25 Temmuz 2014 Cuma

Başlangıç - 8

– 8 –

Chen’i kahve yaparken izlemek, televizyonda Biscolata reklamı izlemekten daha eğlenceliydi, en azından Sekyung için. Bir süredir mutfakta gerçek bir baristanın pratikliğiyle çeşit çeşit kahve hazırlamakla meşguldü Chen; çünkü onun mutfağa gittiğini gören Suho ondan kahve istemişti. Sonra diğer herkes de sipariş listesine eklenmişti. Chen’in kahve yapması sık görülen bir şey değildi; ama değerli bir şeydi anlaşılan. Diğer herkesin siparişinden önce Sekyung’unkini yaptığı için şu anda yarısına kadar içtiği ve hala tadını çıkarmak için yavaş yavaş yudumladığı macchiato da neden böyle olduğunu gayet iyi açıklıyordu.

Chen kahveyi üzerinde gösterişli bir kanatlı kalp, tarçından ışıltılar ve kremadan bir ok süslemesiyle sunmuştu ve Sekyung’un sadece bu süslemeyi bozabilmesi için bile kendini bunun sadece macchiato köpüğü olduğuna ikna etmesi gerekmişti. Bardaktan yayılan koku ve içindeki kahve demeye bin şahit isteyen cennetten çıkma sıvının tadıysa gerçekten anlatılmaz, yaşanırdı. Macchiatonun kokusu tek başına Sekyung’u gülümsetmeye yetiyordu, tadıysa damağına mükemmel bir biçimde yayılıp harika bir his bırakıyordu. Her yudumu sıvı ipek gibi akıp gidiyordu ve Sekyung hayatında böyle bir kahve içtiğini hiç hatırlamıyordu, üstelik kahve dükkanları uğrak mekanlarıydı.


“Bunu nereden öğrendin?” dedi Sekyung, Chen hazırladığı bir soğuk kahve bardağının üzerine krema sıkarken.

“Neyi?” dedi Chen dalgınca. Bardağı alıp mutfaktan çıktı, sahibine verdi ve çabucak geri döndü. Hazırlaması gereken daha bir americano ve bir vanilyalı cappucino vardı.

“Böyle kahve yapmayı.” Dedi Sekyung, Chen geri gelip yeniden işe koyulduğunda. Etrafında bir sürü süt kutusu, cezveler, kağıt filtreler ve benzeri şeyler yığılıydı; Chen bunların arasından hiç düşünmeden aradığını bulabiliyor gibiydi. “Bir kahve makinen bile yok ve sen böyle şeyler yapabiliyorsun.”

“Kahve makinesi mi?” diye güldü Chen dalga geçer gibi. “O şeyler icat edilmeden önce de insanlar kahve içiyorlardı, üstelik hepsini de telveli, acı ya da zehir gibi içmiyorlardı. Basit şeylerde lezzeti yakalamak aslında düşündüğünden daha kolaydır.”

“Gerçek bir kahve ustası gibi konuştun.” Diye güldü Sekyung.

“Öyleyim.” Dedi Chen. Kendini över gibi bir hali yoktu; yaptığı işe odaklanmıştı. Övünmüyordu, hayran olunmayı beklemiyordu; sadece sevdiği, bildiği ve yapabildiği şeyle gurur duyuyordu, hepsi buydu. “Kahveyi severim, her türlüsünü. Çekirdeğinden kremaya sadece koklatılmış haline kadar her türlüsünü denedim. Her türlüsünü kendim nasıl seviyorsam öyle yaparım ve sadece burnuma güvenirim. Şimdiye kadar beni hiç yanıltmadı.”

“Sadece koklayarak mı ayarlıyorsun her şeyini?” dedi Sekyung şaşkınca.

“Şöyle diyelim,  o kadar çok yaptım ki artık kokusundan tadının nasıl olacağını tahmin edebiliyorum. Bir de, biraz hassas bir burnum olduğunu inkar edemeyeceğim.” Diye kıkırdadı Chen.

“Vaay…” diye yavaşça başını salladı Sekyung. “Yani, gerçekten böyle kahvelerin modern aletler olmadan yapılabileceğini düşünmezdim.”

