21 Ağustos 2014 Perşembe

Başlangıç - 13

– 13 –

Hanna’nın amacı kesinlikle Luhan’la yalnız kalmak değildi; sadece o da kaldıkları yerde bir yardımı dokunsun istemişti. Hatta bulaşık için ilk gönüllü olduğunda bugünün Luhan’ın sırası olduğundan haberi bile yoktu; Luhan’la Sehun’un sırası olduğunu öğrendiğinde Sehun çoktan işini ona bırakıp kaytarmaya gitmişti bile. Ama şu anda Hanna şikayet ettiğini söyleyemezdi; Luhan kendi kendine sevimli bir şarkı mırıldanırken değil.
Köpüklü bir tabağı daha ona uzattı Luhan. Hanna tabağı aldıktan sonra da köpüklü parmağıyla Hanna’nın burnunu dürterek kızın irkilmesine neden oldu. Hanna neredeyse tabağı elinden düşürecekti; ama son anda tutmayı başarıp gözlerini kırpıştırarak burnunun ucundaki beyazlığa bakmayı denedi. Luhan ufak çaplı bir kahkaha krizine girdiğindeyse oflayıp yanaklarını şişirerek tabağı lavaboya bıraktı.

“Ya! Neye gülüyorsun bakayım sen?” diye haşladı, elini Luhan’ın tarafındaki köpük dağına daldırarak. Luhan gülerek geri geri gitti.

“Hiç; köpük sana gerçekten çok yakıştı da.” Diye gülmeye devam etti Luhan, bir yandan gerilerken.


“Aaa gerçekten mi? Çok merak ettim; acaba sana da yakışıyor muymuş?” dedi Hanna ve ellerinde hazır tuttuğu köpüklerle Luhan’a saldırdı – ya da daha doğrusu saldırmaya çalıştı. Mutfağın köşesinde kıstırana kadar Luhan’ı köpüklemeye yaklaşamamıştı bile, genç fena halde hızlıydı. Sonunda köpüğü gencin saçlarına bir şekilde denk getirmeyi başarınca muzaffer bir sırıtışla geri çekilerek eserine baktı. “Gerçekten de çok yakışıyormuş.”

“Belki de köpükten peruk almalıyım.” Dedi Luhan, gözüne girmemesi için köpükleri silmeye çabalarken. Bir süre sonra bunun imkansıza yakın bir görev olduğunu ikisi de fark etmişti.

“Kör olmadan yüzünü sil de.” Diyerek kenarda bulduğu bir mutfak havlusunu ıslatıp Luhan’a uzattı Hanna. Luhan yüzünü çabucak sildi, sonra uzanıp Hanna’nın beklemediği bir hareketle kızın burnunu da sildi.

“Sonsuza dek bir gergedan gibi dolaşamazsın.” Diye kıkırdadı silerken de. Genç, saçında kalan köpükleri de havluyla temizlemeye çalışırken Hanna somurttu.

“Niye? İstersem kalabilirim bence.” Dedi kız, uzanıp köpük dağından bir parmak köpük daha aldı ve Luhan’ın burnuna sürdü – bu sefer genç kaçmadığı için kolay bir görev olmuştu bu. “Bak, şimdi sen de gergedan oldun, ne güzel boynuz tokuştururduk.”

“Boynuz mu?” diye güldü Luhan, havlunun omzundan sarkmasına izin verdi. “Hani nerede?”

“Burnunun ucunda.” Dedi Hanna; ama bunu söylemesinin ardından Luhan gözlerini ardına kadar açıp dilini ısırarak “boynuzuna” bakmaya çalışınca ufak çaplı bir kahkaha krizine girdi. Sonunda durabildiğinde Luhan’ın köpüğü silmiş, ona yumuşakça gülümsemekte olduğunu gördü.

“Ne?”

“Sonunda gülüyorsun.” Dedi Luhan. Hanna şaşkınca gözlerini kırpıştırdı ve sorar gözlerle baktı. “Sabahtan beri üzerinde bir durgunluk var; ne bizi dinliyor, ne de eğleniyor gibisin. Seni öyle görmek çok canımı sıkıyor. Neyin var?” dedi genç, kıza doğru birkaç adım atarak. Hanna bu kadar kolay yakalanacağını düşünmemişti; oldukça iyi rol yaptığına inanıyordu o. Gözlerini kaçırıp omuz silkti.

“Bir şey yok.” Dedi,  sonra yeniden Luhan’a döndü. Genç inanmamış gibiydi.

“Sen onu benim külahıma anlat.” Dedi Luhan, mutfak sandalyelerinden birini çekip boş bıraktı, bir ikincisine de kendi oturdu. Hanna tereddüt edince oturmasını işaret etti. Kız iç çekerek oturdu.

“Ne oldu?” dedi Hanna.

“Bir derdin var senin.” Dedi Luhan, gözlerinde endişe kırıntılarıyla. Sadece onun hakkında endişelendiğini görmek bile Hanna’nın kendisini daha iyi hissetmesini sağlamıştı. Kız yeniden omuz silkti.

“Önemli bir şey değil; sadece, sanki bir şeyleri unutuyormuşum gibi bir his var içimde sabahtan beri.” Dedi Hanna. Luhan’ın kaşları havalandı.

“Ne gibi mesela? Kıyafetlerini askıda mı unuttun?” dedi Luhan, masumca. Hanna kıkırdadı.

“Öyle değil be! Bilmiyorum; hani evden çıkmadan önce kapıda yanına alman gerekenleri sayarsın, sayarsın da bir şeyi unutmuşsun gibi gelir, bir türlü bulamazsın; sonra tam gideceğin yere vardığında aklına gelir ya? İşte öyle bir unutmuşum hissi.” Diye detayıyla açıkladı Hanna. Bu sefer Luhan’ın anlamaması mümkün değildi… ya da Hanna öyle umuyordu.

“Bir yere gittiğimiz yok sonuçta; elbet hatırlarsın. Dert etme bu kadar.” Diye gülümsedi Luhan; “Ben de gerçekten bir sıkıntın var sandım, Baekhee’yle kavga etmiş olabilir misiniz diye düşünüyordum.”

“Onunla uğraşamam hiç!” diye bir diva edasıyla elini salladı Hanna, “Onun heyheyleri üstünde, böyle olduğu zamanlarda onu kendi haline bırakacaksın. Yoksa zehrini sana kusar.”

“Kız tehlikeli.” Diye gözlerini ardına kadar açıp başını yukarı aşağı salladı Luhan. “Benden nefret ediyor, galiba.”

“Onun doğal hali öyle; senden nefret ettiğini sanmıyorum.” Dedi Hanna; sonra Luhan’ın yüzündeki masum, meleksi ifadeye bakıp gülümsedi. “İnsan senden nasıl nefret edebilir ki?”

“Bilmem?” diye alt dudağını sarkıttı Luhan ve omuz silkti. Bu hareketin sevimliliği Hanna’da ucu ucuna bastırabildiği bir çığlık atıp tepinme isteği uyandırmıştı. “Bana diğerlerinden farklı davranıyor; laf sokuyor, ters ters bakıyor… ya, bilmeden yanlış bir şey yapmış olabilir miyim?”

“Yok canım, ne alakası var; sen ona ne zaman bir şey yaptın ki yaptığın yanlış olsun? O biraz uzaylıdır, takma onu sen.” Dedi Hanna, elini gencin masada duran elinin üzerine güven verir gibi koyarak. Luhan kızın parmaklarını nazikçe tutup sıktı.

“Beni öldürmez, değil mi?” dedi, hafifçe gülerek.

“Öldürürse onun cesedini bile öldürürüm.” Dedi Hanna, düşünmeden. Kısa bir sessizlik oldu, sonra Luhan gözlerini kaçırıp sessizce gülmeye başladı. Hanna elini çekip gencin omzuna vurdu.

“Ya! Neye gülüyorsun sen?” dedi, sinirle.

“Kusura bakma,” dedi Luhan, saklamaya çalıştığı kahkahalarının arasından, “Sadece- bu çok… çok tatlıydı!”

“Gıcık! Bulaşıkların kalanını da kendin yıkarsın artık!” diye somurtup ayaklarını yere vura vura hışımla mutfaktan çıktı Hanna ve merdivenlerden tırmanmaya başladı.

“Hanna, nereye?!” diye seslendi Baekhee arkasından, Hanna merdivenlerden çıkarken.

“Odama!” dedi Hanna öfkeyle. Kız merdivenin ucunda kaybolurken Baekhee arkasından şaşkınlıkla bakakaldı.

“Nesi var bunun?” diye söylendi Baekhyun, kafası karışmış bir ifadeyle.

“Ne bileyim ben?” diye omuz silkti Baekhee. Hanna’dan kısa süre sonra mutfak kapısından oyuncu bir kedi gibi sırıtan Luhan çıkınca seslendi. “Luhan! Hanna’ya ne yaptın sen orada?”

“Galiba biraz kızdırdım!” dedi Luhan, neşeyle kıkırdayarak; “Merak etme şimdi gönlünü almaya gidiyorum!”

Luhan merdivenleri ikişer ikişer çıkmaya başlarken Baekhee oflayıp ayağını yere vurdu; “E bulaşıkları kim yıkayacak?!”

“Galiba bana kaldı yine.” Diye iç çekti Kai. Baekhee dönüp şaşkınlıkla ona bakarken diğer herkesin de onaylayarak başını salladığını gördü. Öyle sorarcasına bakmış olmalıydı ki, Kai açıklamaya girişti. “D.O aşçıysa ben de bulaşıkçı sayılabilirim aslında. Yani, sırayla yapıyoruz; ama eğer biri yapamayacak olursa kalanı ben devralırım… neden olduğu hakkında hiçbir fikrim olmasa da kimse yardım etmez.”

“Öf, söylenmeyi bırak da işini yap, Kai!” dedi Baekhyun bıkkınlıkla. Kai gözlerini devirdi.

“Neden benim işim, hatırlatır mısın? Bir de, neden kimse yardım etmiyor?” dedi Kai, bıkkınca; ama yine de kabullenmiş bir biçimde.

“Aman, ben yardım ederim.” Dedi Baekhee, azametle yerinden kalkarken.

“Otursana sen Baekhee, dün de sen yaptın zaten.” Dedi Chanyeol.

“Dün Kai de yapmıştı; ama nedense ona acıyıp işi sen üstlenmiyorsun! İkiyüzlü koca dev.” Dedi Baekhee, gözlerini kısıp Chanyeol’e dikerek. Kızın kızgınlığına aldırış eden olmasa da Chanyeol oldukça alınmış gibi duruyordu; ama Baekhee daha fazla dikkat etmeden mutfağa doğru yöneldi. Kai’nin arkasından geldiğini, mutfak kapısının kendiliğinden kapanmasından anladı.

“Biraz ağır olmadı mı?” dedi Kai, temkinle. Baekhee kollarını sıvayıp köpüklü süngeri eline aldı.

“Eğer bana küserse sonra özür dilerim; ama insanların haddini bilmesi gerektiğini düşünmüyor musun?” dedi, hala burnundan soluyarak.

“Biz senelerdir böyleyiz.” Deyip Baekhee’nin yanında görev yerini aldı Kai. Kız köpüklü bir tabağı uzatınca alıp durulamaya başladı.

“Bilmiyorum; ben de senelerdir böyleyim. Çifte standart uygulayan insanlar bazen beni sinir ediyorlar. Çok mu yanlış davrandım?” dedi Baekhee sıkıntıyla.

“Chanyeol iyi çocuktur; öfkeni ona kusmasan da olur.” Dedi Kai, yumuşakça, “O genelde diğerlerine uyum sağlar. Gerçekten sinirlerin bu kadar bozuksa bana da yansıtabilirsin; şikayet etmemeye söz veriyorum.”

Baekhee oflayıp köpüklemeyi bıraktı ve elini lavaboya dayayıp Kai’ye döndü. “Nasıl kendini bu kadar az önemseyebiliyorsun? Bir insan kendini hiç mi düşünmez? Derdin ne senin, gerçekten? Sevgilini kaybettin diye kendinden ve hayattan da mı vazgeçtin?”

Kai’nin gözleri gölgelendiğinde Baekhee ağzından çıkan pervasız sözlerden pişman olmuştu bile. Ah o koca ağzını biraz olsun tutmayı başarabilseydi zaten şimdiye dünyayı fethetmişti herhalde. Söylenecek söz müydü bu? Sessizlik uzadıkça telaşlanıyordu Baekhee; şimdi ne diyecekti? Tuhaf bir andı; Kai sanki onu görmeden dalgınca yüzüne bakıyor, düşünceli ve üzgün duruyordu. Sükunetini koruyor olması daha da sinir bozucuydu. Kızsa, sinirlense, bağırıp çağırmaya başlasa daha kolay olabilirdi Baekhee için; ama yapmıyordu.

“Haklı olabilirsin.” Dedi genç sonunda, buruk bir gülümsemeyle; gözlerini kaçırmadan.

“Ben- özür dilerim-” demeye çalıştı Baekhee; ama Kai onu durdurdu.

“Özür dilemen gerekmiyor; sanırım haklısın. Sorun şu ki, yapabileceğim bir şey yok. Geçmişe saplanıp kalmak rezalet bir şey. Başarabilseydim, unutmayı isterdim… sanki hiç olmamış gibi yaşayabilmeyi gerçekten isterdim.  Ama yapamıyorsam, ne yapalım? En azından normal bir hayat sürüp normal davranabiliyorum, değil mi? Bu yetmez mi?” dedi Kai, aynı buruk gülümsemeyle. Baekhee aralarında aynı zamanda hem bir uçurum varmış kadar uzak, hem de bir santim bile yokmuş kadar yakın hissediyordu. Bunları diğerlerine anlatmadığına neredeyse emindi; erkekler genelde bu konulardan konuşmaktan hoşlanmazdı ve bu evde bunun aksi yapıda bir erkek varmış gibi gelmiyordu Baekhee’ye. Kai’de farklı bir şeyler vardı; bu belki de kaybından dolayıydı ama ne zaman kalbini açıyormuş gibi hissetse sanki kimsenin bilmediği bir şeyi biliyormuş gibi gizemli, hatta hüzünlü ve ağır bir havası vardı. Herkesin arasında bile zaman zaman yalnız ve uzak gibiydi; diğerleri de bunu önemsemiyor gibi duruyorlardı. Belki de alışmışlardı. Ama Baekhee alışık değildi.

“Bilmiyorum. Daha fazlası gerekmez mi?” dedi Baekhee, neredeyse yalvarırcasına; “O da senin mutlu olmanı istemez miydi? Saplanıp kalmaktansa ikiniz için de yaşaman daha doğru değil mi? Ben olsam böyle yapmanı isterdim.”

“Gerçekten böyle mi düşünüyorsun?” dedi Kai, fısıltıya yakın bir sesle. Baekhee başını onaylayarak salladı. Açık mutfak penceresinden yumuşak bir rüzgar esti, içeri ıhlamur kokusuyla birlikte hafif bir ıslak toprak kokusu taşıdı; dışarıda bir kuş cıvıldadı. Baekhee’nin beklentiyle Kai’ye baktığı birkaç saniyenin sonunda genç ortamın havasını dağıtmak ister gibi neşeli bir tavırla gülümsedi. “Tamam; bu kadar sıkıntılı şeylerden konuştuğumuz yeter. Senin de canını sıkıyorum, işi de aksatıyorum.”

“Kai…” dedi Baekhee, temkinle. Kai dönüp aynı neşeli tavırla ona baktı. “Bana kızgın değil misin?”

“Neden kızgın olayım ki?” dedi Kai.

“Neden olmayasın ki?” dedi Baekhee. Kai gözlerini devirip köpüklü süngeri lavabodan aldı ve kıza fırlattı. Kız son anda yakalamasa kıyafetleri köpük ve suya bulanacaktı.

“Sana kızgın değilim, huysuz virjin; ama senin fena halde gergin ve korkunç olduğun bir gerçek. Hani biraz sakinleşmeyi denesen, diyorum, kendi iyiliğin için fena olmayabilir.” Dedi Kai, rahat ve oyuncu bir tavırla. Baekhee onun bu yanını daha önce gördüğünü hatırlamıyordu; genelde Kai daha durgun, daha ciddi, daha mantıklı olurdu. Ama bu Kai ilgisini çekmişti.

“Öyle diyorsan öyle olsun, uyuyan güzel.” Dedi sonunda ve lavabodan bir tabak alıp köpüklemeye başladı. “Belki de gerçekten abartmayı kesmeliyim. Ne de olsa hava uzun süre kızgın kalınamayacak kadar güzel.”

Bahçede oturmakta olan Rian, hava hakkında aynı şeyleri düşünmüyordu. Lay’in bacağına yatmış saçlarıyla oynamasına izin veriyordu ve gencin gülen gözlerini göremediği için arkadan parlayan güneşe içinden lanetler okuyordu. Ne zaman gözlerini açsa parlak ışıktan gözleri sulanıyordu ve acıyordu. Halbuki o Lay’in yüzünü canının istediği kadar izleyip belleğinin derinliklerine her ayrıntısıyla kazımak istiyordu. Genç eğilip dudaklarına yumuşak bir öpücük kondurduğunda bu şikayetlerinin büyük kısmının varlığını tamamen unuttu Rian. Dünden beri Lay’i belki yüzlerce defa öpmek istemişti; ama bir türlü cesaretini toplayıp dudaklarını birleştirmek için gereken o birkaç santimi aşamamıştı. Şimdi bu aniden gelen hafif, masum öpücük midesinde kelebekler uçuşmasına yol açıyordu.

Lay geri çekildiğinde Rian’ın yüzü heyecan ve utanç karışımı bir duyguyla kızarmıştı. “Üzgünüm; ama öyle güzel görünüyorsun ki…” dedi genç, dudağını hafifçe ısırarak. Bu hareketin bilinçli olduğundan şüpheleniyordu Rian; çünkü tam şu anda gencin saçlarına parmaklarını dolayıp onu bir daha öpmek istiyordu, yani işe yaramıştı.

“Ben seni göremiyorum bile.” Diye güldü Rian.

“Gölgeye geçmek ister misin?” diye önerdi Lay. Rian bir an düşündü.

“Fikir çok cazip olsa da güneşin sıcaklığı ve senin yakınlığın hoşuma gidiyor.” Dedi sonunda. Lay kollarını kıza dolayıp onu göğsüne doğru çekti ve sıkıca sarıldı.

“Böyle nasıl?” dedi, kısa bir süre sonra. Rian’ın başı hafiften dönüyordu; Lay tam anlamıyla her taraftan onu sararken ve kokusu ciğerlerini doldururken normal kalmak hiç kolay değildi.

“Tamam, bu daha çok hoşuma gitti.” Deyip yüzünü gencin gömleğine gömerek iyice yerleşti Rian. Nedense gencin yüzünü görememek çok büyük bir eksik gibi gelmiyordu artık. Lay’in nefesini saçlarında hissedebiliyordu; bu hisse alışmıştı ve bunu seviyordu.

“Söylesene, daha önce hiç sevgilin oldu mu?” dedi Lay, bir süre sonra. Rian’ın yeniden kendini dünyaya dönmeye zorlaması gerekti.

“Aslında… hayır, kimse olmadı. Yani, oldu gibi; ama olmadı.” Dedi Rian.

“Oldu gibi, derken?” dedi Lay, merakla.

“İlkokulda birisi vardı; ama uzun sürmedi ve çok çocukçaydı yani, sayılmaz. Yani, bana dondurma alırdı, bahçede dondurma yiyerek yürürdük, akşam da beni servisime bırakırdı, o kadar. Saçmaydı senin anlayacağın. Hem çok küçüktüm.” Dedi Rian.

“Peki başka kimse yok muydu? Senden hoşlanan kimse de mi yoktu? Olmamış olamaz; insanlar böyle bir güzelliği kolay kolay kaçırmaz.” Dedi Lay. Rian bir an durup düşündü. Sanki bir şeyi kaçırıyormuş gibiydi; ama sonuçta aklına öyle hiç kimse gelmiyordu.


“Hayır. Kimse.” Dedi sonunda, boş verip Lay’e birazcık daha sırnaşarak; “Hiç kimse yoktu. Anlaşılan kıymetimi kimse bilememiş. Bir tek sen varsın işte; ama ben halimden fena halde memnunum. 

2 yorum:

  1. Amaaaa ama ama ama son bölümü öyle bir yerde kesip bu bölümde hiç sekyung jongdae yazmazsan OLMAZKİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİ. ehfowejrpqefşokrist neden tanrım neden ya?

    neyse bu bölümü yorumlamam gerekirse sanırım merkür baekhee'ye girmiş. halleri üzerinde belli. her ne kadar kendisine çok bayılmasam da chanyeol e de cidden yazık.ağır oldu biraz. kai de zavallım. yardım eden yok, öperek uyandıran yok, onun dışında geçeği bilen yok... hala nasıl bir dağakaçıp keşiş olmamış anlayamıyorum. saçlarına bu kadar mı bağlı?

    hanna hanna hanna... You little bitch... çocuğun gözü yansaydı bu vicdan azabıyla yaşayabilir miydin? (aa dur bir dakika sen zaten yaş- neyse.) O köpükler senin münasip bir yerine kaçsın emi. iki dakikada bir adam için sattın arkadaşını seni karaktersiz. cesedini bile öldürürüm falan... Cık cık cık cık seni asrın kefaşesi ilan ediyorum.

    lay rian... Yavrum eğlence parkında romantizm arayanlar gibisiniz. tren son hızda aşağı iniyor ama siz hayatım şu bulutu gördün mü bizim bulutumuz olsun mu diye takılıyorsunuz. tamam hoşuma gitmiyor değil. tatlısınız. hızlı ve tatlı. yeni film serisi XD zaten lay adamın dibi destekliyorum yani sorun yok. durmak yok yola devam.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Hahaha koptum ya lay ile olan bulut olayı hâlâ gülüyorum

      Sil