– 12 –
Sekyung kuş cıvıltıları, yüzüne vuran güneş ışığı ve hafif
bir sarsıntıyla uyandığında sanki sadece birkaç dakikadır uyuyormuş gibi
hissediyordu kendini. Gözlerini kapatıp açmıştı ve sabah olmuştu
bile. Bıraksalar daha saatlerce uyurdu. Aslında bıraksalar günlerce uyuma
kapasitesine sahip bir insan olduğundan bu çok da ekstrem bir durum değildi.
“Hadi ama bak her şey hazır olana kadar sana kimseyi
dokundurtmadım.” Dedi tepesindeki, sonunda anlayabildiği ses. Dönüp yarı açık
gözlerle karşısındaki yüzü anlamlandırmaya çalıştı.
“Aferin, iyi etmişsin de sen kimsin?” dedi, mahmurlukla.
“Aşk olsun, tanımadın mı?” dedi karşısındaki, alınganlıkla.
Sekyung gözlerini tekrar kırpıştırarak görüntüyü netleştirmeye çabaladı,
gözlerini kıstı. Karşısında somurtanın Chen olduğunu anladığındaysa yastığını
yüzüne kapattı.
“Kim sana sabah beni uyandırmanı söyledi?” diye homurdandı yastığın içine. Sabah yeni kalkmışken en rezil hallerini, onları bilen arkadaşlarının görmesini tercih ederdi.
“Yapma ama, senin daha kötü hallerini gördüm.” Dedi Chen,
yastığı Sekyung’un pençelerinden kolayca çekip kurtarırken. Sekyung oflayarak
gözlerini ovuşturmaya başladı. Chen ellerini de tutup yüzünden uzaklaştırdı.
“Hani, bıraksan diyorum?” dedi Sekyung, tek kaşını
kaldırarak. Chen’in yüzünde geniş bir sırıtış yavaş yavaş belirdi. “Bana bak,
kung-fu biliyorum.”
“Bence yine de bana vuramazsın.” Dedi Chen, kıkırdayarak.
Sekyung’un kaşları, saçlarının arasında kaybolma tehlikesine girecek kadar
havalandı.
“Mayına bastın.” Dedi Sekyung; ayaklarını hızla topladı,
Chen’in karnına bastırıp var gücüyle itti. Bir an kendini bir çocuğa uçtu uçtu
yapar gibi hissetmişti – sadece Chen’in hala ellerinden tutabildiği bir tek an
– sonra Chen bir kuş gibi havalanıp odanın öbür ucuna bir boz ayı zarafetiyle
indi. Sekyung yatağında azametle doğruldu. “Sabah sabah spor da yapmış oldum, ne
güzel oldu yahu!”
“Sen cidden- kung-fu biliyor muydun?” dedi Chen,
toparlanmaya çalışırken. Sekyung omuz silkip tırnaklarını incelemeye başladı.
“Eh, yani, şöyle böyle…” dedi, abartılı bir umursamazlıkla.
Aslında öyle dövüş sanatı bildiği falan yoktu; yani öğrenmeyi hep istemişti de
bir türlü fırsatı olmamıştı. Sekyung sadece “yapamazsın” denen her şeyi yapma
gibi takıntılı bir inada sahipti, hepsi buydu. Tabi bazen biraz tehlikeli
olabiliyordu; ama insanlar da mayına basmasındı o zaman.
“Senden korkulur.” Dedi Chen, sonunda ayağa kalkmayı
başararak. Yüzündeyse hiç korkuyormuş gibi değil, aksine eğleniyormuş gibi bir
hava vardı.
“Mazoşist misin sen?” dedi Sekyung kaşlarını çatarak, sonra
ayağa kalktı. “Bak canım, banyoya gidiyorum, orada da takip etmeye
kalkacaksan…”
“Canıma susamadım, merak etme.” Diye sırıttı Chen;
Sekyung’dan önce odadan çıkıp neredeyse sekerek uzaklaştı. Cevabıysa Sekyung’un
kafasında sinir bozucu bir anlam bırakmıştı: yani Sekyung’un onu
öldürmeyeceğini bilse banyoya da onunla gelebilirdi. Ah, neyse ki Sekyung sapık
öldürme konusunda oldukça becerikliydi.
“Görev tamamlandı!” diyerek başparmağını kaldırdı
aşağıdakilere Chen, merdivenlerden iner inmez. Arkadaşlarından birçoğu
aşağıdaydı; Lay, Rian, Hanna, Luhan, Tao, Kris ve Kai hariç, tabii ki. “Ben
sıramı savdım; şimdi siz düşünün.”
“Çiftleri ben alırım.” Diyerek ayaklandı Suho. Koltuklardan
birinin köşesinde dalgınca oturmakta olan Baekhee boğulur gibi öksürdü.
“ÇiftLER derken?!” dedi, gözlerini korkunç derecede
pörtleterek. Suho yardım bekler gibi telaşla sağına soluna baktı, sonra biraz
kem küm ettikten sonra düzeltti.
“Yani, aynı odada kalan ikililer anlamında söyledim, çift
derken, ehem…”
“İyi bari.” Diye homurdanıyordu ki homurtusunun ortasında
durdu Baekhee. “Bir dakika, Tao’yla Kris de zaten aynı odada kalmıyor mu?
Hepsini sen uyandırmayacağına göre??”
“Eüüühhmmm şeeyyy ben işte o ikisiyle Lay-Rian çiftini
uyandıracaktım!! Evet, öyle yapacaktım. Luhan’la Hanna’yı başkası alsın.” Diye
hoş bir göbek dansı çevirdi Suho ve Baekhee’nin tekrar konuşmasına fırsat
bırakmadan tabanları yağladı.
“O ikisini de ben alırım.” Dedi Chanyeol, anında
ayaklanarak. Onları Baekhee uyandırırsa hır çıkma olasılığının ne kadar yüksek olduğunu o bile
hesaplayabiliyordu.
“Tamam; o zaman Kai’yi de…” diyerek ayaklandı Baekhee.
“Kai’yi ben uyandırırım.” Diye kalktı Sehun, Baekhee’den
önce. Baekhee gözlerini kıstı, ayağındaki terliği sanki futbol topuna vurur
gibi savurdu ve büyük bir isabetle Sehun’un kafasına doğru yolladı. Eğer Sehun
yoldan son anda çekilmese terliği tam şakağına yiyecekti.
“Sakın bu işe
bulaşma, sarışın.” Dedi Baekhee, tehditkar bir biçimde. Sehun şaşkınca
gözlerini kırparak ona baktı.
“Eee… tamam?” dedi, yerine dikkatle geri oturarak. Demek
evde terör estirmek böyle bir şey oluyordu… Baekhee bunu hep arkadaşlarından
“annem/babam/ablam/abim yine evde terör estirdi” cümle kalıbının içinde
duyardı; ama hiç kendisi deneyimlememişti. Etkisinden memnun bir biçimde
Kai’nin odasına yöneldi. Bugün tekmelenerek uyandırılmasına izin vermeyecekti,
kararlıydı. Dün gece için ona çok şey borçlu olduğunu hissediyordu; hem çay,
hem bileklik, hem duygusal destek için. Bugün, bir şekilde, onu nazikçe
uyandırmanın bir yolunu bulmak zorundaydı.
Odaya girdiğinde Kai’yi yine yatağında darmadağın bir
biçimde uyurken buldu. Yorganı bacaklarına dolanmış, başı yastıktan kaymıştı.
Bir kolu başının altındaydı, diğeri yorganı yakalamış tutuyordu. Saçları
dünkünden bile daha dağınıktı; ama bu sefer ayıcıklı pijamasının herhangi bir
yeri açılmamıştı. Baekhee kapıda durup ne yapsa daha iyi olacağını düşünürken
Kai uykusunda mızıldanıp dudaklarını sanki rüyasında lezzetli bir şey yemiş
gibi kıpırdattı, sonra hafifçe olduğu yerde büzüştü. Baekhee elinde olmadan
kıkırdadığını fark etti.
“Kaaaiiiii…” diye seslendi, müzikal bir biçimde. Kai’den
yanıt olarak benzer uzunlukta bir “hm” sesi geldi. Bu gerçekten küçük bir oğlan
çocuğunu uyandırmak gibi bir histi. Baekhee bir an durup düşündü. Küçük bir
oğlan çocuğu nasıl uyanırdı? Acıktıysa uyanırdı, ucunda bir şey varsa uyanırdı,
uykusunu aldıysa kendiliğinden uyanırdı. Annesi uyandırınca mızıldanır, beş
dakika daha isterdi. Annesi kızınca inat eder, başını yorganının altına
gömerdi. Annesi yanına gidip severse ne olurdu peki? Baekhee’nin bir kardeşi
yoktu, küçük çocuklarla ilgilenme konusunda korkunç beceriksizdi, zaten bu
yüzden çocuklardan da korkardı. Ama gördüğü bütün filmlerde küçük oğlan
çocukları, sabah anneleri yanlarına gidip onları severse, mutlu bir
gülümsemeyle uyanıyorlardı.
Temkinle yatağın yanına yaklaştı Baekhee. Kai oldukça
huzurlu bir biçimde hala uyuyordu. Elini uzattı; dokunmadan hemen önce, Kai’den
sadece birkaç santim uzakta havada durdu. Tereddüt etti, bir süre kendisiyle
boğuştu, sonunda uzanıp çok yumuşakça Kai’nin saçlarına dokundu. Genç,
uykusunda hafifçe iç çekti ve Baekhee’nin eline doğru sokuldu. Baekhee
gözlerini kırpıştırdı; bu bir kedinin veya köpeğin, yani tüylü ve sıcakkanlı
bir ev hayvanının yapacağı bir hareketti ve felaket sevimliydi. Gülümsemesini
bastıramadan kısa bir süre Kai’nin saçlarını okşadı.
“Kalkma vakti.” Dedi bir süre sonra sessizce, sonra eğilip
gencin saçlarına yumuşak bir öpücük kondurdu ve geri çekildi. İşe yaramasını
umuyordu; yaramazsa da en azından denemedim, demezdi. Kai’nin göz kapakları
titreşti, açıldı ve gözleri odaklandı. Baekhee’nin varlığını fark ettiğinde
genç gözlerini inanamazlıkla kırpıştırdı, sonra Baekhee’yi şaşırtarak yatakta
mümkün olduğu kadar geri çekildi. Neredeyse düşecekti.
“Yanlış bir şey yapmadım, değil mi?” dedi Kai,
yalvarırcasına. Baekhee gülüp başını iki yana salladı.
“Hiçbir şey yapmadın, uyuyan güzel; gerçekten de öpünce
uyanıyormuşsun.” Diye sırıttı kız. Kai bir an anlamaya çalışarak baktı; sonra
yüzü pembeleşti, gözleri açıldı ve parmaklarının arkasıyla – Baekhee’nin çok da
erkeksi olduğunu söyleyemeyeceği bir hareketle – dudaklarını kapatarak
Baekhee’ye şok içinde baktı. Tepkileri Baekhee’yi eğlendiriyordu.
“Irzına geçmişim gibi bakma bana, kafanın tepesine bir
öpücük kondurdum, hepsi bu!” dedi kız, sırıtarak. Kai rahatlayarak bir nefes
verdi ve elinin düşmesine izin verdi.
“Öyle desene.” Diye mırıldandı, bacaklarını yorgandan çözme
çalışmalarına başlarken.
“Ben bir şey demedim ki, sen yanlış anladın!” dedi Baekhee,
eğlenerek. “Neyse, demek ki neymiş? Bundan sonra seni öperek uyandırıyorlarmış.
Kahvaltı hazır, sen de çok geç kalma.”
“Her şeyi bitirmeyin!” diye seslendi Kai, Baekhee kapıdan
çıkarken. Kızın kaybolduğu yere bir süre, dudaklarında hafif bir gülümsemeyle
bakakaldı, sonra çabucak bacaklarını yorgandan çıkarıp üzerini değiştirdi ve o
da kahvaltıya gitti.
“Sabahtan beri hava fazlasıyla güneşli, sanki yağacağını
yağdı kalanını bıraktı.” Dedi D.O. kahvaltıdan sonra, sanki şikayet eder gibi. Bulaşık
sırası bugün Luhan’daydı; genelde Sehun’la beraber yapmalarına rağmen o işi,
bugün Hanna da yardım etmek istediğinde ısrar ettiğinden ikisi ortalarda yoktu.
Lay ve Rian da oldukça kayıplardı; bahçede olacaklarını söylemişlerdi ve doğal
olarak kimse yanlarına gitmeye yeltenmemişti.
“Ne o, güneşe garezin mi var?” diye laf attı Chen anında.
“Yağmurdan sonra gözümü acıtıyor.” Dedi D.O. ve huysuz
huysuz gölgeye çekildi.
“Nesi var bunun?” dedi Baekhyun, oturduğu yerden. Yine
Chanyeol’e karşı – çünkü bir türlü susmak bilmiyordu – satranç oynuyordu; ama
bu sefer Suho hakemlik yapıyordu.
“Vampir ya, güneşe katlanamıyor.” Diye sırıttı Chen. Sekyung
gözlerini devirdi.
“Daha iyi bir tane bulamadın mı?”
“Her zaman denk gelmiyor, ne yapayım yani?” diye omuz silkti
Chen. Sekyung onaylamayan bir bakış attı ve başını çevirdi. Chen gözlerini
kıstı, eğildi ve sırf gıcıklığına Sekyung’un boynuna doğru hafifçe üfledi. Çoğu
insan bundan huylanırdı; ama Chen bile Sekyung’un oturduğu yerde sıçrayıp ondan
uzaklaşmasını ve sonra eğer bakışlar
öldürebilseydi şimdi mezarda olurdun bakışını atmasını beklememişti.
Eğlenerek sırıttı.
“Çok mu komik? Ha? Çok mu komik? Dayak mı istiyorsun sen?”
dedi Sekyung sinirle, sonra kalkıp bir hışım bahçeye çıktı. Chen de hemen
arkasındaydı.
“Neye kızdın ki şimdi? Ne yaptım ben?” diye sordu Chen
gülerek, Sekyung’a yetişmeye çalışıyormuş gibi yaparken. Bunun için çabalaması gerekmiyordu halbuki.
“Tam bir gıcıksın, Chen.” Dedi Sekyung, gözlerini devirerek.
Lay ve Rian’ı çimlerde sarmaş dolaş otururken gördüğü yerden uzaklaştı ve
Luhan’la Hanna’nın önceki gün gözden kaybolduğu ağaçlığa doğru yürüdü.
“Şimdi nereye gidiyorsun? Orası sadece ağaçlık, çıkmaz
sokak.” Dedi Chen. Sekyung arkasını dönüp geri geri yürümeye başladı.
“Sana ne? Hesap mı vermeliyim? Canım istedi gidiyorum; sen
neden peşimdesin?”
“Saçma bir şey yapma diye.” Dedi Chen, masum masum.
“Burada saçma olan tek şey sensin, sana o kadar şapşal mı
görünüyorum?” dedi Sekyung. Chen onu şöyle bir süzdü.
“Ağaçlığın ortasında, sırf bana uyuz olduğun için, bir köke
takılıp düşme riskini göze alarak geri geri yürürken mi? Bu soruyu cevaplamamı
istediğine emin misin?” dedi Chen, muzip bir gülüşle.
“Seni öldürürüm, çocuk!” dedi Sekyung ve hışımla, daha hızlı
uzaklaşmak için arkasını dönmeye çalıştı. Chen’in bir kahin gibi öngördüğü
biçimde bir köke takılıp yere doğru serbest düşüşe geçmeseydi başarılı da olacaktı.
Düşmeden önce sadece ufak bir viyaklama çıkarıp kollarını kendine siper edecek
kadar vakti olmuştu; ama beklediği büyük çarpışma hiç gerçekleşmedi. Bunun
yerine bir şey onu düşüş rotasından saptırdı ve bir tur yuvarlanıp durdu.
Kıpırdamayacağına emin olduğunda kollarını indirip gözlerini temkinle açtı
Sekyung; ama hiç açmamış olmayı dilerdi.
“İyi misin?” dedi Chen yumuşak bir sesle, oldukça yakın
mesafeden. Yüzü Sekyung’un bütün görüş alanını kaplıyordu ve normalde alnına
düşen dağınık kahverengi saçları şimdi Sekyung’un yüzünü gıdıklıyordu. Yaprakların
arasından süzülen güneş ışığı, ağaçların arasından esen rüzgarın fısıltısı, kuş
sesleri ve Chen’in fazla yakında duran ışıltılı gözleriyle tarçınlı sıcak
çikolata kokusu… kalbinin hızlanmasına engel olamadı Sekyung.
“Bir şeyim yok sanırım.” Demeyi başardı sonunda; ama bunu
kontrol edecek kadar hareket edemiyordu. Biraz bile kıpırdasa Chen’e daha fazla
yaklaşmak zorunda kalacaktı ki bu onun için hiç güvenli – veya mantıklı – bir
hareket değildi. Ama Chen uzaklaşmıyordu. Kıpırdamıyordu; sadece Sekyung’un
gözlerinin içine bakıyordu. Sekyung kızarmış yanakları ve kulaklarında atan
kalbiyle şaşkınca baktı. “Chen?”
Chen cevap vermek yerine, ikisinin de beklemediği bir
hareketle, eğilip dudaklarını Sekyung’un dudaklarına bastırdı. Sekyung’un tüm
vücudu bu beklenmedik hareketle gerildi, gözleri fal taşı gibi açıldı; ama
dudaklarından başlayıp tüm vücudunu saran sıcak, nefes kesici hissi inkar
edemezdi. Kalbinin bir an durduğuna yemin edebilirdi, hatta Chen geri çekilse
ona okkalı bir tokat da basabilirdi; ama Chen geri çekilmedi. Bunun yerine
Sekyung’u öptü, öptü, öptü… ta ki kızın kalbi göğsünden fırlayıp uçup
gidebilirmiş gibi atmaya, göz kapakları titreyip kapanana ve dudakları Chen’in
öpüşüne uyum sağlayana kadar. Kısa süre sonra Sekyung’un tutunacak bir yer
arayarak Chen’in kazağını kavradı, düzgün nefes alamıyordu ve düzgün
düşünemiyordu da.
Chen, sanki fazla uzaklaşmaya katlanamıyormuş gibi,
Sekyung’un dudaklarına kısa, masum öpücükler kondurmaya devam ederek biraz geri
çekildi. Sekyung gözlerini aralayıp kendine gelmeye çalıştı. Aklı o kadar
dumanlıydı ki kimdi, neredeydi, haberi bile yoktu. Sadece karşısındaki buğulu
gözleri ve dudaklarındaki tarçınlı Chen
tadını tanıyabiliyordu. Bir insan nasıl dudaklarında tarçınlı sıcak çikolata
tadı bırakabilirdi? Eğer bu gerçekten aşırıya kaçacak bir hareket olacak olmasa şu
anda dudaklarını yalardı Sekyung. Chen sonunda Sekyung’dan yeterince uzaklaşıp
alnını kızın alnına dayayabildiğinde Sekyung’un düşünceleri tam bir çorbaydı. Chen’in - Sekyung'un sakinleşmesi için fazla yakında olan - yüzüne boş boş bakarken gencin yüzüne yeniden
muzip bir gülümseme yayıldı.
“O değil de, sen bana tam olarak niçin kızmıştın acaba?”
Öldüm gömün beni
YanıtlaSilbölümü yollama zamanım da manidar...
Sil