“Çok da zor olmadığını söylemiş olabilirim; ama modern aletler olmadan da o kadar kolay olsa zaten bu kadar nadir yapmıyor olurdum. Zahmetli olduğu için uğraşasım gelmiyor genelde; ama yapmaya başlarsam da zevkle yapıyorum.” Diye açıkladı Chen, Sekyung’u bir kere daha kendine hayran bırakarak. Sekyung iyi yapılmış kahveyi severdi, iyi kahve yapabilen insanlara saygı duyardı ve maharetle yapılmış güzel bir kahvenin kıymetini iyi bilirdi. Sekyung’un hayran olduğu insan tipinden biri, sırf bu sebepten, baristalardı. Yani, önceden öyle değildiyse bile şimdi öyleydi en azından.

“Beni her sinir ettiğinde kahve yapacaksan sana daha sık öldürmeden katlanabilirim.” Dedi Sekyung. Chen suyu dökmemek için elindeki cezveyi bırakıp güldü, sonra başını iki yana sallayarak işine devam etti.

“Seni her sinir ettiğimde kahve yapacaksam hayatımı bu orduya kahve yaparak geçirmem gerekir.”

“Sadece bana yapsan?” dedi Sekyung, başını hafifçe yana yatırarak.

“Bak bu iyi bir fikir; istersen seni sinir ettiğim için bile değil, sadece sen istediğin için yaparım. Ama bir şekilde bunu diğerlerinden saklamayı başarmamız lazım. Bütün ev kahve kokarken bunu nasıl yapacağız?” dedi Chen, sabırla suyun ısınmasını beklerken. Göz ucuyla Sekyung’u izliyordu.

“Bilmem, bir yolunu bulmalıyız çünkü yeni bir hayranın var.” Diye kıkırdadı Sekyung, sonra sessizleşip sadece hayran hayran izleyerek Chen’in işini yapıp bitirmesine izin verdi. Chen sürekli kahve yapsa Sekyung sürekli izleyebilirdi ve bundan hiç şikayet etmezdi.

Chen işini bitirdiğinde Sekyung’un kahvesi de bitmiş, hala devam eden fırtına da havayı erkenden neredeyse gece gibi karartmıştı. Salona gittiklerinde Baekhee ve Sehun’u yine yan yana ayakta dikilmiş pencereden dışarıyı izlerken buldular. İkisinin de elinde kahveleri vardı ve ikisinin yüzünden de bu kahvenin hakkını veremedikleri açıkça okunabiliyordu.

“Neyin var senin?” dedi Sekyung, arkadaşının yanına giderek, “Rian nerede?”

“Allah bilir.” Diye omuz silkti Baekhee, “Hala yukarıda oyun oynuyor olabilirler. Uyumuş da olabilir. Ayağına pansuman yapıyor da olabilirler, ya da Lay sadece bunu bahane olarak kullanıp onu kaçırmış da olabilir.”

“Anlıyorum…” dedi sadece Sekyung, arkadaşının her zamanki fazlasıyla çılgın kısa söylevine. “Peki senin neyin var?”

“Hanna. Onun hakkında endişeleniyorum.” Dedi Baekhee; konuşurken bir an bile gözlerini pencereden ayırmıyordu.

“Sana kış bahçesinde olduklarını daha önce de söyledim.” Diye aynı şekilde pencereden başka yere bir an bile bakmadan cevap verdi Sehun, Sekyung’dan önce.

“Ama bu seni de endişeyle burada dikilmekten alıkoymuyor.” Dedi Baekhee. Sehun’un kaşları hafiften çatıldı.

“Bu kadar uzun sürmemeliydi.” Dedi genç iç çekerek.

“Hadi ama! Bu bir fırtına, hemen de bitebilir, uzun da sürebilir.” Diye müdahale etti Chen. Sekyung onun hemen arkasında olduğunu konuşana kadar fark etmemişti bile.

“Orası kış bahçesi, bir ev değil. Camdan yapılmış, gerçek bir korunak değil.” Dedi Sehun huzursuzca.

