28 Temmuz 2014 Pazartesi

Başlangıç - 12

– 12 –

Sekyung kuş cıvıltıları, yüzüne vuran güneş ışığı ve hafif bir sarsıntıyla uyandığında sanki sadece birkaç dakikadır uyuyormuş gibi hissediyordu kendini.  Gözlerini kapatıp açmıştı ve sabah olmuştu bile. Bıraksalar daha saatlerce uyurdu. Aslında bıraksalar günlerce uyuma kapasitesine sahip bir insan olduğundan bu çok da ekstrem bir durum değildi.

“Hadi ama bak her şey hazır olana kadar sana kimseyi dokundurtmadım.” Dedi tepesindeki, sonunda anlayabildiği ses. Dönüp yarı açık gözlerle karşısındaki yüzü anlamlandırmaya çalıştı.

“Aferin, iyi etmişsin de sen kimsin?” dedi, mahmurlukla.

“Aşk olsun, tanımadın mı?” dedi karşısındaki, alınganlıkla. Sekyung gözlerini tekrar kırpıştırarak görüntüyü netleştirmeye çabaladı, gözlerini kıstı. Karşısında somurtanın Chen olduğunu anladığındaysa yastığını yüzüne kapattı.


“Kim sana sabah beni uyandırmanı söyledi?” diye homurdandı yastığın içine. Sabah yeni kalkmışken en rezil hallerini, onları bilen arkadaşlarının görmesini tercih ederdi.

“Yapma ama, senin daha kötü hallerini gördüm.” Dedi Chen, yastığı Sekyung’un pençelerinden kolayca çekip kurtarırken. Sekyung oflayarak gözlerini ovuşturmaya başladı. Chen ellerini de tutup yüzünden uzaklaştırdı.

“Hani, bıraksan diyorum?” dedi Sekyung, tek kaşını kaldırarak. Chen’in yüzünde geniş bir sırıtış yavaş yavaş belirdi. “Bana bak, kung-fu biliyorum.”

“Bence yine de bana vuramazsın.” Dedi Chen, kıkırdayarak. Sekyung’un kaşları, saçlarının arasında kaybolma tehlikesine girecek kadar havalandı.

“Mayına bastın.” Dedi Sekyung; ayaklarını hızla topladı, Chen’in karnına bastırıp var gücüyle itti. Bir an kendini bir çocuğa uçtu uçtu yapar gibi hissetmişti – sadece Chen’in hala ellerinden tutabildiği bir tek an – sonra Chen bir kuş gibi havalanıp odanın öbür ucuna bir boz ayı zarafetiyle indi. Sekyung yatağında azametle doğruldu. “Sabah sabah spor da yapmış oldum, ne güzel oldu yahu!”

“Sen cidden- kung-fu biliyor muydun?” dedi Chen, toparlanmaya çalışırken. Sekyung omuz silkip tırnaklarını incelemeye başladı.

“Eh, yani, şöyle böyle…” dedi, abartılı bir umursamazlıkla. Aslında öyle dövüş sanatı bildiği falan yoktu; yani öğrenmeyi hep istemişti de bir türlü fırsatı olmamıştı. Sekyung sadece “yapamazsın” denen her şeyi yapma gibi takıntılı bir inada sahipti, hepsi buydu. Tabi bazen biraz tehlikeli olabiliyordu; ama insanlar da mayına basmasındı o zaman.

“Senden korkulur.” Dedi Chen, sonunda ayağa kalkmayı başararak. Yüzündeyse hiç korkuyormuş gibi değil, aksine eğleniyormuş gibi bir hava vardı.

“Mazoşist misin sen?” dedi Sekyung kaşlarını çatarak, sonra ayağa kalktı. “Bak canım, banyoya gidiyorum, orada da takip etmeye kalkacaksan…”

“Canıma susamadım, merak etme.” Diye sırıttı Chen; Sekyung’dan önce odadan çıkıp neredeyse sekerek uzaklaştı. Cevabıysa Sekyung’un kafasında sinir bozucu bir anlam bırakmıştı: yani Sekyung’un onu öldürmeyeceğini bilse banyoya da onunla gelebilirdi. Ah, neyse ki Sekyung sapık öldürme konusunda oldukça becerikliydi.

“Görev tamamlandı!” diyerek başparmağını kaldırdı aşağıdakilere Chen, merdivenlerden iner inmez. Arkadaşlarından birçoğu aşağıdaydı; Lay, Rian, Hanna, Luhan, Tao, Kris ve Kai hariç, tabii ki. “Ben sıramı savdım; şimdi siz düşünün.”

“Çiftleri ben alırım.” Diyerek ayaklandı Suho. Koltuklardan birinin köşesinde dalgınca oturmakta olan Baekhee boğulur gibi öksürdü.

“ÇiftLER derken?!” dedi, gözlerini korkunç derecede pörtleterek. Suho yardım bekler gibi telaşla sağına soluna baktı, sonra biraz kem küm ettikten sonra düzeltti.

“Yani, aynı odada kalan ikililer anlamında söyledim, çift derken, ehem…”

“İyi bari.” Diye homurdanıyordu ki homurtusunun ortasında durdu Baekhee. “Bir dakika, Tao’yla Kris de zaten aynı odada kalmıyor mu? Hepsini sen uyandırmayacağına göre??”

“Eüüühhmmm şeeyyy ben işte o ikisiyle Lay-Rian çiftini uyandıracaktım!! Evet, öyle yapacaktım. Luhan’la Hanna’yı başkası alsın.” Diye hoş bir göbek dansı çevirdi Suho ve Baekhee’nin tekrar konuşmasına fırsat bırakmadan tabanları yağladı.

“O ikisini de ben alırım.” Dedi Chanyeol, anında ayaklanarak. Onları Baekhee uyandırırsa hır çıkma olasılığının ne kadar yüksek olduğunu o bile hesaplayabiliyordu.

“Tamam; o zaman Kai’yi de…” diyerek ayaklandı Baekhee.

“Kai’yi ben uyandırırım.” Diye kalktı Sehun, Baekhee’den önce. Baekhee gözlerini kıstı, ayağındaki terliği sanki futbol topuna vurur gibi savurdu ve büyük bir isabetle Sehun’un kafasına doğru yolladı. Eğer Sehun yoldan son anda çekilmese terliği tam şakağına yiyecekti.

Sakın bu işe bulaşma, sarışın.” Dedi Baekhee, tehditkar bir biçimde. Sehun şaşkınca gözlerini kırparak ona baktı.

“Eee… tamam?” dedi, yerine dikkatle geri oturarak. Demek evde terör estirmek böyle bir şey oluyordu… Baekhee bunu hep arkadaşlarından “annem/babam/ablam/abim yine evde terör estirdi” cümle kalıbının içinde duyardı; ama hiç kendisi deneyimlememişti. Etkisinden memnun bir biçimde Kai’nin odasına yöneldi. Bugün tekmelenerek uyandırılmasına izin vermeyecekti, kararlıydı. Dün gece için ona çok şey borçlu olduğunu hissediyordu; hem çay, hem bileklik, hem duygusal destek için. Bugün, bir şekilde, onu nazikçe uyandırmanın bir yolunu bulmak zorundaydı.

Odaya girdiğinde Kai’yi yine yatağında darmadağın bir biçimde uyurken buldu. Yorganı bacaklarına dolanmış, başı yastıktan kaymıştı. Bir kolu başının altındaydı, diğeri yorganı yakalamış tutuyordu. Saçları dünkünden bile daha dağınıktı; ama bu sefer ayıcıklı pijamasının herhangi bir yeri açılmamıştı. Baekhee kapıda durup ne yapsa daha iyi olacağını düşünürken Kai uykusunda mızıldanıp dudaklarını sanki rüyasında lezzetli bir şey yemiş gibi kıpırdattı, sonra hafifçe olduğu yerde büzüştü. Baekhee elinde olmadan kıkırdadığını fark etti.

“Kaaaiiiii…” diye seslendi, müzikal bir biçimde. Kai’den yanıt olarak benzer uzunlukta bir “hm” sesi geldi. Bu gerçekten küçük bir oğlan çocuğunu uyandırmak gibi bir histi. Baekhee bir an durup düşündü. Küçük bir oğlan çocuğu nasıl uyanırdı? Acıktıysa uyanırdı, ucunda bir şey varsa uyanırdı, uykusunu aldıysa kendiliğinden uyanırdı. Annesi uyandırınca mızıldanır, beş dakika daha isterdi. Annesi kızınca inat eder, başını yorganının altına gömerdi. Annesi yanına gidip severse ne olurdu peki? Baekhee’nin bir kardeşi yoktu, küçük çocuklarla ilgilenme konusunda korkunç beceriksizdi, zaten bu yüzden çocuklardan da korkardı. Ama gördüğü bütün filmlerde küçük oğlan çocukları, sabah anneleri yanlarına gidip onları severse, mutlu bir gülümsemeyle uyanıyorlardı.

Temkinle yatağın yanına yaklaştı Baekhee. Kai oldukça huzurlu bir biçimde hala uyuyordu. Elini uzattı; dokunmadan hemen önce, Kai’den sadece birkaç santim uzakta havada durdu. Tereddüt etti, bir süre kendisiyle boğuştu, sonunda uzanıp çok yumuşakça Kai’nin saçlarına dokundu. Genç, uykusunda hafifçe iç çekti ve Baekhee’nin eline doğru sokuldu. Baekhee gözlerini kırpıştırdı; bu bir kedinin veya köpeğin, yani tüylü ve sıcakkanlı bir ev hayvanının yapacağı bir hareketti ve felaket sevimliydi. Gülümsemesini bastıramadan kısa bir süre Kai’nin saçlarını okşadı.

“Kalkma vakti.” Dedi bir süre sonra sessizce, sonra eğilip gencin saçlarına yumuşak bir öpücük kondurdu ve geri çekildi. İşe yaramasını umuyordu; yaramazsa da en azından denemedim, demezdi. Kai’nin göz kapakları titreşti, açıldı ve gözleri odaklandı. Baekhee’nin varlığını fark ettiğinde genç gözlerini inanamazlıkla kırpıştırdı, sonra Baekhee’yi şaşırtarak yatakta mümkün olduğu kadar geri çekildi. Neredeyse düşecekti.

“Yanlış bir şey yapmadım, değil mi?” dedi Kai, yalvarırcasına. Baekhee gülüp başını iki yana salladı.

“Hiçbir şey yapmadın, uyuyan güzel; gerçekten de öpünce uyanıyormuşsun.” Diye sırıttı kız. Kai bir an anlamaya çalışarak baktı; sonra yüzü pembeleşti, gözleri açıldı ve parmaklarının arkasıyla – Baekhee’nin çok da erkeksi olduğunu söyleyemeyeceği bir hareketle – dudaklarını kapatarak Baekhee’ye şok içinde baktı. Tepkileri Baekhee’yi eğlendiriyordu.

“Irzına geçmişim gibi bakma bana, kafanın tepesine bir öpücük kondurdum, hepsi bu!” dedi kız, sırıtarak. Kai rahatlayarak bir nefes verdi ve elinin düşmesine izin verdi.

“Öyle desene.” Diye mırıldandı, bacaklarını yorgandan çözme çalışmalarına başlarken.

“Ben bir şey demedim ki, sen yanlış anladın!” dedi Baekhee, eğlenerek. “Neyse, demek ki neymiş? Bundan sonra seni öperek uyandırıyorlarmış. Kahvaltı hazır, sen de çok geç kalma.”

“Her şeyi bitirmeyin!” diye seslendi Kai, Baekhee kapıdan çıkarken. Kızın kaybolduğu yere bir süre, dudaklarında hafif bir gülümsemeyle bakakaldı, sonra çabucak bacaklarını yorgandan çıkarıp üzerini değiştirdi ve o da kahvaltıya gitti.

“Sabahtan beri hava fazlasıyla güneşli, sanki yağacağını yağdı kalanını bıraktı.” Dedi D.O. kahvaltıdan sonra, sanki şikayet eder gibi. Bulaşık sırası bugün Luhan’daydı; genelde Sehun’la beraber yapmalarına rağmen o işi, bugün Hanna da yardım etmek istediğinde ısrar ettiğinden ikisi ortalarda yoktu. Lay ve Rian da oldukça kayıplardı; bahçede olacaklarını söylemişlerdi ve doğal olarak kimse yanlarına gitmeye yeltenmemişti.

“Ne o, güneşe garezin mi var?” diye laf attı Chen anında.

“Yağmurdan sonra gözümü acıtıyor.” Dedi D.O. ve huysuz huysuz gölgeye çekildi.

“Nesi var bunun?” dedi Baekhyun, oturduğu yerden. Yine Chanyeol’e karşı – çünkü bir türlü susmak bilmiyordu – satranç oynuyordu; ama bu sefer Suho hakemlik yapıyordu.

“Vampir ya, güneşe katlanamıyor.” Diye sırıttı Chen. Sekyung gözlerini devirdi.

“Daha iyi bir tane bulamadın mı?”

“Her zaman denk gelmiyor, ne yapayım yani?” diye omuz silkti Chen. Sekyung onaylamayan bir bakış attı ve başını çevirdi. Chen gözlerini kıstı, eğildi ve sırf gıcıklığına Sekyung’un boynuna doğru hafifçe üfledi. Çoğu insan bundan huylanırdı; ama Chen bile Sekyung’un oturduğu yerde sıçrayıp ondan uzaklaşmasını ve sonra eğer bakışlar öldürebilseydi şimdi mezarda olurdun bakışını atmasını beklememişti. Eğlenerek sırıttı.

“Çok mu komik? Ha? Çok mu komik? Dayak mı istiyorsun sen?” dedi Sekyung sinirle, sonra kalkıp bir hışım bahçeye çıktı. Chen de hemen arkasındaydı.

“Neye kızdın ki şimdi? Ne yaptım ben?” diye sordu Chen gülerek, Sekyung’a yetişmeye çalışıyormuş gibi yaparken. Bunun için çabalaması gerekmiyordu halbuki.

“Tam bir gıcıksın, Chen.” Dedi Sekyung, gözlerini devirerek. Lay ve Rian’ı çimlerde sarmaş dolaş otururken gördüğü yerden uzaklaştı ve Luhan’la Hanna’nın önceki gün gözden kaybolduğu ağaçlığa doğru yürüdü.

“Şimdi nereye gidiyorsun? Orası sadece ağaçlık, çıkmaz sokak.” Dedi Chen. Sekyung arkasını dönüp geri geri yürümeye başladı.

“Sana ne? Hesap mı vermeliyim? Canım istedi gidiyorum; sen neden peşimdesin?”

“Saçma bir şey yapma diye.” Dedi Chen, masum masum.

“Burada saçma olan tek şey sensin, sana o kadar şapşal mı görünüyorum?” dedi Sekyung. Chen onu şöyle bir süzdü.

“Ağaçlığın ortasında, sırf bana uyuz olduğun için, bir köke takılıp düşme riskini göze alarak geri geri yürürken mi? Bu soruyu cevaplamamı istediğine emin misin?” dedi Chen, muzip bir gülüşle.

“Seni öldürürüm, çocuk!” dedi Sekyung ve hışımla, daha hızlı uzaklaşmak için arkasını dönmeye çalıştı. Chen’in bir kahin gibi öngördüğü biçimde bir köke takılıp yere doğru serbest düşüşe geçmeseydi başarılı da olacaktı. Düşmeden önce sadece ufak bir viyaklama çıkarıp kollarını kendine siper edecek kadar vakti olmuştu; ama beklediği büyük çarpışma hiç gerçekleşmedi. Bunun yerine bir şey onu düşüş rotasından saptırdı ve bir tur yuvarlanıp durdu. Kıpırdamayacağına emin olduğunda kollarını indirip gözlerini temkinle açtı Sekyung; ama hiç açmamış olmayı dilerdi.

“İyi misin?” dedi Chen yumuşak bir sesle, oldukça yakın mesafeden. Yüzü Sekyung’un bütün görüş alanını kaplıyordu ve normalde alnına düşen dağınık kahverengi saçları şimdi Sekyung’un yüzünü gıdıklıyordu. Yaprakların arasından süzülen güneş ışığı, ağaçların arasından esen rüzgarın fısıltısı, kuş sesleri ve Chen’in fazla yakında duran ışıltılı gözleriyle tarçınlı sıcak çikolata kokusu… kalbinin hızlanmasına engel olamadı Sekyung.

“Bir şeyim yok sanırım.” Demeyi başardı sonunda; ama bunu kontrol edecek kadar hareket edemiyordu. Biraz bile kıpırdasa Chen’e daha fazla yaklaşmak zorunda kalacaktı ki bu onun için hiç güvenli – veya mantıklı – bir hareket değildi. Ama Chen uzaklaşmıyordu. Kıpırdamıyordu; sadece Sekyung’un gözlerinin içine bakıyordu. Sekyung kızarmış yanakları ve kulaklarında atan kalbiyle şaşkınca baktı. “Chen?”

Chen cevap vermek yerine, ikisinin de beklemediği bir hareketle, eğilip dudaklarını Sekyung’un dudaklarına bastırdı. Sekyung’un tüm vücudu bu beklenmedik hareketle gerildi, gözleri fal taşı gibi açıldı; ama dudaklarından başlayıp tüm vücudunu saran sıcak, nefes kesici hissi inkar edemezdi. Kalbinin bir an durduğuna yemin edebilirdi, hatta Chen geri çekilse ona okkalı bir tokat da basabilirdi; ama Chen geri çekilmedi. Bunun yerine Sekyung’u öptü, öptü, öptü… ta ki kızın kalbi göğsünden fırlayıp uçup gidebilirmiş gibi atmaya, göz kapakları titreyip kapanana ve dudakları Chen’in öpüşüne uyum sağlayana kadar. Kısa süre sonra Sekyung’un tutunacak bir yer arayarak Chen’in kazağını kavradı, düzgün nefes alamıyordu ve düzgün düşünemiyordu da.

Chen, sanki fazla uzaklaşmaya katlanamıyormuş gibi, Sekyung’un dudaklarına kısa, masum öpücükler kondurmaya devam ederek biraz geri çekildi. Sekyung gözlerini aralayıp kendine gelmeye çalıştı. Aklı o kadar dumanlıydı ki kimdi, neredeydi, haberi bile yoktu. Sadece karşısındaki buğulu gözleri ve dudaklarındaki tarçınlı Chen tadını tanıyabiliyordu. Bir insan nasıl dudaklarında tarçınlı sıcak çikolata tadı bırakabilirdi? Eğer bu gerçekten aşırıya kaçacak bir hareket olacak olmasa şu anda dudaklarını yalardı Sekyung. Chen sonunda Sekyung’dan yeterince uzaklaşıp alnını kızın alnına dayayabildiğinde Sekyung’un düşünceleri tam bir çorbaydı. Chen’in - Sekyung'un sakinleşmesi için fazla yakında olan - yüzüne boş boş bakarken gencin yüzüne yeniden muzip bir gülümseme yayıldı.


“O değil de, sen bana tam olarak niçin kızmıştın acaba?” 

2 yorum: