22 Ağustos 2014 Cuma

Shojo Gibi Sevmek - 01

Çok güzeldi.

Benim ezeli aşkımdı, onun için basitçe ölüyordum ve onun hiçbir fikri yoktu. Tamam, belki de biliyordu da umurunda bile değildi. Bilmiyordum. Ama çok güzeldi. Gülümsediğinde güzeldi; güldüğünde, dans ettiğinde, spor yaptığında, arkadaşlarıyla muhabbet ettiğinde, sadece yolda yürüdüğünde; hatta derste uyuyup sırasına salya akıtırken bile güzeldi. Ve sadece güzel de değil; gerçekten hayranlık uyandırıcı biriydi. Neredeyse bütün sporları mükemmel ve, şey, zarifçe yapıyordu; onunla muhabbet etmek eğlenceliydi, arkadaşlarına nazik ve doğal davranırdı ve… sadece ona aşık olmuştum. Lee “Joon” Changsun’un kızlar üzerinde böyle bir etkisi vardı.

Şey, ondan hoşlanan tek kız ben değildim; tabii ki hayır. Sınıfındaki kızlardan çoğunun aşkıydı o. Sadece kızlarla öylesine takılmakla ilgilenmiyordu, hiçbir zaman ilgilenmemişti. Bunu can sıkıcı buluyordu. Nereden mi biliyordum? Onun arkadaşıydım da ondan.

Aslında bu tamamen şans eseri olmuştu. Okulun basketbol takımındaydı ve çeşitli eşyalarını oyun sonunda hayranlarına fırlatmaktan hoşlanırdı. Onları geri isteyip istemediğini bilmiyordum; ama kızlar sadece onunla konuşabilmek için bunları hep geri verirlerdi. Bu yüzden, bir gün gerçekten basket formasının üstünü çıkarıp fırlattığında ve onu tutan ben olduğumda, ne yapacağımı bilememiştim. Sonunda maçtan sonra, takımın soyunma odasından çıkana kadar odanın önünde bekledim. Bana şaşkın şaşkın bakıyordu, ben de ona formayı verip sonraki maçta ihtiyacı olacağını söyledim. Bana adımı sordu. Olayın sonrasını hatırlamıyorum bile.

Tabii ki tam olarak bu şekilde arkadaş olmamıştık; ama beni tanımaya başlamasının bir parçası böyle olmuştu. Ertesi sene onunla aynı kulüpteydim. Basketboldan başka bir kulübe kaydolmaya karar vermesi tamamen tesadüftü… ve çizgi filmlerden hoşlanması da. Çizgi filmler ve severleri için bir kulüp kurduğumda onun da çizgi film sevdiği hakkında hiçbir fikrim yoktu. Anında kulübe katılmıştı. Yine anında kulüp başkanı seçilmişti. Hiçbir şey yapmıyordu; ama pozisyonu bir şekilde burada kalmasını garantiye alıyordu, dolayısıyla bu konuda bir şey yapmamıştım. Sadece kendi haline bıraktım. Üye de çekiyordu, bu da kulübün açık kalmasını garantiye alıyordu, bu iyiydi… ve sadece ona bakabilsem bile bana yeterdi zaten, aynı şu anda yaptığım gibi.

“Neye bakıyorsun?” dedi, umursamazca. Omuz silktim.

“O kağıtları kıyametten önce imzalayıp imzalamayacağını merak ediyorum. Kulüp için yaptığın tek şey bu, ne de olsa.” Dedim, akıcı bir biçimde. Evet, ondan hoşlanıyordum; ama onu görmeye ve onunla konuşmaya alışkındım, o kadar ki çırpınan kalbimi kolayca saklayabiliyordum. Yine de ona olan hislerimi hiç saklamıyordum; açık açık konuşmasam da ona hep farklı davranıyordum.

“Yah, kalbimi kırıyorsun! Burada çok fazla çizgi film izliyorum, festival için Tinky Winky bile oldum, değil mi? Hiçbir şey yapmadığımı söyleyemezsin!” diye itiraz etti, somurtarak. Hiç çabalamadan bu kadar sevimli olabilmesinin hiç adil olmadığını düşünüyordum.

“Bunun dışında hiçbir şey yapmadın ve kulüp başkanısın. Belki de bir kalemin olmadığı içindir?” diye kıkırdadım. Etrafına bakındı.

“Şey evet, bir kalemim yok, bu doğru.” Dedi. Başımı iki yana sallayıp elimdeki kalemi ona uzattım.

“O kağıtları imzalamadan hiçbir yere gitmiyorsun, benim şimdi gerçekten derse gitmem gerek. Sen her zaman hocaya kulüp işleri yüzünden geç kaldığını söyleyebilirsin.” Dedim.

“Dersle uğraşasım yok zaten, asabilir miyim, bakacağım.” Diye sırıttı. Kıkırdayıp ona el salladım.

“İyi şanslar, çizgi film prensi!” dedim ve kulüp odasından koşarak çıktım. Derse neredeyse geç kalmıştım ve hoca çok katıydı. Hoca girmeden bir saniye önce içeri sıvışmayı başardım ve o bana kızamadan yerime yerleştim. Bu sefer şanslıydım.

“Neredeydin?” diye sordu sıra arkadaşım, hoca derse hazırlanırken.

“Kulüp odasında, nerede olacak?” dedim, defterimi çıkarırken.

“Orada o kadar fazla zaman harcamamalısın.” Dedi; ama bunu yok saydım. Lee Jonghyun kendimi bildim bileli en yakın arkadaşımdı; ama son zamanlarda benim ve yaptıklarım hakkımda fazla endişeleniyor gibiydi. Benim için böyle endişelenmesinden hoşlanmıyordum. Kaşlarını çatmasından çok gülümsemesini seviyordum – sadece güzel bir gülüşü olduğundan değil, aynı zamanda onu önemsediğimden. Üstelik endişelenecek bir şey de yoktu, kulüp odasında kötü yola düşmüyorduk.

Molada yeniden kulüp odasına gitmek istedim; ama bunun tuhaf olacağını düşündüm. Üstelik o muhtemelen orada olmazdı. Olur muydu? Yani, sonuçta dersi asmayı deneyeceğini söylemişti. Ayağa kalktım; ama sınıfın kapısında varmadan kararımı değiştirdim. Hep böyle kararsızdım. Ben sürekli ortalıkta olursam sinir olmaz mıydı? Arkamı döndüm. Ama şimdi benim ondan hoşlandığımı çoktan fark etmiş olması gerekiyordu. Beni hiç uzaklaştırmamıştı, değil mi? Yeniden kapıya döndüm. Gidebilir miydim?

“Otur oturduğun yerde, orada değil.” Dedi Jonghyun’un sesi, huysuzca. Sırtımdan aşağı bir ürpertinin indiğini hissettim.

“Onu düşündüğümü nereden bildin?” dedim.

“Allah aşkına, seni tanıyorum!” diye gözlerini devirdi. “Ona gidip gitmemeye karar veremediğin zaman kuyruğunu kovalayan köpek yavrusu gibi kendi etrafında dönüp duruyorsun. Başka hiçbir şeyde bu kadar kafan karışmaz ki senin. Onun hakkında olmak zorunda. AMA orada değil,  bu yüzden kes şunu artık.”

“Nereden biliyorsun?” dedim sinirle. İç geçirdi.

“Dersi asmış olsa bile kulüp odasında takılıyor olmazdı. Fazla kolay sıkılırdı.” Dedi.

“Yine soruyorum, nereden biliyorsun?” dedim inatla.

“İstersen Yonghwa’ya sor!” diye savundu kendini. Oflayıp sırama oturdum ve yerimde kaykıldım.

“Onlar kanka, evet, o bilirdi.” Diye mırıldandım. Onaylayarak başını salladı.

“Seninle ilgilenmiyor bile, neden hala onun peşindesin ki?” dedi, yanağını eline yaslayarak. Nefesimi hızlıca içime çekerek anında ona döndüm.

“Bunu Yonghwa’ya kendi mi söylemiş?” diye sordum, umutsuzca. Bunu istemiyordum. Şimdilik olduğum yerde iyiydim; ama bütün umutlarımın yıkılmasını istemiyordum. Bu çok acıtırdı.

“Hayır, söylemedi. Ama çok belli değil mi? Ona hislerini belli edecek her şeyi yapıyorsun; ama o zahmet edip hiçbir şey yapmıyor.” Dedi, basitçe.

“Deme öyle!” diye haşladım. Ellerini kaldırdı.

“Peki peki, bir şey demedim ben.” Dedi. Bu tartışmanın aramızda tekrar tekrar sürmesinden sıkılmıştı. İç geçirdim.

“Gerçekten benden hoşlanmadığını mı düşünüyorsun?” dedim bir süre sonra. Daha önce hiç dürüstçe fikrini sormamıştım; bu yüzden biraz şaşırmıştı.

“Hiç göstermiyor. Seni görmeye gelmiyor, seninle özel olarak muhabbet etmiyor, sana bir kız gibi bile davranmıyor. Bazen eğer kulüp kapansa bir daha hiç konuşur muydunuz, merak ediyorum.” Diye yavaşça ve dikkatle konuştu Jonghyun.

“Umurunda bile olmadığını düşünüyorsun yani?” diye iç geçirdim tekrar. Doğru, yok saymaktan hoşlanıyordum; ama eğer benden hoşlanmıyorsa bu fikre yavaş yavaş alışsam iyi olabilirdi. Sonuçta karşılıksız bir aşk için içim çıkana kadar ağlamak istemezdim.

“Şey… öyleymiş gibi görünmüyor.” Diye özür diler gibi gülümsedi Jonghyun. İç çekip ona gülümsedim.

“Zalimce dürüst olacağına her zaman güvenebilmek hoş bir şey.” Dedim ve saçlarını karıştırdım.

“Yah!” diye güldü ve kolumu yakaladı. “Sana saçlarımı karıştırma dedim, küçük şeytan!” dedi ve aynı şekilde benim saçlarımı karıştırmaya başladı.

“Yaayayayaya- yah! Jonghyun! Dur! Lütfen dur!” diye basitçe yalvardım. Eğer zorbalığıma karşılık vermeye karar verdiyse onu durduramayacağımı biliyordum; bu yüzden ona karşı koymayı denemedim bile.

“Bana oppa dersen dururum.” Dedi. Bir anlığına durduğunda sesindeki sırıtışı duyabiliyordum.

“Bundan hoşlandığını bilmiyordum?” diye uğraştım onunla. Beni viyaklatarak saçımı biraz daha karıştırdı.

“Hoşlanıyor değilim; ama bizimkilerle iddiaya girdik; bu yüzden bana oppa deyip benim için bir akşam yemeği kazanmak zorundasın, çaktın?” dedi.

“Bana yemekten bahsetsen sana onu derdim!” dedim.

“Hayır demezdin, bu sadece benim için bir yemek- HEY hala bana oppa demedin! Acele et!” diye haşladı, saçlarımı daha da fazla karıştırarak.

“Ya ya ya- OPPA! Kes şunu!” diye resmen çığlık attım. Beni bıraktığında yüzünde zafer dolu bir sırıtış gördüm ve bir şeylerin yanlış olduğunu anladım. Az önce bütün sınıfın ortasında oppa diye çığlık atmıştım. Şey. Sıç.

 “Teşekkürler, tatlım.” Dedi Jonghyun tatlı tatlı, ki bu işleri daha da kötü yapıyordu. Elimi alnıma vurup homurdandım.

“Bir şey değil…”


Neden her zaman böyleydik, hiç bilmiyordum. Ne zaman bu kadar yakın olmuştuk, hatırlamıyordum bile. Bazen neden hala arkadaş olduğumuzu sorgulasam da çoğunlukla hala arkadaşım olduğu için müteşekkir oluyordum. Şu anda kesinlikle o anlardan biri değildi. Kesinlikle.  

2 yorum:

  1. bu bolumu önceden hatirliyorum guzeldi zaten bir insan saginda joon solunda jonghyun varken kotu olamaz ki XD

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. nasıl mümkün öyle bişey ya hiç bilmiyorum xD devamında konuşursun madem burasını biliyorsun o vakit :3

      Sil