“Orası kış bahçesi; dışarıdaki kötü hava koşullarına dayanacak şekilde yapıldı. Yağmur da hafifledi zaten, rahatlayın artık.” Dedi Chen; ama ne Baekhee, ne de Sehun yerlerinden bir santim kıpırdamışlardı. Hala gözlerini bile kırpmadan dışarıdaki zifiri karanlığa doğru yaklaşmakta olan bahçeyi izliyorlardı. Chen ve Sekyung sonunda pes edip diğerlerine katıldıktan sonra da oldukları gibi kaldılar.

Aslında Luhan ve Hanna’nın keyfi, biraz sıkılmalarının dışında, oldukça yerindeydi. Luhan ona ilk sarıldığından beri Hanna Luhan’a sığınıp sıcaklığını ödünç alarak oturuyordu. Luhan halinden hiç şikayet etmemişti, sadece Hanna’yı mümkün olan en yakın şekilde tutuyor ve sessizce duruyordu. Hanna, Luhan’ın gerçekten bir kurtadam olabileceği olasılığı üzerinde durmaya başlamıştı aslında. Çocuğun üzerinde inanılmaz su çekmiş bir örgü kazak, beyaz bir gömlekle pantolon vardı. Hanna’nın ısrarıyla ıslak kazağı çıkarıp sıkmış, bahçenin kenarındaki güllerin üzerine atarak kurumaya bırakmıştı; ama yine de üzerindeki ıslak kumaş miktarı Hanna’dan çok daha fazlaydı. Buna rağmen Luhan üşümekten çok uzaktı. Vücut sıcaklığı fırtınanın devam ettiği bir – ya d belki iki – saat içinde ikisini de sıcak tutmaya, Hanna’nın modifiye elbisesinin onun çok ıslak gömleğine değmeyen kısmını tamamen kurutmaya ve küçük kış bahçesini camları buğulandıracak kadar ısıtmaya yetmişti. Şimdi hava iyice kararmaya başladığındaysa içerisi oldukça korunaklı hissettirmeye başıyordu.

Hanna, eğer yanında Luhan varsa bir yerin güvenli olduğuna bir süredir inanıyordu. İçeride oldukları süre boyunca yanlarına bir yıldırım daha düşmüştü; ama artık çok beklenmedik olmadığı için o kadar sarsıcı bir deneyim olmamıştı bu. Tabii ki hiç bırakmadan onun etrafına dolanmış kalan kolların da bu durumda etkisi olduğu inkar edilemezdi. Artık tavana bakınca gökyüzünden düşen damlaları göremiyordu, buğu bunu imkansız hale getiriyordu. Damlaların sesi de eskisi kadar kuvvetli gelmiyordu artık; ama yine de yağmur ağırdı. Teknik olarak öğlen ikiden daha geç bir saat olamazdı, o kadar çok zaman geçmiş olamazdı; ama Hanna kendini bu sessizliğin içinde ağır ve uykulu hissediyordu.

Yerinde kıpırdanıp biraz kaykılınca Luhan kollarını gevşetti. Hanna, üzerine yapışmış nemli elbise soğuk bir kumaş parçasına denk gelince irkilip arkasına döndü. Luhan ona sorarcasına baktı. Gencin pantolonu o kadar su çekmediğinden çoktan neredeyse kurumuştu; ama gömlek için aynısı söylenemezdi. Hanna güllerin üzerinde duran kazağa göz attı. İkisi birden güçleri yettiğince sıkınca kazak neredeyse kupkuru olmuştu zaten, şimdiye kurumuş olmalıydı.

“Luhan, üstünü değiştirmelisin.” Dedi Hanna, çocuğa dönüp. Luhan hazırlıksız yakalanmıştı.

“Neden?” dedi şaşkınca.

“Üstündeki gömlek hala ıslak, kazağın muhtemelen kurumuştur.” Dedi Hanna. Luhan bir an gözlerini kırpıştırdı, sonra güldü.

“Gömlek de eninde sonunda kuruyacaktır. Hala üşüyorsan kazağı sen almak ister misin?” dedi; ama minnettarlık veya teşekkür yerine Hanna’nın kızgın bakışlarıyla karşılaştı.

“Böyle yapamazsın! Üşümüyor olabilirsin ama yine de kendine dikkat etmelisin, fırsatın varsa kendini zorlamamalısın. Benim elbisem neredeyse kurudu, senin gömleğine bak! Her yeri sen ısıtıyorsun zaten, beni de sen ısıtıyorsun; sen de üşümeye başlama.” Diye haşladı kız onu. Luhan’ın yüzüne bir an sonra öyle güzel bir gülümseme yayıldı ki Hanna bir an eriyeceğini düşündü. Arkasından Luhan Hanna’yı daha fazla söyletmeden oturduğu yerden kalkıp kazağını bıraktığı güllerin yanına gitti.

“Bir bayanı benim için bu kadar endişelendirmemeliyim.” Dedi Luhan ve gömleğinin düğmelerini çözmeye başladı. Hanna’ya mı öyle geliyordu, bilmiyordu; ama sanki bunu yaparken özellikle oyalanıyordu. Hanna gözlerini kaçırmaya çalıştı; ama başarılı olamadı. Luhan ona arkasını dönüp gömleği kollarından aşağı kaydırırken teninin altında gerilen kaslara transtaymış gibi öylece baktı. Onun inceliğinde birinin altından böyle bir yapının çıkmasını beklemezdiniz; ama Luhan’ın sırtı ve kollarında bir anatomi atlasını sayabilirdi Hanna. Kötü görünen bir kas miktarı değildi bu; Luhan sadece yapılıydı ama o kadar inceydi ki teninin altında bu muhteşem yapıyı saklamaya yarayan tek bir damla yağ bile olmayabilirdi. Sahip olduğu yağ damlaları sadece kıvrımlarına yumuşaklık katıyordu; kazağı alıp başının üzerinden geçirirken nefis bir biçimde gerilen hiçbir şeyi gizlemiyordu.

Luhan kazağı giymeyi bitirip bir şey söylemek için ağzını açarak arkasını döndüğünd Hanna’yı ona öylece bakarken bulduğu. Aldığı nefesi aynen geri verip ağzını kapattı. Bir an kaşları düşünceyle çatıldı, hemen ardından dudaklarına yavaşça yarım bir gülümseme yerleşti.

“Beni mi izliyordun sen?” dedi Luhan yavaşça. Hanna sonunda kendine gelmişti; oturduğu yerde hafifçe doğruldu; bir an ne diyeceğini bilemeyerek gözlerini kaçırdı, sonra bir kaçış olmadığını yeniden hatırlayarak Luhan’a döndü.

“Dalmışım, ne var?” dedi kızarmış yanaklarla. Luhan’ın sırıtışı yüzünde daha da genişledi ve Hanna’ya doğru yürümeye başladı; ama bu sefer havasında farklı bir şeyler vardı, Hanna’nın tüm vücudunun gerilmesine ve Luhan’dan başka her yere bakmaya çalışmasına neden olan şeyler.

“Gerçekten beni izliyordun.” Dedi Luhan. Kısa bir gülme sesi çıkardı, sonra neredeyse alaycı bir sesle sordu, “Gördüğünü beğendin mi bari?”

“Ö-özür dilerim.” Diyebildi sadece Hanna, onun alaycılığına karşı, buğulanmış camda çok ilginç bir şey varmış gibi davranarak. Kendini o buğuda boğma isteği Luhan yaklaştıkça kuvvetleniyordu; ama Luhan böyle devam ederse zaten Hanna kendi kendine, hiçbir şey yapmasına gerek kalmadan boğulacaktı.

“Özür dile diye söylememiştim, sadece…” derken Luhan’ın sesi oldukça yakındı, bir an sonra Hanna yüzünde Luhan’ın ince parmaklarını hissetti; ona bakması için Hanna’yı yönlendiriyorlardı. Gergin bir biçimde dönüp baktığında Luhan’ın hemen karşısında diz çökmüş olduğunu gördü. Göz kapakları tembel bir biçimde alçaktı, dudakları aralıktı ve az önceki yarım gülüş hala yüzünde dalgalanıyordu. “Gördüğünü beğendin mi, diye sormuştum.”

