25 Temmuz 2014 Cuma

Başlangıç - 7

– 7 –

“İçeri geç, çabuk ol.” Diyerek yanındaki sırılsıklam olmuş kızı cam kapıdan içeri doğru ittirdi Luhan. Sonra arkalarından kapıyı kapatarak üzerinden sular süzülen saçlarını salladı. Hanna da içeride yüzünü silerek en azından gözlerini açabilecek kadar kurumasını sağlamaya çalışıyordu. Kahvaltıdan sonra Sekyung’un, gözlerini yaktığı gerekçesiyle, zorla üzerlerindeki elbiseleri modifiye ettirmesine minnettardı şimdi. Kıyafetlerdeki bütün fazlalıkları mutfak makasıyla kesmişti Sekyung; fırfırlar da, yerlere kadar uzanan etek de artık yoktu. Neyse ki yoktu; olsa Hanna ayağına dolanan ıslak kumaş parçalarıyla hayatta yürüyemezdi. Şimdi bile dizlerinden biraz yukarıda biten yırtık kumaş bacaklarına dolanıp sıkıntı yaratıyordu.

“Böyle bir yeriniz mi vardı?” dedi Hanna şaşkınca etrafa bakarken.

“Evet; bahçenin ortalarına denk geliyor, eve yetişemeyeceğimizi anladığımda buraya gelmenin daha mantıklı olacağını düşündüm.” Diye açıkladı Luhan, iç çekip çiçeklerin arasındaki taş döşenmiş dar patikaya oturarak. Hanna şaşkınca çocuğu izledi. Luhan ona tek kaşını kaldırdı. “Ne? Yağmur bitene kadar buradayız, rahatla.”


“Evet, anlıyorum, tabi.” Dedi Hanna, yağmurun şiddetinden parçalanacakmış gibi sesler çıkaran tavan camlarına güvensiz gözlerle bakarak. Luhan’sa bu arada patikaya boylu boyunca uzanmıştı. “Şey, sen buranın fırtınanın sonuna kadar dayanacağına emin misin?”

“Bu fırtınada olabileceğin en iyi ikinci yer burası, en azından dışarıda olmaktan daha iyi.” Dedi Luhan, cam tavanı izleyerek.

“Sorduğum şey tam olarak bu sayılmazdı.” Diye iç çekti ve kendini yere attı Hanna, soğuk sonunda ıslak kıyafetlerinin üzerinden bedenine işlemeye başladığında. En azından olduğu yerde büzüşerek yüzey alanını küçültürse daha az üşüyeceğini düşünüyordu, teknik olarak böyle olmalıydı. Oturduğu yerde üzerindeki elbisenin suyunu mümkün olduğunca sıkmaya başladı.

“Camlar kalın, çerçeveler metal ve bahçenin yanında bir-” sözü korkunç bir ışık ve kulakları sağır eden bir patlama sesiyle bölündü Luhan’ın. Hanna olduğu yerde daha da büzüşüp gözlerini kapattı ve ellerini kulaklarına bastırdı. Ciğerlerinin izin verdiği en tiz ve yüksek çığlığı atmasına rağmen sanki hiç ses çıkarmamış gibi bastırmıştı patlama sesi kızın çığlığını. Her şey bittiğindeyse camları döven yağmurun gürültüsü sadece tatlı bir mırıltı gibi gelmeye başlamıştı. Bıkkın bir yüzle kulağını ovuşturan Luhan, ortalık sakinleştiğinde cümlesini tamamladı: “-paratoner var.”

“Bunu şimdi mi söylüyorsun?!” dedi Hanna tiz bir sesle, dehşet içinde.

“Söylemeye çalışıyordum; ama o kendini göstererek seninle tanışmayı tercih etti.” Dedi Luhan. Hanna korku dolu gözlerini kapattı ve dizlerini karnına çekti, kollarını dizlerinin etrafına dolayıp başını da arada kalan boş alana gömdü.

“Bu rezil bir şey.” Diye inledi kız.

“Neden dışarıda olmak istemeyeceğini anlamışsındır, sanırım.” Dedi Luhan. Kız, görüp görmemesine aldırmadan Luhan’a onaylayarak başını salladı. Luhan devam etti. Gözlerini devirip her şey dışarıda olmaktan iyidir diyecek kadar bile iyi hissetmiyordu kendini.  “Hemen yanımıza bir yıldırım düştü ve cam hala sağlam;  bence ona güvenmeye başlayabilirsin. Olabileceğimiz en iyi ikinci yerdeyiz.”

“Evet…” diye inler gibi mırıldandı sadece Hanna. Fırtınalardan özel olarak korkmazdı; ama tam tepesinde bir yıldırım patlayınca haliyle insan sarsılıyordu. Luhan iç çekip kalktı ve büzüşüp top haline gelmiş kızın hemen arkasına oturdu, bacaklarını kızın iki yanından uzattı ve kollarını inceden titremekte olan narin bedenine doladı. Hanna şaşkınlıkla başını biraz kaldırınca kıza, göremeyeceğini bilmesine rağmen, yumuşakça gülümsedi ve onu biraz daha kendine çekti.

“Titriyorsun.” Dedi Luhan, sessizce.

“Suya düşmüş bir sıçandan daha ıslağım.” Dedi Hanna. İğneli sözlerinin aksine sesi savunmasızdı. Luhan eğilip vücudunu top haline gelmiş kızı çok büyük ve canlı bir yorgan gibi sardı, elleriyle de kızın kollarını ovmaya başladı. İkisi de sırılsıklamdı ve bundan kaçış yoktu. Yanlarında yedek kıyafetler ve havlular yoktu. Üzerlerini çıkarıp kıyafetleri kurutmak gibi bir seçenekleri yoktu. Kış bahçesinde çalışan bir ısıtma sistemi yoktu, yukarıdan vuran bir güneş zaten yoktu. Luhan da Hanna kadar ıslak olmasına rağmen sıcacıktı ve kızın aksine, hiçbir üşüme emaresi göstermiyordu. Biraz daha ıslak ve soğuk kalırsa Hanna donabileceğini düşünürken bu sıcaklık öyle çekiciydi ki kız şikayet etmeye ya da ne yaptığını sormaya yeltenmedi bile. Sadece biraz ısındıktan sonra rahatlayarak nefes verip kaynağa daha da sokuldu. “Teşekkür ederim.”

“Artık titremiyorsun.” Dedi Luhan muzip bir sesle. Galiba bu onun Hanna’nın teşekkürünü kabul etme şekliydi. Hanna sabahki muhabbeti hatırlayarak güldü.

“Prensim sağ olsun.”

“Lordluktan prensliğe terfi ettim, ne hoş.” Dedi Luhan, sesindeki sırıtış oldukça barizdi.

“Uslu bir çocuk olursan seni kral bile yapabilirim.” Dedi Hanna gülerek.

“Evlenmeden kral olamazsın ki? Hanna, benimle evlenmelisin!” dedi Luhan.

“Bütün diyarın kraliçesi olma fırsatını asla kaçıramam, düğün ne zaman?” diye sırıttı Hanna. Luhan güldü; bu çok tatlı bir sesti.

“Bütün diyardan kastettiğin şeyin hepi topu bu kış bahçesi olduğunu biliyorsun, değil mi?”

“Ne yani, beni kandırdın mı?!” dedi Hanna sahte bir dehşet içinde, hafifçe çırpınıyormuş gibi yaparak. Luhan’ın sıcak kollarından kurtulmaya aslında hiç niyeti yoktu. Çocuk fırın gibiydi ve öyle güzel bir duyguydu ki bu, Hanna neredeyse çıkan fırtınaya teşekkür edecekti.

Evde de Sekyung benzer duygular yaşıyordu. Sehun Hanna’yla Luhan’ın kış evinde ve güvende olduğuna öyle emindi ki korkunç yıldırım düştüğünde bile kimsenin paniklememesini sağlamıştı. Tabii bunda bahçenin yakınlarındaki paratonerin varlığını hatırlatarak herkesi yıldırımın iki arkadaşlarının kafasına düşmediğine ikna eden Baekhyun’un rolü de büyüktü. Şimdiyse herkes fırtınalı günlerde ne yapılırsa onu yaparak yağmurun dinmesini bekliyordu. Chen bu fırtınaların böyle ani ve kuvvetle gelip çabucak dağıldığını söylemişti. Bu kimseyi anın keyfini çıkarmaktan alıkoymuyordu anlaşılan.

Rian, koltukta oturmuş Baekhyun, Tao ve Kris’in yarım kalmış maçlarını yeniden yapmalarını izliyordu. Chenyeol yine taraftarlık yapıyor, Suho yine hakemlik yapmaya çalışıyordu. Sehun eline bir kupa sıcak çay almış pencereden dışarıyı dalgınca izliyordu, diğer herkes de ortadan kaybolmuştu; oyun oynamakla ilgili bir şeyler söylüyorlardı. Hiçbir aktiviteye katılmak istemeyince Sekyung’un yanında bir tek Chen kalmıştı; şimdi de Sehun’un karşısındaki koltukta oturmuş ikisi de yağmuru izliyorlardı. Sekyung üşüyünce Chen polar ve fazlasıyla yumuşak bir battaniye getirip onun etrafına dolamıştı, battaniyenin üzerine de kollarını dolamıştı. Sekyung'un kolu ve sırtı Chen'in göğsüne yaslanmıştı ve bu sayede gerçekten normalde ısınacağından çok daha hızlı ısınıyordu; üstelik, asla itiraf etmeyecek olsa bile, gencin tarçınlı sıcak çikolata kokusu bu yağmurda fazlasıyla sıcak, güvenli ve rahatlatıcıydı. Bir süre sonra Sehun sanki onu azarlamışlar gibi iç çekti ve cebinden bir çift kulaklık çıkardı.

“Tamam, sizi duyamam, devam edin, önemli değil.” Dedi yumuşak hamurumsu kulaklıkları parmaklarının arasında yuvarlarken. Onları sıkıca kulaklarına yerşeltirdikten sonra da ikilinin şaşkın bakışları altında kulaklığı yerine takıp çayını yudumlayarak pencereden dışarıyı izlemeye devam etti. Sekyung şüpheyle Chen’e döndü.

“Kaş göz etmedin, değil mi?” dedi, gözlerini kısarak. Chen başını iki yana salladı.

“Nesi olduğu hakkında hiçbir fikrim yok; sen kötü kötü bakmadığına emin misin?”

“Ben kötü bakmam!” dedi Sekyung, alınmış gibi yaparak. Chen muzipçe güldü.

“Evet, hülyalı bakma konusunda çok daha başarılı olduğunu söyleyebilirim.” Dedi, gözlerini pencereden dışarı dikerek. Sekyung yanaklarının kızardığını hissetti.

“Hülyalı mı? Ne zaman hülyalı baktığımı gördün ki sen benim?” dedi hemen.

“Hani gece ilk uyandığında… ya da sen ne zaman uyandın bilmiyorum da beni uyandırdığında. Sahi, ben uyandığımda sen ne zamandır beni izliyordun?” dedi Chen, göz ucuyla Sekyung’a bakarak. Yüzünde Sekyung’u gıcık ettiği kadar yanaklarının daha çok kızarmasına da sebep olan yarım bir gülüş dolaşıyordu.

“Seni izlemiyordum! Kim olduğunu anlamaya çalışıyordum ve daha yeni uyanmıştım.” Dedi Sekyung, pencereden dışarı dönüp somurtmaya çalışarak. Hayır, kesinlikle ilk uyandığında gerçekten ölüp cennete gitmiş olabileceğini düşünmemişti. Tepesinde uyuklayan yabancının ne kadar büyülü göründüğüyle ilgili tek bir düşünce bile geçmemişti kafasından. Ay ışığı altında Chen’i kesinlikle gerekliğinden fazla izlememişti ve ona uzandığında amacı kesinlikle saçlarına dokunmak değil onu uyandırmaktı. Bunların hiçbirini asla kabul etmeyecekti. Chen’den çıkan “hıı…” sesi de zaten hiç bunları yiyormuş gibi gelmiyordu kulağa.

“Tabi, üzgünüm, kesin ben yanlış görmüşümdür.” Dedi Chen mırıl mırıl, oldukça eğlenerek. “Neyse en azından yanında ben vardım kalktığında. Nerede olduğunu bilmeden uyanmak kötü olurdu.”

“Evet, sana da teşekkür etmedim hiç.” Dedi Sekyung, kucağına bakarak. Aslında Chen’in amacı teşekkür ettirmek falan değildi; ama kıza kabalık yapmak istemedi… sadece bir an için.

“Evet, hem iki kere kurtardım seni.” Dedi Chen, başını hafifçe sallayarak.

“İki kere mi? İkincisi ne zaman?” diye Chen’e döndü Sekyung, kafası karışık, dönüp ona bakarak.

“Ahh evet, o sırada sen baygındın.” Dedi Chen, yeni hatırlamış gibi. Sekyung’un kaşları sorarcasına çatıldı. Chen umursamazca omuz silkti. “Baygınken ateşin vardı, ilaç vermeyi beceremediler. Ben de müdahale ettim, o kadar yani.”

“Sen, müdahale…” diye mırıldandı Sekyung. Aklından geçen sahneler (Chen’in buzdolabından Lay’in unuttuğu bir kutu fitil çıkardığı bir tane gibi) çok da hoş değildi. “Tam olarak ne yaptın, acaba?”

“Yani, ilacı aldım, suyu da aldım, seni de aldım, ağızdan ağza…” diye geveledi ağzında Chen, çok normal bir şeymiş gibi göstermeye çalışarak; ama o daha bitiremeden Sekyung’un gözleri ardına kadar açılmış, yüzü domatese dönmeye başlamıştı.

SEN NE YAPTIN?!” dedi, hızla Chen'i itip polar battaniyeyi üzerinden atarak ayağa fırladı. Chen anında oturduğu yerde büzüşüp ayaklarıyla kollarını kaldırarak savunma pozisyonuna geçmişti.

“Uygulamalı da gösterebilirim istersen.” Diye pis pis sırıttı, Sekyung’un şiddetli tepkisine rağmen - hatta belki de tam olarak Sekyung böyle tepki verdiği için. Bu, Sekyung'un iyice keçileri kaçırmasına sebep olmuştu. Kız koltuktan bir yastık kaptı ve var gücüyle Chen’in ulaşabildiği her yerine indirmeye başladı.

“SEN- SEN- SENİ PİSLİK- SAPIK- SEN VAR YA- BEN SENİ VAR YA-” diye bağırıyordu darbeleri indirirken bir yandan da. Chen gülmeden durabilse, ayağa kalkıp tabanları yağlayacaktı; ama bir türlü duramıyordu. Neredeyse Sekyung’un kafasından dumanlar çıktığını görebiliyordu ve kızın yastıkla indirdiği darbeler, yastık yumuşak olmasına rağmen, oldukça sertti. Bir süre sonra koltuktan yuvarlanmayı başarıp kollarıyla kafasını koruyarak, kuyruğunda Sekyung’la salondan kaçtı. Kaderinin pek de iyi olacağını düşünmüyordu; ama durumdan o kadar eğleniyordu ki bunun pek umurunda olduğu söylenemezdi.

Önce alt katta güvenli bir yer bulmayı denedi Chen; bulamayınca üst kata koştu. Banyonun kapısı kilitliydi, o da odasına kaçıp yatağın üstüne atladı, yuvarlanıp arkasına indi ve siper aldı. Burnunu çıkarıp baktığında Sekyung’un sanki önünde görünmez bir engel varmış gibi yatağın diğer tarafında, elinde yastığıyla nefes nefese ve kıpkırmızı bir yüzle dikilmekte olduğunu gördü. Yatağın arkasına yeniden saklanıp gülmemek, ya da en azından ses çıkarmadan gülmek için yumruğunu ağzına tıktı. Bir sebepten, muhtemelen tepkileri bu kadar muhteşem olduğu için, Sekyung’la uğraşmak öyle eğlenceliydi ki, Chen daha önce hiç eğlenip eğlenmediğini bile merak etmişti. Sekyung’sa hiç öyle hissetmiyordu.

“Sen var ya Chen,” dedi kız biraz nefeslenince, “Sen tam bir pisliksin. Gerçek bir pisliksin sen.”

“Genelde böyle değilimdir, neden böyle oldu bilmiyorum.” Diye kıkırdadı Chen, yatağın kenarından yine burnunu uzatarak.

“Ha garezin bana yani?!” dedi Sekyung ve elindeki yastığı mükemmel bir nişancılıkla tam Chen’in kafasına fırlatmayı başardı. Darbeyi yiyen Chen’i yine bir gülme aldı.

“Sana garezim yok!” dedi Chen, artık fırlatacak bir şeyi olmadığını düşündüğünden yatağın kenarından Sekyung’a bakmaya devam ediyordu. “Sadece, kızgınken ve kızarmışken öyle güzel oluyorsun ki…”

“Ben de yedim!” dedi Sekyung, önündeki yatakta duran yastığı alıp Chen'e fırlattı. Chen’in inandığının aksine cephanesi yanında getirdiği tek yastıktan ibaret değildi. Chen çabucak eğilerek kurtuldu bu sefer.

“Ama ben ciddiyim!” dedi. Hala kıkırdıyor olduğu gerçeği, söylediklerinin inanılabilirliğini azaltıyordu tabii; ama gülmeyi kesememesi onun suçu değildi. Kafasını cesurca tekrar kaldırıp kulaklarından duman çıkan kızın ona biraz inanmasını sağlamak umuduyla direk gözlerine baktı. “Ben gerçekten ciddiyim. Çok güzelsin.”

“Korkunç olmam gerekiyor, güzel değil!” diye söylendi Sekyung, oflayarak.

“Buna yapabileceğim bir şey yok.” Dedi Chen gülümseyerek, “Ben sadece gerçekleri söylüyorum. İnanıp inanmamak sana kalmış; ama yanakların böyle kızarmışken, dağınık saçlarla… yani gerçekten, kızlara kızınca çok güzel oluyorsun, dediklerinde ben de inanmazdım. Ama oluyormuş. Sen gerçekten kızınca çok güzel oluyorsun.”

Sekyung’un yanakları, eğer böyle bir şey hala mümkünse, Chen’in sözleriyle biraz daha kızarsa da sadece bakışlarını kaçırdı. Bu sefer kızarma sebebi kanın beynine sıçraması değildi. O güzel gülüşün de, kulağa gerçekten klişe gelse de içten olduğu belli sözlerin de kalp atışlarını nasıl bir an sekteye uğratıp sonrasında fırtına gibi hızlandırdığını kabullenmek istemiyordu. Sanki bunu yaparsa bir çeşit iddiayı kaybedecekti. O kaybetmezdi, seçim onunsa asla. Dudakları şımarık bir çocuk gibi büzüldü, sonra Sekyung oflayarak pes etti. Tamam, belki de hissettiklerini kabullenmeyecekti; ama artık Chen'e kızmaya devam edemediğini kabullenmek zorundaydı en azından.

“Çok kötüsün.” Diye homurdandı çocuk gibi, Chen dışında her yere bakarak.

“Ne yaptım ki? Birkaç kere sana fazlasıyla yardımcı olmuş olmak dışında hiçbir şey yapmadım ki ben?” dedi Chen, sesinin mümkün olduğunca sevimli çıkmasına çabalayarak.

“Çok gıcıksın. Daha sana çektirecektim ben, daha seni dövmem lazımdı.” Dedi Sekyung tekrar çocukça oflayarak. Chen hafifçe kıkırdadı ve güvende olduğunu anlayarak yatağın arkasından biraz daha çıkıp kollarını yatağa koydu, çenesini de kollarına dayadı.

“Onun yerine ben sana bir macchiato yapsam?” dedi Chen, başını hafifçe yana eğip gülümseyerek. Kahve lafı geçtiğinde Sekyung göz ucuyla dönüp Chen’e baktı; ama baktığı anda pişman oldu. Darmadağın olmuş bal rengi bukleleri gözlerine dökülmüştü, gözlerinde tatlı bir ışıltı vardı ve yüzündeki gülümseme hayır denemeyecek cinstendi. Hayır, Sekyung’un kalbi kulaklarında atmaya kesinlikle başlamamıştı. Kesinlikle hayır.

“Bol kremalı.” Dedi Sekyung. Öyle çıkmasını istememişti; ama sesi mızıldanan bir çocuk gibi çıkmıştı.

“Bolca gerçek krema, karamel ve tarçın; biraz da özel Chen ustalığı. Ne dersin?” dedi Chen. Bir süredir kahve içmemiş bir tiryaki için hayır denemeyecek bir teklifti. Sekyung iç çekip gözlerini kapattı.

“Gerçekten güzel olsa iyi olur.” 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder