-1-
“Ne biçim hava bu ya?!” diyerek deri ceketine sarındı genç
kız. Buraya ev bakmak için gelmeye ikna olduğuna lanet ediyordu. Sen de gel Baekhee, hem dile hem de ortama
bir alışmış olursun. Sonra alışsa ölürdü sanki! Annesinin sözüne kandığına
inanamıyordu. Şapşal kız kardeşi hayatı boyunca ilk defa mantıklı bir karar
vermişti sanki. Derdine neydi de gereksiz yere gelmişti?
Yanında sadece küçük bir omuz çantası ve kabin boy bir valiz
vardı; valizin içinde de iç çamaşırları ve birkaç kıyafet vardı. Her ne
vardıysa en azından bu havada onu sıcak tutacak herhangi bir mont veya benzeri
kıyafet yoktu. Annesinin ona buradan yeni bir mont almaya gönüllü olacağını hiç
sanmıyordu Baekhee ve annesi öyle bir şey yapsa bile önce otele kadar donmadan
gitmesi gerekecekti. Ah, her ne kadar profesör saçmalık derecesinde seksi de
olsa o lanet dersi asıp annesiyle beraber gitmeliydi. Çince okkalı bir küfür
savurdu.
“Yabancı mısınız?” dedi karizmatik bir ses hemen arkasından
Çince konuşarak. Baekhee Kore sınırları içerisinde kendi dilinin konuşulmasını
beklemediğinden şaşkınlıkla dönüp arkasında duran sesin sahibine baktı.
Genç uzun boylu, dağınık dalgalı saçlı ve dolgun dudaklıydı.
İnsanın ilk dikkatini çeken şeylerin bunlar olacağı, ya da insanın değil de
Baekhee’nin ilk dikkatini çekenin bunlar olacağı kızın aklına asla gelmezdi.
Baekhee daha çok göz insanıydı, insanların gözlerine ve bakışlarına diğer bütün
özelliklerinden daha fazla ve daha önce dikkat ederdi. Halbuki karşısındaki
kişinin gözlerine bakışları en son varmıştı.
“E-eh sayılırım.” Dedi en son, o da Çince cevap vererek; ama
dişlerinin titremesini önleyememişti. Ceketine biraz daha sıkı sarındı, belki
rüzgarı keserse birazcık ısınmayı başarabilirdi, en azından taksi gelene kadar.
“Ya s-siz?”
Genç Baekhee’yi düşünceli bir biçimde yukarıdan aşağı süzdü,
sonra dudaklarını birbirine bastırdı ve kalın, kapüşonlu montunun fermuarını
indirdi. Baekhee şaşkınlıkla baktı. Bu havada o montun önünü açmıştı, ve şimdi
de çıkarıyordu, şimdi de… kızın omuzlarına dolamıştı. Montun sıcaklığı deri
ceketin üzerinden bile içine kadar işler ve titremesini neredeyse anında
geçirirken Baekhee kocaman açılmış gözlerle şok içinde karşısındaki karizmatik
gencin karizmatik gülümsemesine baktı. Genç Korece konuştu.
“Aniyo.”
Baekhee aslında tepki verecekti; teşekkür edecekti, neden
yaptığını soracaktı, yapmak zorunda olmadığını söyleyecekti, muhabbet edecekti.
Aklında gencin bu kibarlığını geri ödeyecek onlarca yol vardı; eğer genç o daha
hiçbir şey yapamadan dönüp hızla uzaklaşmasaydı. Baekhee gencin peşinden
gitmeye çalıştığındaysa en az yarım saattir beklediği ve gelmeyen taksi tam o
anda önünde durmaya karar verdi.
Kız böyle bir şeyi nasıl karşılayacağını bilemiyordu;
taksiye binip binmemekte bile kararsızdı aslında ama genç çoktan kalabalığın
arasında kaybolduğundan zaten onu bulmak için pek fazla şansı olduğu
söylenemezdi. Kız iç geçirerek taksiye bindi, annesinin verdiği adresi şoföre
aksansızca okumayı başardı ve arka koltuğa kurulup üzerindeki hala sıcacık olan
monta sarındı.
Mont kalın kaşe kumaştandı; füme rengiydi ve yakasında,
fermuar kısmında, kapüşonunun kenarlarında ve dirseklerinde deri vardı. İçi
polar kaplamaydı ve kara kışta bile insanı sıcak tutabilecek bir şeye
benziyordu. Üzerinden de kızın dışarıda esen rüzgardan dolayı pek
algılayamadığı bir koku yayılıyordu. Baekhee parfümleri bilirdi ve bunun bir
parfüm olduğunu düşünmüyordu. Paltoya sinmiş koku biraz is, biraz egzoz, biraz
tütün; ama bolca kendine özgü erkeksi bir kokuydu.
Taksiden inme zamanı geldiği zaman kız kendini içinde zaten
ufacık kaldığı paltoya iyice sarınmış, burnunu polara gömmüş kokuyu içine
çekerken yakaladı. Kendini topladı, taksiciye parayı verip indi ve yüksek, lüks
görünümlü otel binasına girdi. Lobide onu bir erkek bir kadın iyi görünümlü,
üniformalı görevli, yüzlerinde güzel gülümsemelerle karşıladılar. Baekhee
aralarından çabucak geçip kendini resepsiyona attı. Annesinin adını verdiği
zaman neyse ki kendi girişinin de sabahtan yapılmış olduğunu öğrendi. Kalacağı
oda annesinin hemen yanındakiydi, annesi önce kendi yanına gelmesi için
resepsiyona not bile bırakmıştı.
Baekhee annesini kırmadı – zaten kıramazdı, odasının
anahtarını da çalmıştı kadın – ve yedinci kata çıkıp sola döndü, baştan üçüncü
kapıya birkaç defa tıkladı. Birkaç saniye içinde kapı açılmıştı.
“Bir an hiç gelmeyeceksin sandım! Ne oldu, taksi mi
bulamadın? Ben sana demiştim önceden haber verelim gelsinler diye… o üstündeki
de ne?” Baekhee annesinin susmayan vırıltısına kulaklarını tıkamaya alışkın bir
biçimde içeri yürüyüp çantasını yere bıraktı. Haerin’e kızıyordu; ama kız ne
yapsındı, armut dibine düşerdi.
“Sevgilim hava alanında verdi, soğuk diye.” Dedi kız
umursamazca. Ortaokuldan beri sayamayacağı kadar çok sevgilisi olmuştu, annesi
bunu sorgulamazdı. Muhtemelen de Çin’de birinin montu olduğunu düşünürdü.
Aslında “sevgilisi” olduğu dışında söylediği yalan değildi – ki eğer fırsatı
olsa Baekhee o kısmı da doğru yapmak isterdi.
“Ha tamam. Ben de olası evlere biraz baktım; çok fazla
seçenek yok gibi, yarın seninle tekrar bakar karar veririz. Ayrıca kaydını da
aldıralım hazır sen gelmişken. Evi tutarız, haftaya taşınırız, sen de derslere
başlarsın. Biraz devamsızlıktan bir şey olmaz, anlayış göstereceklerdir. Sen
yanına ne aldın kıyafet? Yüz bakım ürünlerini unutmadığını söyle bana, bir
kadın her zaman kendine iyi bakmalıdır-”
“Ben bir kadın değilim ve nefes al, başımı ağrıtıyorsun!”
dedi Baekhee. Annesi nefes almadan söylenebilecek en fazla cümle dünya rekorunu
kırarken kız da bu fırsatı odasının anahtarını ele geçirmek için kullanmıştı.
Yerden çantasını alıp kapıya yürüdü, annesi tam onu kabalığı için haşlamaya
hazırlanırken kadının sözünü bir daha kesti. “Tamam her şeyi yarın hallederiz,
ben şimdi biraz dinleneceğim, hadi görüşürüz!”
Kapıyı arkasından kapatıp odasına kaçtı ve kapıyı
kilitlediğine emin olduktan sonra rahat bir nefes aldı. Annesi bazen gerçekten
boğucu olabiliyordu. Babasını daha çok seviyordu Baekhee, adamın en azından
dakikada üç bin kelime saydırmak gibi bir hayat amacı yoktu.
Çantasını yatağının yanına bıraktı, yatağına oturdu, sonra
uzandı ve monta tekrar sıkıca sarılıp iyice gömüldü ve derin bir nefes aldı.
Bunu yaptığı için bir sapık gibi hissediyor olmalıydı aslında; ama bunu
hissedecek zamanı pek bulamıyordu, özellikle de montun sahibi olan yakışıklının
dolgun dudakları inatla gözlerinin önüne gelirken.
Genç ondan en az üç yaş büyük görünüyordu, belki dört. Belki
de daha büyüktü. Kesinlikle ya lisede sondaydı, ya da üniversiteye başlamıştı.
Tahmin ediyordu ki bir sevgilisi vardı; onun gibiler asla boşta kalmazdı; asla.
Genci tekrar kafasında oluşturmaya çalıştı Baekhee. Koyu
kahverengi saçlarının dalga dalga alnına döküldüğünü hatırlıyordu. Süt kadar
beyaz bir teni vardı; o kadar beyazdı ki neredeyse porselen bebek gibiydi.
Düzgün bir burnu, yumuşak yüz katları, neredeyse kadınsı denebilecek kadar dolgun
ve güzel dudakları vardı… ve bir de üzerinde oluşacak bütün kadınsılığı anında
yok eden o bakışları.
Gencin gözleri aysız bir gece kadar siyahtı, dolunaya karşı
uluyan bir kurt kadar sert bakıyordu… ya da onun gibi bir şeyler işte. Baekhee
kitap okumayı da, şiir okumayı da severdi; ama gencin gözlerini tam olarak
tarif edebilecek hiçbir kelime bulamıyordu. Hep bir şeyler eksik kalıyordu.
Aysız bir gece kadar karanlıktı; ama gözlerinde yıldızlar vardı. Sert bakıyordu
bakmasına; ama içinde bundan çok daha fazlası olduğunu belli edecek kadar da
yumuşaklardı. Arkasında gizli duyguları kolayca okuyamıyordu Baekhee; ama
varlıklarını hissedebiliyordu.
İnsanları kolay tanımakla her zaman övünmüştü; ama
anlamıyordu. Bir insan neden durduk yere bir yabancıya montunu verirdi ki?
Dikkatle bakınca kalın kaşe kumaşın üzerindeki çizikleri, izleri ve kumaştan
fırlamış minik iplik toplarını fark edebiliyordu şimdi kız; belli ki bu şey
oldukça eskiydi. Genç pekala bundan kurtulmak istemiş de olabilirdi. Yine de bu
tam olarak bir sebep sayılmazdı… en azından, hiç tanımasa da, Baekhee bunun
böyle olduğunu düşünmek istiyordu.
Uzanıp telefonunu çıkardı ve açtı kız. Ceketin kokusuna ve
sıcaklığına gömülmüşken arkadaşlarından gelen yüzlerce mesajı hiç okumak
istemiyordu; ama aralarından bir tanesini es geçememişti. Parmağı bir an
tereddütle ekranın üzerinde kaldı, sonra mesajı açıp okudu.
Yesungie: kuşlar dedi
ki bu aralar buraya uğrayacakmışsın. Uğradığında beni de hatırlar mısın ki?
Baekhee elinde olmadan kıkırdadı. Çin’de okuduğu bir sene
içerisinde tanıdığı Koreli değişim öğrencisi, Kim Jongwoon, asla kopamadığı bir
arkadaş olmuştu onun için. Küçük bir tosbağa, bir uzaylı, sakarlık abidesi bir
şapşal olabilirdi; ama bir sene boyunca, annesiyle babası boşanmanın eşiğine
gelirken ne olursa olsun Baekhee’nin yüzünü güldürebilmiş tek insandı o. Hayır
diyemeyeceği, vazgeçemeyeceği tek kişi. Ekrana gülümsedi
Kuşlar da pek
dedikoducuymuş canım…
Gönder tuşuna bastı ve ekrana bakarak saymaya başladı. Beş…
dört… üç… iki… tam bir demek üzereydi ki telefonu yeni bir mesajla titredi.
Kimden olduğunu bilmek için bakması bile gerekmiyordu, çabucak mesajı açtı.
Yesungie: hayal mi
görüyorum yoksa sen gerçek misin?
Hmm, bilemiyorum; ama
her iki şekilde de Seul’deyim.
Yesungie: Houston’dan
koordinatları bekliyoruz… ışınla beni Scotty…
Ciddi olamazsın!
Yesungie: gayet
ciddiyim güzellik, nerede olduğunu söyle yeter.
Baekhee bir an telefonunun ekranına tereddütle baktı; sonra
sadece otelin adını yazıp gönderdi ve kalkıp çabucak küçük valizini açtı. Tabii
ki Jongwoon’la salaş yolculuk kıyafetleriyle buluşmayacaktı. Üzerindekileri
çıkarıp yatağın üzerine özensizce attı, valizden dar kotuyla açık pembe bol üzeri
beyaz çiçekli kolsuz tişörtünü giydi. Çıkardığı botları aynen ayaklarına geri
geçirdi, üzerine hırkasını aldı ve deri ceketine uzanırken öylece kalakaldı.
Belki de buradan bir yere giderlerdi… o zaman yine deri ceketiyle üşüyecekti.
Ama bir kişinin daha o montu sorgulamasını istemiyordu. Hele Jongwoon’la olası
bir sevgiliyi tartışmayı hiç istemiyordu.
Sonunda gereksiz detaylara takılmak gibi bir riski almamaya
karar verip deri ceketini üzerine geçirdi, telefonuyla cüzdanını cebine
tıkıştırdıktan sonra anahtarını da aldı ve odasından çıktı. Asansörü beklemek
gibi bir niyeti yoktu, zaten her katta duracaktı yine; bunun yerine
merdivenlere yöneldi ve ikişer ikişer inip son dört basamaktan her seferinde
hoplayarak zemine indi.
Lobiye girdiğinde henüz tanıdığı kimse orada değildi. Baekhee
hevesle gidip köşedeki, sokağı iyi gören bir koltuğa kuruldu ve beklemeye
başladı. Fazla beklemesi de gerekmedi. En fazla on dakika sonra penceresinin
yanından koşarak onun farkına bile varmadan geçen hardal rengi montlu tosbağa,
bir an sonra kapıdan içeri girmiş lobide onu arıyordu. Kız bir süre şaşkın
şaşkın bakınmasına izin verdi, sonra oturduğu yerde doğrulup elini kaldırdı.
Jongwoon onu gördüğü an yüzünde parlayan ışık gerçekten
görülmeye değerdi. Genç etraftaki hiç kimseyi umursamadan Baekhee’ye doğru
koştu; kız onun üzerine atlamaya niyetli olduğunu anladığında ayağa kalktı ve
bir saniye sonra bunu yaptığına fazlasıyla memnun oldu. Beklediği gibi Jongwoon
ona bütün hızıyla çarpmıştı; ama bunun yanında düşmemesi için ona sıkıca sarıldı,
sonra ayaklarını yerden kesecek bir hızla döndürmeye başladı.
Baekhee ilk başta biraz itiraz edecek oldu; ama kısa süre
sonra genç onu belinden yakalayıp havada döndürmeye başlayınca kahkahalarını
sessiz tutmaya çalışmaktan itiraz etmeye fırsat bulamaz oldu. Sonunda genç onu
yere bıraktığında Baekhee nefes nefeseydi ve lobideki herkesin ilgi odağı
haline geldiklerini umursamıyordu. Kız ona suçlayarak bakarken Jongwoon’un
yüzündeki ifade yaramaz bir sırıtış olarak kaldı.
“Kuşlar dedi ki Becky’nin canı sıkkınmış; ama bakıyorum da
sırıtıyorsunuz, Kraliçem.” Dedi genç. Baekhee geldiğinde canının sıkkın
olduğunu nereden bildiğini sormadı bile; Jongwoon kızın soğuğu sevmediğinden
gayet haberdardı. Baekhee omuz silkti.
“Kuşlar son dedikoduları yetiştirememiş anlaşılan. Bir mesaj
gördüm, keyfim yerine geldi.”
Jongwoon Baekhee’yi yeni bir yere götürmeyi teklif bile
etmedi. Lobide oturup birer kahve söylediler ve kahkahalar eşliğinde sohbet
ederek hasret giderdiler. Jongwoon son trene yetişmek için gitmesi gerektiğini
söylediğinde sokaklar bile boşalmıştı. Baekhee onu yanaklarından öperek yolcu
edip odasına çıktı.
Işıkları açtığında onu kıyafetleriyle dağılmış odası ve
yatağının üzerinde duran koyu gri mont oldu. Kendini bir sebepten monta ihanet etmiş gibi hissediyordu;
ama bu o kadar şizofrenik bir düşünceydi ki Baekhee bunu aklından anında kovdu…
ya da en azından denedi. Düşünmemeye çalışsa, montu dolaba kaldırsa, odasını
toplasa ve uyumaya çalışsa da içindeki o aldatmışlık hissi bir türlü gitmedi.
Sonunda kız pes ederek müzik çalarını çıkardı, kulaklığını takıp son ses
Nemesis açarak sonunda kendini uykunun kollarına bıraktı.
Sonunda okumaya başladım noonim !!! :D ( ey özgürlük!!!!)
YanıtlaSilSanırım baekhee'nin şu babasıyla ilgili dakikada 3000 kelime saydırma sims usülü "life wish"ini okurken kendi kahkahamda boğuluyordum... cidden... hani abuk subuk nefes alma çabası içindeki özge sesleri çıkardım.
Amanın o gözler ne öyle... Tablo yaptırım duvara asasım geldi <3
ve mont... aahh sevgili mont... Baekhee yi my precious moduna geçiren mont XD
Şu an favori karakterim mont B-)
ve nedense içimden bir ses sen bekle yesung senin başına daha neleeeeer gelecek. ormana gittin mi göreceksiinnnnn demek geliyor. hiçbir spoilerım yok yanılıyor da olabilirim ama cidden şimdiden içimde bir acıma sempatisi oluştu çocuğa karşı :D