– 8 –
Chen’i kahve yaparken izlemek, televizyonda Biscolata
reklamı izlemekten daha eğlenceliydi, en azından Sekyung için. Bir süredir
mutfakta gerçek bir baristanın pratikliğiyle çeşit çeşit kahve hazırlamakla
meşguldü Chen; çünkü onun mutfağa gittiğini gören Suho ondan kahve istemişti.
Sonra diğer herkes de sipariş listesine eklenmişti. Chen’in kahve yapması sık
görülen bir şey değildi; ama değerli bir şeydi anlaşılan. Diğer herkesin
siparişinden önce Sekyung’unkini yaptığı için şu anda yarısına kadar içtiği ve
hala tadını çıkarmak için yavaş yavaş yudumladığı macchiato da neden böyle
olduğunu gayet iyi açıklıyordu.
Chen kahveyi üzerinde gösterişli bir kanatlı kalp, tarçından
ışıltılar ve kremadan bir ok süslemesiyle sunmuştu ve Sekyung’un sadece bu
süslemeyi bozabilmesi için bile kendini bunun sadece macchiato köpüğü olduğuna
ikna etmesi gerekmişti. Bardaktan yayılan koku ve içindeki kahve demeye bin
şahit isteyen cennetten çıkma sıvının tadıysa gerçekten anlatılmaz, yaşanırdı.
Macchiatonun kokusu tek başına Sekyung’u gülümsetmeye yetiyordu, tadıysa
damağına mükemmel bir biçimde yayılıp harika bir his bırakıyordu. Her yudumu
sıvı ipek gibi akıp gidiyordu ve Sekyung hayatında böyle bir kahve içtiğini hiç
hatırlamıyordu, üstelik kahve dükkanları uğrak mekanlarıydı.
“Bunu nereden öğrendin?” dedi Sekyung, Chen hazırladığı bir soğuk kahve bardağının üzerine krema sıkarken.
“Neyi?” dedi Chen dalgınca. Bardağı alıp mutfaktan çıktı,
sahibine verdi ve çabucak geri döndü. Hazırlaması gereken daha bir americano ve
bir vanilyalı cappucino vardı.
“Böyle kahve yapmayı.” Dedi Sekyung, Chen geri gelip yeniden
işe koyulduğunda. Etrafında bir sürü süt kutusu, cezveler, kağıt filtreler ve
benzeri şeyler yığılıydı; Chen bunların arasından hiç düşünmeden aradığını
bulabiliyor gibiydi. “Bir kahve makinen bile yok ve sen böyle şeyler
yapabiliyorsun.”
“Kahve makinesi mi?” diye güldü Chen dalga geçer gibi. “O
şeyler icat edilmeden önce de insanlar kahve içiyorlardı, üstelik hepsini de
telveli, acı ya da zehir gibi içmiyorlardı. Basit şeylerde lezzeti yakalamak
aslında düşündüğünden daha kolaydır.”
“Gerçek bir kahve ustası gibi konuştun.” Diye güldü Sekyung.
“Öyleyim.” Dedi Chen. Kendini över gibi bir hali yoktu;
yaptığı işe odaklanmıştı. Övünmüyordu, hayran olunmayı beklemiyordu; sadece sevdiği,
bildiği ve yapabildiği şeyle gurur duyuyordu, hepsi buydu. “Kahveyi severim,
her türlüsünü. Çekirdeğinden kremaya sadece koklatılmış haline kadar her
türlüsünü denedim. Her türlüsünü kendim nasıl seviyorsam öyle yaparım ve sadece
burnuma güvenirim. Şimdiye kadar beni hiç yanıltmadı.”
“Sadece koklayarak mı ayarlıyorsun her şeyini?” dedi Sekyung
şaşkınca.
“Şöyle diyelim, o
kadar çok yaptım ki artık kokusundan tadının nasıl olacağını tahmin
edebiliyorum. Bir de, biraz hassas bir burnum olduğunu inkar edemeyeceğim.”
Diye kıkırdadı Chen.
“Vaay…” diye yavaşça başını salladı Sekyung. “Yani,
gerçekten böyle kahvelerin modern aletler olmadan yapılabileceğini
düşünmezdim.”
“Çok da zor olmadığını söylemiş olabilirim; ama modern
aletler olmadan da o kadar kolay olsa zaten bu kadar nadir yapmıyor olurdum.
Zahmetli olduğu için uğraşasım gelmiyor genelde; ama yapmaya başlarsam da
zevkle yapıyorum.” Diye açıkladı Chen, Sekyung’u bir kere daha kendine hayran
bırakarak. Sekyung iyi yapılmış kahveyi severdi, iyi kahve yapabilen insanlara
saygı duyardı ve maharetle yapılmış güzel bir kahvenin kıymetini iyi bilirdi.
Sekyung’un hayran olduğu insan tipinden biri, sırf bu sebepten, baristalardı. Yani,
önceden öyle değildiyse bile şimdi öyleydi en azından.
“Beni her sinir ettiğinde kahve yapacaksan sana daha sık
öldürmeden katlanabilirim.” Dedi Sekyung. Chen suyu dökmemek için elindeki
cezveyi bırakıp güldü, sonra başını iki yana sallayarak işine devam etti.
“Seni her sinir ettiğimde kahve yapacaksam hayatımı bu
orduya kahve yaparak geçirmem gerekir.”
“Sadece bana yapsan?” dedi Sekyung, başını hafifçe yana
yatırarak.
“Bak bu iyi bir fikir; istersen seni sinir ettiğim için bile
değil, sadece sen istediğin için yaparım. Ama bir şekilde bunu diğerlerinden
saklamayı başarmamız lazım. Bütün ev kahve kokarken bunu nasıl yapacağız?” dedi
Chen, sabırla suyun ısınmasını beklerken. Göz ucuyla Sekyung’u izliyordu.
“Bilmem, bir yolunu bulmalıyız çünkü yeni bir hayranın var.”
Diye kıkırdadı Sekyung, sonra sessizleşip sadece hayran hayran izleyerek
Chen’in işini yapıp bitirmesine izin verdi. Chen sürekli kahve yapsa Sekyung
sürekli izleyebilirdi ve bundan hiç şikayet etmezdi.
Chen işini bitirdiğinde Sekyung’un kahvesi de bitmiş, hala
devam eden fırtına da havayı erkenden neredeyse gece gibi karartmıştı. Salona
gittiklerinde Baekhee ve Sehun’u yine yan yana ayakta dikilmiş pencereden
dışarıyı izlerken buldular. İkisinin de elinde kahveleri vardı ve ikisinin
yüzünden de bu kahvenin hakkını veremedikleri açıkça okunabiliyordu.
“Neyin var senin?” dedi Sekyung, arkadaşının yanına giderek,
“Rian nerede?”
“Allah bilir.” Diye omuz silkti Baekhee, “Hala yukarıda oyun
oynuyor olabilirler. Uyumuş da olabilir. Ayağına pansuman yapıyor da
olabilirler, ya da Lay sadece bunu bahane olarak kullanıp onu kaçırmış da
olabilir.”
“Anlıyorum…” dedi sadece Sekyung, arkadaşının her zamanki
fazlasıyla çılgın kısa söylevine. “Peki senin neyin var?”
“Hanna. Onun hakkında endişeleniyorum.” Dedi Baekhee;
konuşurken bir an bile gözlerini pencereden ayırmıyordu.
“Sana kış bahçesinde olduklarını daha önce de söyledim.” Diye
aynı şekilde pencereden başka yere bir an bile bakmadan cevap verdi Sehun,
Sekyung’dan önce.
“Ama bu seni de endişeyle burada dikilmekten alıkoymuyor.”
Dedi Baekhee. Sehun’un kaşları hafiften çatıldı.
“Bu kadar uzun sürmemeliydi.” Dedi genç iç çekerek.
“Hadi ama! Bu bir fırtına, hemen de bitebilir, uzun da
sürebilir.” Diye müdahale etti Chen. Sekyung onun hemen arkasında olduğunu
konuşana kadar fark etmemişti bile.
“Orası kış bahçesi, bir ev değil. Camdan yapılmış, gerçek
bir korunak değil.” Dedi Sehun huzursuzca.
“Orası kış bahçesi; dışarıdaki kötü hava koşullarına
dayanacak şekilde yapıldı. Yağmur da hafifledi zaten, rahatlayın artık.” Dedi
Chen; ama ne Baekhee, ne de Sehun yerlerinden bir santim kıpırdamışlardı. Hala
gözlerini bile kırpmadan dışarıdaki zifiri karanlığa doğru yaklaşmakta olan
bahçeyi izliyorlardı. Chen ve Sekyung sonunda pes edip diğerlerine katıldıktan
sonra da oldukları gibi kaldılar.
Aslında Luhan ve Hanna’nın keyfi, biraz sıkılmalarının
dışında, oldukça yerindeydi. Luhan ona ilk sarıldığından beri Hanna Luhan’a
sığınıp sıcaklığını ödünç alarak oturuyordu. Luhan halinden hiç şikayet
etmemişti, sadece Hanna’yı mümkün olan en yakın şekilde tutuyor ve sessizce
duruyordu. Hanna, Luhan’ın gerçekten bir kurtadam olabileceği olasılığı
üzerinde durmaya başlamıştı aslında. Çocuğun üzerinde inanılmaz su çekmiş bir
örgü kazak, beyaz bir gömlekle pantolon vardı. Hanna’nın ısrarıyla ıslak kazağı
çıkarıp sıkmış, bahçenin kenarındaki güllerin üzerine atarak kurumaya
bırakmıştı; ama yine de üzerindeki ıslak kumaş miktarı Hanna’dan çok daha
fazlaydı. Buna rağmen Luhan üşümekten çok uzaktı. Vücut sıcaklığı fırtınanın
devam ettiği bir – ya d belki iki – saat içinde ikisini de sıcak tutmaya,
Hanna’nın modifiye elbisesinin onun çok ıslak gömleğine değmeyen kısmını
tamamen kurutmaya ve küçük kış bahçesini camları buğulandıracak kadar ısıtmaya
yetmişti. Şimdi hava iyice kararmaya başladığındaysa içerisi oldukça korunaklı
hissettirmeye başıyordu.
Hanna, eğer yanında Luhan varsa bir yerin güvenli olduğuna
bir süredir inanıyordu. İçeride oldukları süre boyunca yanlarına bir yıldırım daha
düşmüştü; ama artık çok beklenmedik olmadığı için o kadar sarsıcı bir deneyim
olmamıştı bu. Tabii ki hiç bırakmadan onun etrafına dolanmış kalan kolların da
bu durumda etkisi olduğu inkar edilemezdi. Artık tavana bakınca gökyüzünden
düşen damlaları göremiyordu, buğu bunu imkansız hale getiriyordu. Damlaların
sesi de eskisi kadar kuvvetli gelmiyordu artık; ama yine de yağmur ağırdı.
Teknik olarak öğlen ikiden daha geç bir saat olamazdı, o kadar çok zaman geçmiş
olamazdı; ama Hanna kendini bu sessizliğin içinde ağır ve uykulu hissediyordu.
Yerinde kıpırdanıp biraz kaykılınca Luhan kollarını
gevşetti. Hanna, üzerine yapışmış nemli elbise soğuk bir kumaş parçasına denk
gelince irkilip arkasına döndü. Luhan ona sorarcasına baktı. Gencin pantolonu o
kadar su çekmediğinden çoktan neredeyse kurumuştu; ama gömlek için aynısı
söylenemezdi. Hanna güllerin üzerinde duran kazağa göz attı. İkisi birden
güçleri yettiğince sıkınca kazak neredeyse kupkuru olmuştu zaten, şimdiye
kurumuş olmalıydı.
“Luhan, üstünü değiştirmelisin.” Dedi Hanna, çocuğa dönüp.
Luhan hazırlıksız yakalanmıştı.
“Neden?” dedi şaşkınca.
“Üstündeki gömlek hala ıslak, kazağın muhtemelen
kurumuştur.” Dedi Hanna. Luhan bir an gözlerini kırpıştırdı, sonra güldü.
“Gömlek de eninde sonunda kuruyacaktır. Hala üşüyorsan
kazağı sen almak ister misin?” dedi; ama minnettarlık veya teşekkür yerine
Hanna’nın kızgın bakışlarıyla karşılaştı.
“Böyle yapamazsın! Üşümüyor olabilirsin ama yine de kendine
dikkat etmelisin, fırsatın varsa kendini zorlamamalısın. Benim elbisem neredeyse
kurudu, senin gömleğine bak! Her yeri sen ısıtıyorsun zaten, beni de sen
ısıtıyorsun; sen de üşümeye başlama.” Diye haşladı kız onu. Luhan’ın yüzüne bir
an sonra öyle güzel bir gülümseme yayıldı ki Hanna bir an eriyeceğini düşündü.
Arkasından Luhan Hanna’yı daha fazla söyletmeden oturduğu yerden kalkıp
kazağını bıraktığı güllerin yanına gitti.
“Bir bayanı benim için bu kadar endişelendirmemeliyim.” Dedi
Luhan ve gömleğinin düğmelerini çözmeye başladı. Hanna’ya mı öyle geliyordu,
bilmiyordu; ama sanki bunu yaparken özellikle oyalanıyordu. Hanna gözlerini
kaçırmaya çalıştı; ama başarılı olamadı. Luhan ona arkasını dönüp gömleği
kollarından aşağı kaydırırken teninin altında gerilen kaslara transtaymış gibi
öylece baktı. Onun inceliğinde birinin altından böyle bir yapının çıkmasını
beklemezdiniz; ama Luhan’ın sırtı ve kollarında bir anatomi atlasını
sayabilirdi Hanna. Kötü görünen bir kas miktarı değildi bu; Luhan sadece
yapılıydı ama o kadar inceydi ki teninin altında bu muhteşem yapıyı saklamaya
yarayan tek bir damla yağ bile olmayabilirdi. Sahip olduğu yağ damlaları sadece
kıvrımlarına yumuşaklık katıyordu; kazağı alıp başının üzerinden geçirirken
nefis bir biçimde gerilen hiçbir şeyi gizlemiyordu.
Luhan kazağı giymeyi bitirip bir şey söylemek için ağzını
açarak arkasını döndüğünd Hanna’yı ona öylece bakarken bulduğu. Aldığı nefesi
aynen geri verip ağzını kapattı. Bir an kaşları düşünceyle çatıldı, hemen
ardından dudaklarına yavaşça yarım bir gülümseme yerleşti.
“Beni mi izliyordun sen?” dedi Luhan yavaşça. Hanna sonunda
kendine gelmişti; oturduğu yerde hafifçe doğruldu; bir an ne diyeceğini
bilemeyerek gözlerini kaçırdı, sonra bir kaçış olmadığını yeniden hatırlayarak
Luhan’a döndü.
“Dalmışım, ne var?” dedi kızarmış yanaklarla. Luhan’ın
sırıtışı yüzünde daha da genişledi ve Hanna’ya doğru yürümeye başladı; ama bu
sefer havasında farklı bir şeyler vardı, Hanna’nın tüm vücudunun gerilmesine ve
Luhan’dan başka her yere bakmaya çalışmasına neden olan şeyler.
“Gerçekten beni izliyordun.” Dedi Luhan. Kısa bir gülme sesi
çıkardı, sonra neredeyse alaycı bir sesle sordu, “Gördüğünü beğendin mi bari?”
“Ö-özür dilerim.” Diyebildi sadece Hanna, onun alaycılığına
karşı, buğulanmış camda çok ilginç bir şey varmış gibi davranarak. Kendini o
buğuda boğma isteği Luhan yaklaştıkça kuvvetleniyordu; ama Luhan böyle devam
ederse zaten Hanna kendi kendine, hiçbir şey yapmasına gerek kalmadan
boğulacaktı.
“Özür dile diye söylememiştim, sadece…” derken Luhan’ın sesi
oldukça yakındı, bir an sonra Hanna yüzünde Luhan’ın ince parmaklarını
hissetti; ona bakması için Hanna’yı yönlendiriyorlardı. Gergin bir biçimde
dönüp baktığında Luhan’ın hemen karşısında diz çökmüş olduğunu gördü. Göz
kapakları tembel bir biçimde alçaktı, dudakları aralıktı ve az önceki yarım
gülüş hala yüzünde dalgalanıyordu. “Gördüğünü beğendin mi, diye sormuştum.”
Hanna kendini araba farına yakalanmış bir geyik gibi
hissediyordu. Ne Luhan’ı itebiliyordu, ne kaçabiliyordu, ne de dalga geçerek
veya eşlik ederek durumu savuşturabiliyordu. Sadece, makul bir mesafede
durmasına rağmen hemen önündeymiş gibi gelen yüze bakabiliyordu ve zekice
hiçbir şey düşünemiyordu. Sonunda zayıf bir sesle verdiği cevap da zaten böyle bir beyin erimesinin
ürünüydü: “E-evet…”
Luhan bu cevapla tatmin olmuş gibi biraz daha geniş
gülümseyip parmaklarını Hanna’nın yüzünden uzaklaştırdı ve ayağa kalktı. Hanna
o uzaklaşmaya başladığında kalbinin yeniden atmaya başladığını hissetti; bu
sefer çılgın gibi atıyordu ve bütün vücudunda her bir çılgın atımı
hissedebiliyordu Hanna. Luhan kazağının kollarını dirseklerinin üstüne kadar
sıyırdı, elindeki ıslak gömleği aynı yüz ifadesiyle sıktı (bir insan çamaşır
sıkarken nasıl çekici görünebilirdi, gerçekten?!) ve bakışlarını Hanna’dan uzak
tutarak konuştu.
“Farkında mısın bilmiyorum, ama ben en azından genel olarak
beni izlediğinin farkındayım.” Dedi Luhan. Hanna kızararak dudağını ısırdı ve
cevapsız kaldı. Buna nasıl cevap verilebilirdi? Hayır, izlemiyorum, dese yalan
olurdu; daha az önce gözlerini dikip büyülenmiş gibi çocuğun sırtını izliyordu.
Evet izliyorum, dese o da ayrı bir dertti; neden izliyorum, sorusu geliyordu
çünkü sonra. Luhan Hanna’nın kızarmış yanaklarına bir göz attı ve yeniden
güllerin yanına gidip gömleği uygun bir biçimde serdi.
“Biliyor musun, bu fırtına bitene kadar bizi aramaya kimse
gelmeyecek.” Dedi Luhan sonunda, havadan sudan konuşur gibi, “Benim buraya
saklanacağımı biliyorlardır, senin de benimle olduğunu.”
“Yaa, fırtına bitince döneceğiz, zaten.” Dedi Hanna, normalden
daha tiz bir sesle, bu kadar bariz olduğu için içinden kendine küfrederek.
“Evet, fırtına da geceye kadar sürecek gibi görünüyor.” Dedi
Luhan, ellerini beline koyup buğulu tavana bakarak. Sonra bahçedeki bitkiler ve
yapraklarıyla ilgilenerek dar patikada dolaştı.
“Hep böyle uzun mu sürer?” dedi Hanna, konuyu dağıtmak
amacıyla. Luhan omuz silkti.
“Bazen sadece bir saat sürüp geçer, bazen de böyle uzun
sürer.” Dedi umursamazca, sonra bitkilerin seyrek olduğu bir yerden yaprakların
arasından Hanna’ya baktı. “Bu seferki senin şanssızlığın. Fırtınaya benimle dışarıda
yakalanmak da senin şanssızlığın, burada kapalı kalmak da. Pek şikayet ediyor
gibi bir halin yok, ama...”
Aslına bakılırsa Hanna halinden hiç şikayet etmiyordu
gerçekten. Ama bunu nasıl söyleyebilirdi ki? Hepi topu ne kadar zamandır
tanıyordu bu genci? Ne kadar zamandır yakındı, ne kadar zamandır arkadaştı ki
bunu söyleyebilecekti? Üstelik ortamda böyle bir hava varken Luhan’ın bu
sözlerini yanlış anlamaması imkansızdı. Ya da belki de bu durumda doğru anlamaması, demek daha mantıklı
olurdu; çünkü Hanna bile kalbinin atışını, dalıp gidişlerini ve kızaran
yanaklarını açıklayacak başka sebep bulamıyordu.
“Oldukça iyi bir battaniyesin.” Diye kıvırdı bunun yerine.
Bitkilerin öbür tarafından Luhan kıkırdadı ve
yeniden yürümeye başladı.
“Bir işe yaradığımı duymak güzel.” Dedi genç, sonra uzun,
rahat adımlarla bitkilerin çevresini dolaşmayı bitirip yeniden Hanna’nın olduğu
yere geldi… arkasından da uçan minik ışık topları. Bitkilerin arkasından çıkan
ateşböcekleri Luhan’ı neredeyse her adımında takip ediyor, ona sanki ışık
topları büyüyle yapılmış ve Luhan’ın emrindeymiş ve hatta şu anda bulundukları
yer bir fantastik romanmış gibi bir hava veriyorlardı. Hanna şaşkınlıkla
gözlerini kırpıştırdı.
“Bunlar nereden çıktı?” dedi, yaklaşan ışık toplarına
bakarak. Luhan gelip onun önünde yeniden yere oturdu ve bağdaş kurdu.
“Burası bir kış bahçesi. Bir bahçenin sahip olabileceği
neredeyse her şeye sahip; arılar ve zararlılar hariç.” Dedi Luhan,
gülümseyerek.
“Böyle bir yeri yapmak hangi delinin fikriydi?” diye hafifçe
güldü Hanna, kollarını dizlerinin etrafına dolayıp ateşböceklerini izleyerek.
“Ev Baekhyun’un, fikir de ondan çıktı; ama hepimiz abarttık,
galiba. Ateşböceklerini ekleyen Xiumin’di. Hava karardığı zaman çıkarlar-” Dedi
Luhan; ama sözü Hanna’nın yersiz gelen, oldukça güçlü hapşırığıyla bölünmüştü.
Luhan konuşmayı bırakıp gülmeye başladı.
“İyi yaşa; ama anlaşılan bunun için şahsi battaniyelik görevime devam etmem gerek.”
“Eh, galiba.” Diye utangaçça güldü Hanna, Luhan yeniden ona
doğru yaklaşıp onu kendine çekerken. Az önceki hava neyse ki dağılmış olsa da, beyninde dolaşan görüntüler yüzünden kalbi hala normal bir hızda atmıyordu ve
hala biraz gergindi Hanna. Luhan’ın yaydığı sıcaklıkla biraz rahatlamaya
çalıştı ki bu gerçekten artık hiç kolay değildi. Bir süre sonra Luhan
rahatsızca kıpırdandı, Hanna geri çekilince dar patikaya boylu boyunca uzanıp
kollarını açtı. Hanna bir an tereddüt etti; ama fırtına dinene kadar saatlerce sadece
oturamazlardı ve eğer sıcak kalmaya devam etmek istiyorsa bir yerden sonra Luhan'la yere
uzanması kaçınılmaz olacaktı. Hem Hanna yağmurda ıslanmış, üşümüş ve şimdi de hapşırıyorsa, bir an önce ısınmazsa soğuk alacağı anlamına gelirdi bu. Üstelik
Luhan’ın yüzünde dünyanın en sevimli ifadesi vardı.
Kimi kandırıyordu ki; bunlar sadece iyi birer bahaneydi. Tanışmalarından
beri çok az zaman geçmiş olsa da bu Luhan denen gence yakın olmak Hanna’nın
hoşuna gidiyordu.
Hanna dikkatle uzanıp Luhan’ın kollarının arasına yerleşti,
o yerleşince Luhan onu yeniden kendine çekti. Hanna’nın burnu Luhan’ın artık
gül kokan kazağına değiyordu, saçlarındaysa Luhan’ın nefesleri dalgalanıyordu.
Kıpırdamaya bile korkarak bir süre yattı, sonra gözlerinin ağırlaştığını
hissetti. Luhan’ın onun üzerinde böyle anlaşılmaz bir etkisi vardı; kalp atışları onun yüzünden tavan yapmışken yine de uyuşturucu bir etki yapıyordu. Luhan saçlarıyla
oynamaya başlayınca iyice gevşedi Hanna ve gözlerinin kapanmasına izin vererek ona
biraz daha sokuldu. Bir süre sonra, yağmur damlalarının artık ninni gibi gelen
pıtırtılarıyla hafif bir uykuya sürüklendi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder