23 Temmuz 2014 Çarşamba

Başlangıç - 6

– 6 –

D.O. elini neye değdirse lezzetli oluyordu, anlaşılan. Kahvaltı boyunca herkes yumulup kalmıştı; ama Baekhee bir şekilde başını kaldırıp merak ettiği şeyleri soracak fırsat bulabilmişti. Anlaşılan bu evde ne televizyon, ne telefon, ne de teknolojik herhangi bir şey vardı. Bu on iki genç burayı her şeyden ve herkesten uzaklaşacak bir sığınak olarak kullanıyorlardı. Evdeki teknoloji sadece elektrik, sıcak su ve bir ocaktan ibaretti. Yemeklerden sonra bulaşıkları bile sırayla yıkıyorlardı. Evin altında, toprak içine gömülü derin bir kiler vardı ve tam kapasiteyle dolu olduğunda herhangi bir zamanda onlara bütün yıl yetecek yiyeceği kolayca depolayabilirdi. Orada ocak için tüpler de vardı; ama evin dışında, bahçede taş bir ateş ocağı vardı. Hava iyiyse bir yerlerden kuru dal ve ölü ağaç toplayıp yemeklerini orada yapıyorlardı. Hatta bazen Kris gidip tavşan ve kuş avlıyordu. Yani gerçekten doğal, hatta neredeyse ilkel yaşıyorlardı.

Kahvaltıdan sonra Baekhee bulaşıkları yıkamak için Sehun’un yerine gönüllü oldu. Teoride sadece sabah için teşekkür maiyetinde yapıyordu bunu; ama esas amacı Kai’yle biraz yalnız kalmaktı. Merak ettiği ve hassas konular olduğunu düşündüğü şeyler vardı. Tabakları köpükleyip Kai’ye verirken, rahatlatıcı sessizliğin ortasında pat diye sordu.


“Sooyeon kim?” dedi, havadan sudan konuşur gibi. Kai hareketinin ortasında bir an dondu, sonra gergin bir biçimde devam etti.

“O adı nereden duydun?” dedi genç, normal konuşmaya çalışarak. Baekhee köpüklediği tabaklara yoğunlaşmış, ona bakmamaya özen gösteriyordu.

“Sabah adını sayıklıyordun.” Dedi Baekhee. Kai sessiz kaldı. “Tamam, istemiyorsan anlatmak zorunda değilsin tabii, sadece merak etmiştim.”

“Sooyeon benim sevgilimdi.” Dedi Kai, derin bir nefes alıp. Baekhee göz ucuyla baktığında gencin ellerini lavaboya dayayıp suyu kapattığını gördü. Baekhee elindeki köpüklü tabağı tezgaha bırakıp önüne baktı.


“Senin için oldukça önemli biri olmalı.” Dedi dikkatle.

“Öyleydi.” Diye üzgünce gülümsedi Kai, “Harika bir kızdı, gerçekten hayatımda sahip olduğum en harika şeydi. Her şeyimdi. Onunlayken dünyanın en mutlu insanı bendim, onun da aynı şekilde hissetmesi için her şeyi yapardım. Öyle aptalca şeyleri gözümü bile kırpmadan yapardım ki ‘ya sana bir şey olsaydı’ diye bazen saatlerce haşlardı beni. Hatta bazen sadece onu düşünemeyeceğimi, kendimi de biraz düşünmem gerektiğini söylerdi.”

“Sen ne derdin?” diye hafifçe güldü Baekhee.

“O kadar önemsiyorsa bunu benim yerime onun yapması gerektiğini, benim daha önemli işlerim olduğunu söylerdim, onu mutlu etmek gibi.” Dedi Kai sırıtarak. Baekhee inanamaz bir sırıtışla başını sallarken devam etti, “Gerçi bundan hiçbir zaman şikayet etmedi. Beni düşünme işini mutlulukla üstlenmişti. İnsanların saçma olduğunu düşündüğü bir çifttik.”

“Ya sonra?” diye sordu Baekhee, Kai sessizleşince, dönüp ona bakarak. Kai de dönüp, Baekhee’nin daha önce gördüğü o çok şey kaybetmiş insanlara özgü ifadeyle, kıza hafifçe gülümsedi.

“Hiçbir fani ölümden kaçamaz.” Dedi genç ve o ifadeyi yüzünden yine Baekhee’nin hayal gördüğünü düşünmesine neden olacak bir hızda sildi ve kızın tezgaha bıraktığı köpüklü tabağı alıp durulamaya başladı. Bunun üzerine Baekhee de yeniden işe koyuldu.

“Bunu duyduğuma üzüldüm.” Dedi kız sessizce.

“Ben de.” Dedi Kai, “Onun üstüne de kimseyi sevmedim, seveceğimi de sanmıyorum. Her gece rüyamda beni ziyaret ederken değil, en azından. Sabahları uyanamama da, millete sarkıntılık etmeme de şaşmamalı.”

Ne diyeceğini bilemeyen Baekhee, Kai’nin umut ettiği gibi güldü. Kai de, yüzünde ortamın karamsarlığını bu kadar iyi toplamış olmanın gururunu taşıyan haklı bir gülümsemeyle, rahatlatıcı sessizliğin tadını çıkarmaya başladı tekrar.

Bulaşık bittikten sonra herkesin bir tarafa yayılmış dinlenmekte olduğu bahçeye geri döndüler. Lay, Rian’la birlikte çiçekli bir alanın ortasında kafa kafaya verip yatmış, güneşleniyordu. Sekyung, Chen, D.O. ve Xiumin biraz ötede beceriksizce voleybol oynuyorlardı. Sehun bir şezlonga uzanmıştı, Tao ve Kris satranç masasının başında Baekhyun’a karşı zorlu bir savaş veriyorlardı. Chanyeol Baekhyun taraftarlığı yapıyor, Suho da adil bir biçimde onlara hakemlik yapmaya çalışıyordu. Luhan’la Hanna’yı ortalarda göremeyince gidip Baekhyun’a sordu Baekhee. Umursamaz bir “çalı topluyorlardı” cevabıyla tatmin olup ikiye bir olduğu halde ancak güçler dengesinin sağlandığı heyecanlı maçı izlemeye başladı.

Aynen Baekhyun’un söylediği gibi Hanna ve Luhan çalı topluyordu; ta ki Hanna kuru dal parçalarından birini bir asaya benzeterek kendini Hogwarts cadısı ilan edene kadar. Sonra kucak dolusu çalı çırpı bir ağaç dibinde unutulmuş ve kötü büyücü Luhan’la amansız bir kovalamaca başlamıştı.

“Gardını al, sana Avada Kedavra yapmam lazım!” dedi Luhan, Hanna ‘asasını’ onun ‘büyüsüyle’ (expelliarmus, seni koca cadı!!) kaybettiğinde. Hanna çabucak yerden dal parçasını bir daha kaptı.

“O merhametin senin sonun olacak kara büyücü!” dedi, dramatik bir biçimde dalı sallayarak. Luhan sanki göğsünün ortasından çarpılmış gibi geriye fırlayıp Oscar’lık bir oyunculukla yerde yuvarlandı, yüzüstü durdu ve kıpırtısız kaldı. Hanna dikkatle çocuğun yanına yaklaşıp eğildi ve kafasından yavaşça dürttü. “Öldün mü?”

“Yakaladım seni!” diye birden canlandı Luhan ve kızı kollarından yakalayıp yere devirdi. “Sonum olacak demek ha! Şimdi görürsün sen; adını unuttuğum gıdıklama lanetiyle seni acılar içinde öldüreceğim!”

Hanna daha Luhan üzerine saldırmadan önce gülmeye başlamıştı zaten; ama Luhan onu saçma bir başarıyla gıdıklamaya başladığında durdurulamaz bir gülme krizine girdi. Kendini savunmaya çalışsa, Luhan’ı itip kurtulmak için çabalasa da, bacaklarının üzerine oturmuş çılgınca gıdıklayan çocuktan bir türlü kurtulamıyordu. Artık nefes alamayacağını düşünmeye başlıyordu ki Luhan insafa gelip durdu, Hanna’ya kendini toplaması için bir şans verdi. O da en az Hanna kadar çok gülüyordu, onun da bir nefeslenmesi gerekmişti.

“Pes ettin mi?” diye sordu geniş bir sırıtışla, hala kıkırdamakta olan kıza.

“Bir Hogwarts büyücüsü asla pes etmez!” dedi kız kahramanca.

“Baaak…” dedi Luhan ve ellerini kaldırıp parmaklarını tehditkar bir biçimde kıpırdattı.

“Tamam, sen kazandın, sen kazandın Lord Luhan!” diye viyakladı kız, ellerini kaldırıp kendini korumak için uygun bir pozisyona geçerek.

“Hah hah, tabii ki, Karanlık Lord her zaman kazanır.” Diye sırıttı Luhan, sonra kızın üzerinden kalkıp elini uzattı. “Gel hadi.”

“Yendin, bir de acıyor musun?” dedi Hanna, gururlu bir biçimde doğrulup kendini yerden kaldırırken; ama ayağının altından kayan kuru yapraklarla bunu başaramadan geri düştü. Luhan gülüp ona uzatmakta olduğu elini hatırlatırcasına salladı.

“İnat etme de tut elimden.” Dedi çocuk kıkırdayarak. Hanna oflayıp alt dudağını sarkıtsa da Luhan’ın elinden tuttu; ama bu çocuksa somurtkan surat Luhan’ın gözünden kaçmamıştı. Hanna’nın bileğini sıkıca kavradı, kızı hızlıca ayağa kaldırdıktan sonra durmayıp, kızın ufak bir çığlık atmasına neden olarak omzuna atıverdi.

“Niye somurtuyorsun bakayım sen?” dedi oyuncu bir sesle. Hanna, Luhan’ın gömleğinin arkasına sıkıca tutunmuş, düşmemeye çalışıyordu.

“İndir beni!” dedi; ama Luhan hızlıca dönünce ufak bir çığlık daha attı. Luhan, sanki kızın çığlıkları hoşuna gidiyormuş gibi sırıtmaktaydı. Aslında Hanna’yı bacaklarından sıkıca tutuyordu, düşmesine asla izin vermeyeceğini biliyordu; ama Hanna oldukça gergindi ve çıkardığı ufak kedi viyaklamaları fena halde şirindi.

“Niye somurtuyorsun, önce onu söyle.” Diye ısrar etti Luhan.

“Somurtmuyorum, şu anda beni indirmeni istiyorum ve bunu yakında yapmazsan içimdeki vahşi amazonu serbest bırakacağım!” diye tehdit etti Hanna; ama Luhan biraz sağa sola sallanıp döndükçe inkar edilemez biçimde kıkırdamaya başlamıştı.

“Onunla da tanışırız.” Diye güldü Luhan.

“Bak uyarıyorum, hoş şeyler olmayabilir!” dedi Hanna; ama Luhan ağaçların arasında, Hanna’nın ne onun yüzüne ne de ince görünümlü bedenine sahip birinden bekleyeceği bir panter çevikliğiyle koşturmaya başladı. Hanna da yeniden çocuğun tişörtüne yapışıp kedi viyaklamasına benzer sesler çıkarmaya başlamıştı. “Ne yapıyorsun?!”

“Seni kaçırıyorum işte!” dedi Luhan, durup biraz soluksuz bir biçimde gülerek.

“Luhan indir beni dedim!” dedi Hanna; ama kıkırdarken muhtemelen kulağa yeterince ciddi gelmiyordu.

“Amma da ağırsın, bütün kahvaltı masasını yedin herhalde. Bu kadar kiloyu nerende saklıyorsun?” dedi Luhan, Hanna’nın sinirini bozmayı sonunda başararak.

“Sen kaşındın ama!” dedi Hanna sonunda ve dişlerini gösterdi – yani gerçek anlamda. Sırtının ortasından ısırılınca bu sefer kedi gibi viyaklayıp sırtını geren Luhan olmuştu.

“Yamyam!” diye güldü çocuk, sonra Hanna’nın beklediğinin aksine kızı bırakmak yerine omzunda hoplatıp iyice yerleştirdi. “Nasıl, lezzetli miyim bari?”

Luhan, saçmalamayı kes ve indir beni!” diye ciyakladı Hanna sonunda, Luhan’ın daha çok gülmesine neden olarak. Luhan’ın pes edecekmiş gibi bir hali yoktu aslında; ama gökyüzünden gelen ilahi gürültüyle Luhan Hanna’yı yavaşça kollarının arasından yere kaydırdı. Hanna ona bakınca Luhan’ın ağaçların arasından gökyüzüne bakmakta olduğunu gördü.

“Geri dönmeliyiz.” Dedi Luhan, neşesi tamamen kaçmıştı.

“Hava harikaydı, ne oldu şimdi?” diye söylendi Hanna, sesinin normal çıkmasına çalışarak. Aslında Luhan onu kendine öyle sıkı bastırıyordu ki kalbi kendini dörtnala çayır aşağı salmıştı, yanakları da kızarmaya başlamıştı bile. Bir an sonra yeniden öfkeli bir gök gürültüsü gelince Luhan onu bırakıp elini avucuna aldı, sıkıca kavradı.

“Bir an önce dönmeliyiz, gel.” Dedi, evin olduğu tarafa doğru hızla yürüyerek.

“Çalılar?” dedi Hanna, onun hızına yetişmeye çalışarak. Tökezlemeye başlıyordu.

“Onları boş ver, nasılsa bu havada dışarıda yemek yapamayız.” Dedi Luhan, ilk damla yaprakların arasından burnuna düşünce sağa sola bakındı. “Kahretsin.”

Hanna arkasında tökezleyerek bacaklarının hız limitini zorlarken Luhan yön değiştirdi. Bir süre Hanna onu takip etmeyi başardı; ama sonra bir daha tökezleyip düşmemek için Luhan’ın koluna tutunmak zorunda kalınca Luhan durup ona döndü.

“Özür dilerim, fırtına yaklaşınca telaşlandım. İyi misin?” dedi çocuk, endişeyle. Hanna başını salladı.

“Bir an önce gidelim, dert değil.” Dedi; ama maraton koşmuş gibi hızlı nefesleri aynı şeyi söylemiyordu. Luhan bir süre ona baktı.

“Üzgünüm, bana biraz daha katlanman gerekecek.” Dedi ve Hanna’yı yeniden bir çığlıkla yerden kaldırdı; ama bu sefer omzuna atmak yerine bir prenses gibi kollarında taşıyordu. “Sıkı tutun.” Deyince Hanna sanki hayatı buna bağlıymış gibi Luhan’ın boynuna sarıldı, tutunup kollarında küçüldü, başını eğdi ve bacaklarını topladı. Bir saniye sonra Luhan, hızlanmaya başlayan yağmurun altında son sürat koşmaya başlamıştı.

Burnuna ilk yağmur damlası değdiğinde Rian havanın kapandığının farkında bile değildi. Normal olan da buydu zaten; üzerine hala güneş vurmasına rağmen yaklaşan fırtına bulutlarının döktüğü serpintiydi burnuna düşen şey. Doğrulup yaklaşan bulutlara baktı, onunla beraber Lay de kalktı ve yüzünü silerek etrafa baktı.

“Luhan…” diye mırıldandığını duydu Rian gencin, sonra Lay oturduğu yerden çabucak kalkıp Rian’ı kollarına alarak ayaklandı. Rian bu kucakta taşınma işine o kadar alışmıştı ki artık şaşırmıyordu bile; sadece kollarını Lay’e dolayıp hafifçe kızarmakla yetiniyordu. Lay, satranç masasının etrafına toplanmış arkadaşlarının yanına gitti. “Millet, fırtına var.”

“Ne? Ama hava… yuh!” dedi Chanyeol, fırtına bulutlarını sonunda fark ettiğinde.

“Beyler, bu maça sonra devam etsek iyi olacak.” Dedi Baekhyun, kısılmış gözleri bulutlarda. Kris ve Tao satranç taşlarını toplayıp mermer masanın altındaki çekmeceye doldurdular; Sehun bile telaşla ayağa kalkıp yanlarına gelmişti.

“Ya Hanna?” diye sordu Baekhee. Voleybol oynayanlar toplarını almış içeri gidiyorlardı, diğer herkes de birazdan girecekti; ama Luhan ve Hanna ortada yoktu.

“Onun yanında Luhan var, endişelenmen gerekmiyor.” Dedi Kai büyük bir özgüvenle ve kolundan tutup kızı kaldırdı. Yüzündeyse sesiyle hiç uyuşmayan oldukça endişeli bir ifade vardı. İçinde ışıklar patlayan, gürültülü, öfkeli ve hızla yaklaşan bulutlardan gözlerini ayırıp Baekhee’ye baktı. “Sen kendin için endişelen ve fırtına gelmeden acele et.”

İçeri taşınabilecek her şeyi yanlarında alarak içeri girdiler; ama bahçeden kapıya kadar olan kısa yolu giderken bile yağmur üç katı hıza çıkmış, geriden gelen herkesi ıslatmıştı. Baekhee, Sekyung’un yanında dikilip pencereden dışarı baktı. Yağmur birden bastırmıştı, hiçbir şey yokken öylece gelivermişti. Üstelik şimdi o kadar hızlanmıştı ki salon camına vuran damlalardan bahçeyi zor görüyorlardı.

“Hanna gerçekten iyi olacak mı bu fırtınada?” dedi Baekhee endişeyle.

“Hala gelemediler.” Dedi Sekyung, Baekhee’ninkiyle yarışan bir endişeyle.

“Kış bahçesine gitmişlerdir.” Dedi hemen yanlarında dikilen Sehun. Baekhee dönüp ona baktı, Sehun pencereden dışarıyı izliyordu ve kızlarınkine benzer bir endişe seviyesindeydi.

“Emin misin?” dedi Baekhee. Chen Sekyung’un yanında dikildiği yerden müdahale etti.

“Tabii ki emin. Luhan’ı ondan daha iyi tanıyan kimse yok.” Dedi, özgüven patlaması bir sesle. Herkes endişeliyken birilerinin sakin kalması gerekiyordu tabii. Sehun bunun üzerine dönüp direk Baekhee’nin gözlerine baktı.

“Ve ben Luhan’ı tanıyorsam, fırtına dinene kadar orada gizlenecektir.” 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder