dakar modeli. Baekhee en çok Dakar’ı seviyordu. Sarı-siyah olanı
sanki eşek arısı görünümünde olan bu motorlar ona baştan ayağı yaban hayatı,
macerayı ve günlük hayatta da pratikliği ifade ediyordu. Bir touring veya
enduroyla arabaların arasından akıp trafikten sıyrılamazdınız, örneğin.
Baekhee’ye göre milenyumun en mükemmel modeliydi bu; 2005 model, fırından taze
çıkmış… ve korkunç pahalı.
Elini Dakar’ın deposunun yanlarındaki siyah-beyaz kareli
desenin üzerinden siyah, yumuşak deri seleye kaydırdı, arkasından bastırarak
test etti. Motosiklet kızın ağırlığıyla hafifçe yaylanıp yerine geldi. Baekhee
gülümsedi. Elini siyah derinin estetik kıvrımlarının üzerinden kaydırmaya devam
etti, arkasına yerleştirilmiş siyah karbon fiber orijinal çantaya dokundu. Bu
çantaların arkasında araba arka farı gibi farlar vardı ve elektrik aksamla
motora bağlı olduklarından aktif çalışıyorlardı. Çok sağlamdılar, geniş iç
hacimleri vardı, motorun dengesini bozmayacak kadar hafiftiler ve motorla
yarışacak oranda pahalıydılar.
“Dağ motoru mu bu?” diye sordu babasının sesi arkasından.
Baekhee hakarete uğramış gibi hissediyordu; ama motor cahili insanlardan bu
bebeğin adını tek bakışta söylemesini bekleyemezdiniz. Göz ucuyla babasına
baktı, sonra yeniden önüne döndü.
“Evet. Yeni model. Çok güzel değil mi?” dedi, hayran hayran.
“Gerçekten güzelmiş. Tasarımı, boyası… ama usta sensin, sen
güzel diyorsan güzeldir.” Dedi babası. Baekhee dalgınca gülümsedi.
“Evet, çok güzel.” Dedi. Şu an nerede olduğunu ve neye
baktığını bilmeyen biri onun aşık olduğunu düşünebilirdi. Pekala, aşık da
olabilirdi, neden olmasın?
“Modeli neymiş?” diye sordu babası, motorların arasında
gezinirken. Babasının ilk defa onun ilgilendiği bir şeyle bu kadar
ilgilenmesinin sevinciyle Baekhee ışıdı.
“BMW F650 GS Dakar.” Diye şakıdı, galeri sahibinin
etkilenmiş bakışlarının hedefi olarak. “Yükseltilmiş modeli. Yeni bunlar daha
2005 model. Sıcacıklar. Tazecikler, körpecikler… ve çok güzeller. Buradaki
beyaz gerçi; ben sarı-siyah olanları daha çok seviyorum. İnternette gördüm,
koyu sarıyla siyah beraber yapıyorlar, egzoz boruları bir tek krom oluyor ve
sanki eşek arısına benziyor.”
“Bir dağ motoru için daha uygun renkler olamazdı.” Diye yorum
yaptı babası. Baekhee neşeyle sırıttı.
“İlk defa bir şeyde anlaşıyoruz!” dedi, mutlulukla. Babası
gülüp başını iki yana sallayarak yeniden bisiklet tarafına döndü.
“Gel hadi, kaskını denemen lazım. Çocuk boyutları aynı,
Haerin’in boyutunu biliyorum; ama seninkinden emin olamadım.”
Baekhee kendine uygun kaskla beraber diğer korumaları da
denedikten sonra babası beğendiği korumaların hepsiyle birlikte ona bir de yeni
Trek bisikletinin rengiyle uyumlu bir korumalı, sırtı ve kollarında beyaz
fosforlu şeritler olan kum rengi bir bisiklet ceketi aldı. Baekhee şansına
inanamayarak paketlerini kucakladı ve arabaya doğru neredeyse sekerek gitti.
Arkasından babası ve bisikletleri getiren galeri görevlileri geliyordu. Şirket
arabasına bisiklet taşımak için gerekli şeyleri takıp bisikletleri
yerleştirdiler ve bağladılar. Arabaya yeniden bindiklerinde Baekhee mutluluktan
sarhoş gibi hissediyordu.
Arka koltuk paketlerle dolu, arabanın arkasında iki bisiklet
asılı ve Baekhee’nin kollarıyla sardığı yeni ceketinin paketiyle beraber eve
geldiler. Haerin bir süre bisikleti çok pembe olduğu için sevinçten viyakladı,
yerinde tepindi ve babasının tepesine çıktı. Haerin sakinleştikten sonra babası
annesine elçiliğe gittiğini söyledi ve annesi sadece başıyla onaylamakla yetindi.
Bisikletleri apartmanın bisiklet parkına çekip kilitledikten ve Baekhee yeni
üniformalarıyla bir defile de yaptıktan sonra yemeğe oturdular. Annesine
söylemedi; ama Hanna’nın yemeklerinden sonra annesinin yaptıklarını yemek,
lastik çiğnemeye benziyordu.
Gece yatmadan önce Baekhee okul üniformasını düzgünce
dolabına astı, sonra kapağı kapatmadan öylece durdu. Dolabın en köşesinde o
füme mont, sessizce ona bakıyordu. Çin’de atacağını söylemiş olabilirdi; ama
atamamıştı. Kore’ye, buraya kadar yanına gelmişti mont öylece. Baekhee bazen
derdinin ne olduğunu sorguluyordu. Neden bu eski şeyi atamıyordu? Sanki
sahibini bir daha görecekti de! Hem görse ne diyecekti? Buldumcuk gibi senin
montunu sakladım ben, mi diyecekti? Hayatta olmazdı, bu çok utanç vericiydi. Bu
onun küçük sırrıydı; ama ondan kurtulamıyordu.
Yatacağı bahanesiyle odasının kapısını kilitledi, arkasından
montu askıdan aldı ve üzerine geçirdi. O ilk anki sıcaklığı yoktu montun ve
üzerine sinmiş erkeksi koku kaybolmaya başlamıştı; ama yine de Baekhee’nin kalp
atışlarının hızlanmasına ve içinin saçma bir huzurla dolmasına yeterli
oluyordu. Çok aptalım, diye düşündü Baekhee; sadece bir kere gördüğüm nazik bir
yabancının yüzüne oturttuğum bir beyaz atlı prense aşık oluyorum… bir insan
nasıl tek seferde aşık olabilirdi, hiç tanımadığı birine hem de? Baekhee bunun
kokuyla bir ilgisi olduğunu okumuştu daha önce; hayvanlar eşlerini kokusundan
seçiyordu ve insanlarda da bu özellik kaybolmamış olabilirdi. Belki de yabancı
ona montunu, yani kokusunu bırakmasa Baekhee bu kadar etkilenmeyecekti.
Baekhee gözlerini kapattı ve bir süre odanın içinde çalmayan
bir müziğe eşlik ederek kendi kendine dans etti. Bir süre sonra yaptığının ne
kadar saçma olduğunu idrak ederek durdu, ama montu çıkarmadan önce içine son
bir defa gömülüp derin bir nefes almayı ihmal etmedi. Sonra yapacağını
söylediği gibi yatağına yatıp kendini uykunun kollarına bıraktı. Rüyasında
gizemli yabancıyı yeni tanıştığı arkadaşıyla birlikte gördü; nerede olduklarını
ve ne yaptıklarını bilmiyordu. Gizemli yabancı Hanna’nın yanından ayrılıp onun
yanına geliyordu ve kokusu kızın ciğerlerini dolduruyordu; sonra Baekhee bunun
bir rüya olması gerektiğini anlayıp yabancıyı öpüyordu.
Uyandığında bu rüyaya dair hiçbir şey hatırlamadı.
Bilinç altı olayı çözdü :D Mantık yok sistem var:D
YanıtlaSil