Hanna kendini araba farına yakalanmış bir geyik gibi hissediyordu. Ne Luhan’ı itebiliyordu, ne kaçabiliyordu, ne de dalga geçerek veya eşlik ederek durumu savuşturabiliyordu. Sadece, makul bir mesafede durmasına rağmen hemen önündeymiş gibi gelen yüze bakabiliyordu ve zekice hiçbir şey düşünemiyordu. Sonunda zayıf bir sesle verdiği cevap da zaten böyle bir beyin erimesinin ürünüydü: “E-evet…”

Luhan bu cevapla tatmin olmuş gibi biraz daha geniş gülümseyip parmaklarını Hanna’nın yüzünden uzaklaştırdı ve ayağa kalktı. Hanna o uzaklaşmaya başladığında kalbinin yeniden atmaya başladığını hissetti; bu sefer çılgın gibi atıyordu ve bütün vücudunda her bir çılgın atımı hissedebiliyordu Hanna. Luhan kazağının kollarını dirseklerinin üstüne kadar sıyırdı, elindeki ıslak gömleği aynı yüz ifadesiyle sıktı (bir insan çamaşır sıkarken nasıl çekici görünebilirdi, gerçekten?!) ve bakışlarını Hanna’dan uzak tutarak konuştu.

“Farkında mısın bilmiyorum, ama ben en azından genel olarak beni izlediğinin farkındayım.” Dedi Luhan. Hanna kızararak dudağını ısırdı ve cevapsız kaldı. Buna nasıl cevap verilebilirdi? Hayır, izlemiyorum, dese yalan olurdu; daha az önce gözlerini dikip büyülenmiş gibi çocuğun sırtını izliyordu. Evet izliyorum, dese o da ayrı bir dertti; neden izliyorum, sorusu geliyordu çünkü sonra. Luhan Hanna’nın kızarmış yanaklarına bir göz attı ve yeniden güllerin yanına gidip gömleği uygun bir biçimde serdi.

“Biliyor musun, bu fırtına bitene kadar bizi aramaya kimse gelmeyecek.” Dedi Luhan sonunda, havadan sudan konuşur gibi, “Benim buraya saklanacağımı biliyorlardır, senin de benimle olduğunu.”

“Yaa, fırtına bitince döneceğiz, zaten.” Dedi Hanna, normalden daha tiz bir sesle, bu kadar bariz olduğu için içinden kendine küfrederek.

“Evet, fırtına da geceye kadar sürecek gibi görünüyor.” Dedi Luhan, ellerini beline koyup buğulu tavana bakarak. Sonra bahçedeki bitkiler ve yapraklarıyla ilgilenerek dar patikada dolaştı.

“Hep böyle uzun mu sürer?” dedi Hanna, konuyu dağıtmak amacıyla. Luhan omuz silkti.

“Bazen sadece bir saat sürüp geçer, bazen de böyle uzun sürer.” Dedi umursamazca, sonra bitkilerin seyrek olduğu bir yerden yaprakların arasından Hanna’ya baktı. “Bu seferki senin şanssızlığın. Fırtınaya benimle dışarıda yakalanmak da senin şanssızlığın, burada kapalı kalmak da. Pek şikayet ediyor gibi bir halin yok, ama...”

Aslına bakılırsa Hanna halinden hiç şikayet etmiyordu gerçekten. Ama bunu nasıl söyleyebilirdi ki? Hepi topu ne kadar zamandır tanıyordu bu genci? Ne kadar zamandır yakındı, ne kadar zamandır arkadaştı ki bunu söyleyebilecekti? Üstelik ortamda böyle bir hava varken Luhan’ın bu sözlerini yanlış anlamaması imkansızdı. Ya da belki de bu durumda doğru anlamaması, demek daha mantıklı olurdu; çünkü Hanna bile kalbinin atışını, dalıp gidişlerini ve kızaran yanaklarını açıklayacak başka sebep bulamıyordu.

“Oldukça iyi bir battaniyesin.” Diye kıvırdı bunun yerine. Bitkilerin öbür tarafından Luhan kıkırdadı ve  yeniden yürümeye başladı.

“Bir işe yaradığımı duymak güzel.” Dedi genç, sonra uzun, rahat adımlarla bitkilerin çevresini dolaşmayı bitirip yeniden Hanna’nın olduğu yere geldi… arkasından da uçan minik ışık topları. Bitkilerin arkasından çıkan ateşböcekleri Luhan’ı neredeyse her adımında takip ediyor, ona sanki ışık topları büyüyle yapılmış ve Luhan’ın emrindeymiş ve hatta şu anda bulundukları yer bir fantastik romanmış gibi bir hava veriyorlardı. Hanna şaşkınlıkla gözlerini kırpıştırdı.

“Bunlar nereden çıktı?” dedi, yaklaşan ışık toplarına bakarak. Luhan gelip onun önünde yeniden yere oturdu ve bağdaş kurdu.

“Burası bir kış bahçesi. Bir bahçenin sahip olabileceği neredeyse her şeye sahip; arılar ve zararlılar hariç.” Dedi Luhan, gülümseyerek.

“Böyle bir yeri yapmak hangi delinin fikriydi?” diye hafifçe güldü Hanna, kollarını dizlerinin etrafına dolayıp ateşböceklerini izleyerek.

“Ev Baekhyun’un, fikir de ondan çıktı; ama hepimiz abarttık, galiba. Ateşböceklerini ekleyen Xiumin’di. Hava karardığı zaman çıkarlar-” Dedi Luhan; ama sözü Hanna’nın yersiz gelen, oldukça güçlü hapşırığıyla bölünmüştü. Luhan konuşmayı bırakıp gülmeye başladı.

“İyi yaşa; ama anlaşılan bunun için şahsi battaniyelik görevime devam etmem gerek.”

“Eh, galiba.” Diye utangaçça güldü Hanna, Luhan yeniden ona doğru yaklaşıp onu kendine çekerken. Az önceki hava neyse ki dağılmış olsa da, beyninde dolaşan görüntüler yüzünden kalbi hala normal bir hızda atmıyordu ve hala biraz gergindi Hanna. Luhan’ın yaydığı sıcaklıkla biraz rahatlamaya çalıştı ki bu gerçekten artık hiç kolay değildi. Bir süre sonra Luhan rahatsızca kıpırdandı, Hanna geri çekilince dar patikaya boylu boyunca uzanıp kollarını açtı. Hanna bir an tereddüt etti; ama fırtına dinene kadar saatlerce sadece oturamazlardı ve eğer sıcak kalmaya devam etmek istiyorsa bir yerden sonra Luhan'la yere uzanması kaçınılmaz olacaktı. Hem Hanna yağmurda ıslanmış, üşümüş ve şimdi de hapşırıyorsa, bir an önce ısınmazsa soğuk alacağı anlamına gelirdi bu. Üstelik Luhan’ın yüzünde dünyanın en sevimli ifadesi vardı. 

Kimi kandırıyordu ki; bunlar sadece iyi birer bahaneydi. Tanışmalarından beri çok az zaman geçmiş olsa da bu Luhan denen gence yakın olmak Hanna’nın hoşuna gidiyordu.


Hanna dikkatle uzanıp Luhan’ın kollarının arasına yerleşti, o yerleşince Luhan onu yeniden kendine çekti. Hanna’nın burnu Luhan’ın artık gül kokan kazağına değiyordu, saçlarındaysa Luhan’ın nefesleri dalgalanıyordu. Kıpırdamaya bile korkarak bir süre yattı, sonra gözlerinin ağırlaştığını hissetti. Luhan’ın onun üzerinde böyle anlaşılmaz bir etkisi vardı; kalp atışları onun yüzünden tavan yapmışken yine de uyuşturucu bir etki yapıyordu. Luhan saçlarıyla oynamaya başlayınca iyice gevşedi Hanna ve gözlerinin kapanmasına izin vererek ona biraz daha sokuldu. Bir süre sonra, yağmur damlalarının artık ninni gibi gelen pıtırtılarıyla hafif bir uykuya sürüklendi. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder