28 Aralık 2014 Pazar

Evlilik - 5

Uyuyamıyordu.

Darbe çok ağırdı, tekrar tekrar düşünmeyi bir türlü bırakamıyordu. Genç kadının sözleri bir hidrojen bombası gücüyle vurmuştu, Jaejoong'un dünyası hala bulanıktı. Odasına nasıl gidip yatağa ne ara yattığını bile hatırlamıyordu. Kadının sözleri hala kulaklarında çınlıyordu. Hiçbir kadın aşk evliliği yapıp aşksız yaşamaz... yani bu annesinin babasını aldatmakta haklı olduğu anlamına mı geliyordu? Ya da bu onun Jaejoong'u bırakıp gitmesini haklı mı gösterirdi? Bunda kesinlikle yanlış bir şeyler vardı; sadece düşününce bile o kadar kızıyordu ki yumruklarını sıkmaktan tırnakları avuçlarına batıyordu. Ama Yeojin hiç bunun doğru olduğunu söylememişti.

Aslında, Jaejoong'u arkada bırakmanın annesinin yaptığı tek yanlış olduğunu söylemişti. Ama o zaman annesinin babasını aldatmasını haklı buluyordu. Babası ne yaparsa yapsın annesi onlara ihanet etmiş oluyordu... ama daha iyi düşününce, annesinin aşkını bitiren de babası değil miydi? Ama yine de gitmek zorunda mıydı? En azından önce boşanamaz mıydı? Muhtemelen oğlunu geride bırakmak istememişti... ama sonuçta bırakıp bir başka adamla kaçmıştı; değil mi? Jaejoong homurdanıp yüzünü hamur gibi ovuşturdu. Bitmez bir labirentteymiş gibi hissediyordu.

25 Aralık 2014 Perşembe

Evlilik - 4

"Evet, aynen öyle; ama maşallah güneş gibi ortalığı aydınlatıyorsun. Sorun ne?"

"Hiç, izninle ben gidiyorum."

Kapının çarpmasıyla Jaejoong irkildi ve iç geçirdi.

"Evet, tabi, sana da iyi çalışmalar."

Bu Yeojin'in onu terslediği tam olarak kırk yedinci seferdi ve kahretsin ki istediği zaman tam bir buz dağına dönüşebiliyordu. Genç adam ortamdaki buzları kırmak için şimdiye kadar kaç kere teşebbüste bulunup buz gibi bakışlarıyla direk durdurulduğunu hatırlamıyordu bile. Hevesini ve kararlılığını kaybetmemeyi bir şekilde başarsa bile genç kadın sadece sessizce odayı terk ediyordu, sonra kendini odasına kilitliyordu. Jaejoong'a biraz birini hatırlatıyordu ya, kim olduğunu bir türlü çıkaramıyordu... gerçi bir şeyi kesinlikle anlamıştı: hiç takmayan biriyle arkadaş olmaya çalışmak fena halde zor bir işti. Yeojin'in bunu bir ay bıkmadan sürdürdüğünü hatırlıyordu; ama genç adam daha sadece iki haftadan sonra pes etmek üzereydi.

Evlilik - 3

"Hayır, anlamıyorsun; ondan gerçekten nefret ediyorum!"

Kadın kapının hemen dışında, elinde tepsiyle kalakaldı. Kulak kabartmak gibi bir niyeti yoktu; ama genç adamın konuşmasını kesmek için iyi bir zaman gibi de görünmüyordu. Jaejoong'u hiç bu kadar duygulu konuşurken duymamıştı. Sesinde resmen bıkkınlık ve soğuk bir sinirden başka duygular vardı. Sözleri içten geliyordu. Yeojin olduğu yerde durdu.

"Hayııır, kesinlikle ondan değil!.. tamam, belki birazcık; ama o da hiç yardımcı olmuyor. Beni sadece tiksindiriyor, bu her şeyi bu kadar hafife alması... benim için kolay olduğunu mu sanıyor?"

Daha iyi duymak için eğilirken Yeojin'in kaşları çatıldı. Kimden bahsediyordu? Bir fikri vardı elbet; ama anlamadan bir sonuca varmak istemiyordu.

24 Aralık 2014 Çarşamba

Evlilik - 2

"Aman tanrım, bu çok güzel!"

"Senin kadar değil, ama..."

"Yılışık küçük şey, seni çok seviyorum!" diyerek Jaejoong'un açık kollarına atladı Yeojin; genç adam onu belinden sıkıca kavrayıp birkaç tur döndürdükten sonra yere geri bıraktı.

"Ben de seni seviyorum..." dedi ve gülümsedi Jaejoong, "Ama bilesin diye söylüyorum, acayip acıktım."

"Yemeğin bu kadar gecikmesi benim suçum mu? Hadi yiyelim." dedi Yeojin. Onlar masaya otururken kemanlar daha yumuşak bir şarkıya geçiş yaptılar. Akşam yemeğinden sonra el ele Yeojin'in her zaman gurur duyduğu metalik kan kırmızısı Audi A7 Sportsback'e yürüdüler. Yeojin bu arabayı şu anda sahip olduğu pozisyona ilk geldiğinde almıştı ve onu bebeği gibi seviyordu. Aynı sebepten dolayı da sürmek bir kenara, Jaejoong'un bu güzelliğin direksiyonuna bir tek parmağı bile değmemişti. Bugün de farklı olmayacaktı. Yeojin sürücü koltuğuna geçti ve Jaejoong'un yanında yerini almasını beklerken radyoyu açtı. Yumuşak, rahatlatıcı bir müzik kanalı buldu, Jaejoong'un kemerini takmasını bekledi, sonra sürmeye başladı.

23 Aralık 2014 Salı

Evlilik - 1

"Evet." dediğini duydu genç kadın, hemen önündeki adamın. Gergince yutkundu.

"Evet." dedi kadın kısa bir süre sonra, ne sorulduğuna pek de aldırmadan. Hemen ardından adam hafifçe eğilip dudaklarını kadının dudaklarına bastırdı ve o bunu yaptığı anda hava alkış seslerine boğuldu. Adamın dudakları sıcak ve yumuşaktı, nefesi nane kokuyordu ve öpüşü bir tüy kadar hafifti; ama kadının bunları düşünecek pek zamanı yoktu. Adam geri çekildi, el ele tutuşup arkalarını döndüler ve kalabalığa gülümsediler. Ardından yüzükler değişildi, pasta kesildi ve müzik akarken her tarafa fırtına gibi şampanya yağdı. Ve gitme zamanı gelmişti bile.

Adam genç kadını yol kenarına park edilmiş, koltuklarının arkası her renkten gül yapraklarıyla dolu parlak kırmızı spor arabaya kadar taşıdı. Kalabalık tezahürat edip arkalarından el sallarken adam sürücü koltuğuna geçti. Genç kadın, adam hızlandıkça gittikçe daha fazla küçülen kalabalığa neşeyle el salladı. Kısa süre sonra, genç bir çift için rüya gibi olacak olan küçük, beyaz salondan bir iz bile görememeye başladığında, önüne döndü ve koltuğuna düzgün bir biçimde oturdu. Direksiyondaki kadınla aynı derecede ifadesiz adama bir bakış bile atmaya tenezzül etmedi.

Başlangıç - 19

Sabah Baekhee gözlerini açtığında gün ışımaya daha yeni başlamıştı. Jongin hemen yanında derin bir uykudaydı, gencin yumuşak nefes alıp verişleri kızın yüzüne vuruyordu. Yatağın başucundaki pencereden, bulutların arasından süzülen güneşin ilk ışıkları üzerlerine vuruyordu. Daha gökyüzünde sadece minicik bir köşesi vardı güneşin; ama en azından bugün fırtınalı olmayacaktı; burası kesindi.

Derin bir iç geçirip yanında bütün masumiyetiyle uyumakta olan gence döndü Baekhee. Gencin dolgun dudakları uykuyla daha da şişmiş ve aralıktı; saçları darmadağın bir biçimde yüzüne dökülüyordu ve kirpiklerinin gölgesi sabahın ilk ışıklarında yanaklarına vuruyordu. Elinde olmadan gülümsedi Baekhee. Yavaşça elini yorganın altından kurtarıp gencin saçlarına dokundu. Uyandırmamak için özel bir çaba sarf ediyordu; güneşin nazik ışıkları teninde parlarken genç gerçek olamayacak kadar güzeldi.

Dünkü halinden çok farklıydı Jongin. Dinlenmiş, tazelenmiş görünüyordu. Gece loş ışıkta bile Baekhee'nin dikkatini çeken mor halkalar artık yoktu. Kaşları endişe veya üzüntüyle çatılmamıştı, dudaklarının köşeleri aşağı kıvrılıp bir sıkıntı ifadesi yaratmıyordu. Tam aksine, gencin yüzünden huzur akıyordu. Böyle düşünmek istemese de bir an onunla beraber uyumanın Jongin'in rahat uyumasını da sağladığını düşündü Baekhee. Böyle olmasını isterdi. Onun uykusu, beklediğinden kısa sürse de, kabussuz ve rahat olmuştu.

5 Aralık 2014 Cuma

Baş Belası - 2

“Kızlar bakın ne duydum?” Diye koşarak Rian yanlarına geldiğinde Hanna ve Sekyung okulun en rahat kafesinde yumuşak ve rahat koltuklara kurulmuş kahve içiyorlardı. Rian’ın yüzünde dünyanın en heyecan verici haberini duymuş gibi bir ifade vardı ve genelde yüzündekiler kitap gibi okunur olduğundan muhtemelen öyle bir haber aldığı sonucuna varılabilirdi.

“Sen derste değil miydin ya?” dedi Hanna, zaten yeterince büyük olan gözlerini daha da belerterek. Rian kendini kızların yanındaki koltuğa bırakırken gözlerini devirdi.

“Hayır tabii ki, dersten çıkalı yarım saat oluyor! Telefonunuza baksaydınız görürdünüz. Ama en azından artık nerede olduğunuzu mesaj atma zahmetine giriyorsunuz ki bu da büyük bir gelişme. HER neyse.” Dedi kız ve abartılı hareketlerle saatini düzeltip öne doğru eğilip yüzüne eski heyecanlı gülümsemesini yerleştirdi. “Çok tatlı haberlerim var.”

4 Aralık 2014 Perşembe

Baş Belası - 1

-1-

“Gecenin daha yeni başladığını hepimiz biliyorduk; ama hiç kimse bunu dile getirmeye cesaret edemiyordu. Kopacak fırtınayı ölümcül bir merakla bekliyorduk. Herkesin yüzünde yapmacık bir sırıtış, bir eğlenme ifadesi vardı. Hepimiz gülüyorduk, televizyondan yayılan müziğin ritmiyle sağa sola sallanıyorduk. Bir tek ben gerçekten eğleniyormuş gibi oynuyordum, diğer herkes bariz bir biçimde kendini öyleymiş gibi görünmek için zorluyordu. Tepe lambası kapalıydı, sadece iki uzun gece lambasından yayılan sarı ışıkların loşluğundaydık. Umursamamaya çalıştığımız çift televizyonun yanında kucak kucağaydı. Göz göze geldiğimiz zaman hiçbir şey yokmuş gibi davransak da genellikle o tarafa hiç bakmamaya çalışıyorduk. Alçak masanın etrafına dizilmiştik; ortada bir tepside büyük bir kasede alkol, shot bardakları ve oyun kartları keyfimizi bekliyordu. Bir haftadır beklediğimiz oyun bu değildi; ama kontrol bizde değildi ve şimdi oyun başlamak üzereydi. Ve hepimiz kopacağından hiç şüphe duymadığımız bu fırtınayı ölümcül bir merakla bekliyorduk.”

*

4 Eylül 2014 Perşembe

Başlangıç - 18

– 18 –

“Sana çok benziyordu.”

Baekhee sadece şaşkınlıkla gözlerini kırpıştırabildi. Jongin gülümseyerek başını yukarı aşağı salladı ve sanki ona bakarak konuşamıyormuş gibi yeniden gözlerini kaçırdı.

“O bahsettiğim kız, Sooyeon… sana çok benziyordu. Neredeyse sana her baktığımda onu görüyorum. Aslına bakarsan bu çok acı verici, çünkü senin o olmadığını biliyorum. Sen olsan bilirdim… sen de bilirdin. Beni hiç tanımadığını sansan bile, içinde bilirdin.” Dedi Jongin, bu sefer daha acılı gözlerle Baekhee’ye bakarak. Kız ne diyeceğini, ne yapacağını bilemiyordu. Sadece bir aptal gibi öylece durup dinleyebiliyordu. Jongin tekrar devam etti.

“Baekhyun’un kız kardeşiydi Sooyeon. Benden iki yaş küçüktü ve dünyaya adımını atmış en harika şeydi. O kadar çok seviyorduk ki birbirimizi, Baekhyun bile bir abi olarak bizi destekliyordu. Bıraksalar o dakika evlenirdim onunla; ama henüz kendi işim olmadığından Byun ailesi beni kabul etmiyordu. Onların yanında çalışıyordum ve Baekhyun’un babası beni de yetiştiriyordu; ama buna layık olmadan Sooyeon’a asla sahip olamazdım.” Dedi, anıların içinde kaybolmuş gibiydi. Sonra hafifçe güldü. “Gerçi ona sahip olmak için ondan başkasının iznine ihtiyacım yoktu. Penceresinin önündeki ıhlamura tırmanabildiğim sürece beni hiç düşünmeden odasına alırdı. Çok ses çıkarmadığımız sürece de ne istersek yapardık, Byun ailesinin ruhu bile duymazdı. Çünkü kimsenin ne dediğinin bir önemi yoktu; biz zaten birbirimize aittik. Önünde sonunda birbirimizin olacaktık.”

“Ölüm ayırmasaydı…” dedi Baekhee sessizce, gencin daha önce söylediklerini hatırlayarak.

3 Eylül 2014 Çarşamba

Başlangıç - 17

– 17 –

“Ben yatmaya gidiyorum, tam uyku havası.” Diyerek oturduğu yerden kalktı Hanna. Baekhyun ve Chen, yere renkli boyayla çizilmiş yuvarlaklar ve Sekyung’un eseri olan el yapımı bir çarkla başlayan bir twister turnuvasının ortasındalardı; üçüncü raundu oynuyorlardı ve başta ölümüne komik olsalar bile bir yerden sonra sıkıcılaşıyordu.

“Ben de geleyim!” diye oturduğu koltuktan fırladı Luhan, Hanna koltukların arasından sıyrılıp merdivenlere yönelirken.

“Nereye gidiyorsunuz; daha turnuva bitmedi!” diye seslendi Baekhyun, Chen’in altında kısıldığı tuhaf pozisyonu korumaya çalışarak.

“Sorun değil, hayatım, senin onlarla ilgilenmeye vaktin yok zaten.” Dedi Chen yumuşakça. Baekhyun becerebildiği kadar geri çekildi.

Yabancı - 1

İnanılmaz yorgundum.

Dün sabahtan beri kıçımı yırtıyordum ve neredeyse geçe yarısı olacaktı. Üstelik hala ertesi sabaha kadar yapacak işlerim vardı. Bu benim suçum değildi; nöbet listesinde bir sorun olmuştu ve kiminle değişmek istesem nedense meşgul olduklarını söylüyorlardı. Hayır, onları suçlamamalıydım; sadece kader benden nefret ediyordu işte.

Bugün belki milyonuncu defa yüzümü yıkayıp koltuğa çöktüm, bu gece olacakları beklemeye başladım. Her şeye rağmen birazcık bile şansım varsa, azıcık uyuyabilirdim. Saçlarımın uçlarına kadar vücudumdaki her yer ağrıyordu. On dakika önce bir ağrı kesici yuvarlamıştım, biraz da rahatlamıştım aslında; ama gerçekten etki etmesine daha on beş dakika kadar vardı.

Profesör odaya girdiğinde kaderin benden gerçekten nefret ettiğine emin olarak ayaklandım. Ama adam bana acıyarak baktı, gülümsedi ve oturmamı işaret etti. Tabii, eğer bugün bana acımayacaksa kime acıyacaktı, merak ediyordum.

2 Eylül 2014 Salı

Başlangıç - 16

– 16 –

“BAEKHEE!!” diye arkasından gürleyen sesi duyduğunda Baekhee beyninin tek seferde kaldırabileceğinden çok daha fazlasını işlemeye çalışıyordu. Arkasını döndüğünde Kai’nin yerine, tehlikeli bir biçimde yaklaşan zifiri siyah bulutta çakan, gerçek patlama öncesi kıvılcımlara benzeyen küçük şimşekleri gördü. Yesung’un ışığının kaybolduğunu fark etti ve daha fazlasını idrak edemeden bir şey ona çarpıp yere devirdi. O siyah bulutun müjdelediği yıldırım, sırtı yerle buluşup yuvarlanmaya başladığında geldi.

Baekhee gözlerini ve kulaklarını kapatıp korkuyla anın geçmesini bekledi, parlak ışık kaybolduğu zamansa dehşetle etrafına bakındı. Tepesinde ciddi bir ifadeyle durumu tartan Kai, yan tarafında yıldırımın düştüğü yerde alev almış çalılar vardı. Yıldırım onları sadece birkaç metreyle ıskalamıştı.

“Burası güvenli değil.” Dedi Kai ve Baekhee’yi de beraberinde çekerek ayağa kalktı.

“Bekle- Yesung!” diye arkadaşından bir iz arayarak etrafa bakındı Baekhee; ama Kai onu rahatça arkasından sürükledi.

25 Ağustos 2014 Pazartesi

Başlangıç - 15

– 15 –

“Hava bunu sık sık yapar mı?” diye sordu Baekhee, toplanmaya başlayan bulutlara bakarak. Bulaşıkları yıkıyorlarken havada bir tane bile bulut yoktu; ama şimdi işi bitmiş, bahçede oturup eski klasiklerden bir şey okumak istediği zaman gökyüzü koyu renkli bulutlarla lekelenmeye başlıyordu. Şu Murphy’i bir bulsa odun ateşinde çevirme yapacaktı.

“Hayır, aslında sık yapmaz…” diye mırıldandı D.O. kendi kendine. Baekhee o tarafa bir göz attı ve yeniden hızla toplanan bulutlara döndü.

“Rian’la Lay’i içeri çağırsak mı?” dedi, düşünceli bir biçimde.

“Aslında fena olmayabilir…” diyordu ki Chanyeol, kendi cümlesinin ortasında durdu. Ani sessizliği herkesin ilgisini onun üzerine çekmişti. Gencin yüzünde çok önemli bir şeyi yeni fark etmiş birinin dehşet dolu ifadesi vardı. “Sekyung’la Chen ormandaydı.”

Shojo Gibi Sevmek - Final

“İşte ona harabeoji demeyi böyle bıraktım.”

Önümde oturan dört yaşındaki çocuklar gurubu kocaman sevimli gözleriyle önce bana, sonra birbirlerine baktılar. Harabeoji lakaplı çocuk, ona lakabı takan küçük kıza kaçamak bir bakış attıktan sonra gözlerini daha da kocaman açarak bana döndü.

“Ne yani, büyüyünce biz de evlenebilir miyiz?” dedi, korku ve heves karışımı bir ifadeyle.

“Belli mi olur? Daha o yaşınıza yıllar var.” Dedim, gülümseyerek.

Shojo Gibi Sevmek - 08

Uyanır uyanmaz telefonumu kontrol ettim; ama hiçbir şey yoktu, ne bir cevapsız çağrı, ne de mesaj. İki gündür boşuna bekliyordum. Bu sabah burada olması gerekiyordu; bugün matematik sınavının sonuçları asılacaktı. Burada olmak zorundaydı; yoksa bütün hayallerim yerle bir olacaktı.

İç çekip yataktan kalktım ve kendimi banyoya sürükledim. Joon’un, itiraz etmeme rağmen, almamı istediği kedili kolye aynanın kenarından sarkıyor, bana göz kırpıyordu. O gün, onu reddetmeme rağmen pes etmeyeceğini söylemişti. Bu kolyeyi benim için aldığında ve verecek kimsesi olmadığında ısrar etmişti. Ablasına vermesini söylediğimdeyse ablasının kedili şeylerden hoşlanmadığı bahanesinin arkasına sığınmıştı. Halbuki beklenmedik itirafının hatırına en baştan açıklamıştım; eskiden ondan hoşlandığımı ama artık öyle bir şey olmadığını, başka birinden hoşlandığımı ve bir umut olmadığını açıkça söylemiştim.

Daha önce birazcık bile şüphem vardıysa eğer, iki gün Jonghyun’u görmeyince hislerim içimde daha da netleşmişti. Sadece cumartesi için gidecekti aslında; ama bütün hafta sonu orada kalmışlardı ve ben onu deli gibi özlüyordum. Yiğitlikten aramamıştım daha; ama o da beni aramayınca dün gece rüyamda gelip çocukken yaptığımız gibi benim yanımda uyuduğunu görmüştüm. Zaten uyanır uyanmaz telefonuma bakma nedenlerimden biri de buydu: arka planımda artık onunla beraber sırıttığımız bir resim vardı. Resim beni gülümsetse de bu sabah sadece onu görmeyi daha çok istememe neden olmuştu.


23 Ağustos 2014 Cumartesi

Shojo Gibi Sevmek - 07

“Kalemleri bırakıp arkanıza yaslanın, çocuklar.” Dedi hoca, derin bir nefes alarak kalemi yerine bıraktım ve ellerimi birleştirip esnettim. Sonra gerindim ve rahatlamayla arkama yaslandım. Hoca kağıdı önümden alırken yüzümde görmeye alışık olmadığı kendinden memnun gülümsemeye ters bir bakış attı; ama umurumda olduğunu söyleyemeyecektim.

Son on dakikadır çözdüğüm sorularda hata yapıp yapmadığımı kontrol etmekle meşguldüm. Sınavda yirmi soru vardı, bir tanesini sadece mantık yürüterek yapmıştım; ama diğerlerinden emin gibiydim ve daha önce hiç kendi başıma çalışarak bu kadar harika bir sınav geçirdiğim olmamıştı. Aşk nelere kadirdi! Ne zaman hevesimi kaybetsem veya umutsuzluğa kapılsam, birkaç dakika kendime Jonghyun’u düşünmek için izin veriyordum ve sanki gün boyu hiç çalışmamışım gibi taptaze bir hevesle çalışmaya devam edebiliyordum.

“Yüzündeki ifadeye bakılırsa ya sıfır alacaksın, ya da harika bir sınav geçirdin.” Dedi Jonghyun, hoca kağıtları toplamayı bitirip çıktığı anda.

Shojo Gibi Sevmek - 06

“Off çok yoruldum!” diye mızıldandım odamda ve kafamı önümde açık duran kitaba gömdüm. Matematik hiçbir zaman iyi olduğum bir alan olmamıştı ve sınav sadece iki gün sonra olacaktı. Korkunç stresliydim ve işin kötü yanı, her zamanki kurtarıcımdan yardım da isteyemiyordum.

İç çekip kafamı kollarımın altına gömdüm. Minhyuk’la konuştuktan sonra balo salonuna geri dönüp hiçbir şey duymamış gibi davranmıştım; ama bu hiç tuhaf hissetmediğim anlamına gelmiyordu. Çooook değişik bir duyguydu. Daha önce Jonghyun hakkında farkına bile varmadığım şeyler kendilerini bana göstermek için çığlık atıp tepinmeye başlamıştı adeta. Mesela; benimle konuştuğu zamanlarda hafifçe bana doğru eğiliyordu, kitap okurken saçları gözlerine düşüyordu ve onları çekmeye zahmet etmiyordu, benimle uğraştığı zamanlarda gözlerinde muzip bir ışık oluyordu… yakın olduğu zamanlarda yumuşak parfümü burnumu gıdıklıyordu… son zamanlarda bu bana fazla geliyordu. Aklım ve duygularım öyle karışıyordu ki onun fazla yanında kalmaya gelemiyordum... ki bu ders çalışmayı fazlasıyla zor hale getiriyordu çünkü kötü olduğum konularda beni çalıştıran oydu. Eğer sınavlardan çakarsam bu sadece ve sadece onun suçu olacaktı!

Shojo Gibi Sevmek - 05

Bu ne lan bu ne lan bu ne lan bu ne lan!!

Kıpırdayamıyordum, nefes alamıyordum, gözlerimi bile açamıyordum ve aklım sadece üç kelimeyle doluydu: bu. ne. lan. Tamamen donmuştum. Bunun anlamı neydi? Neler oluyordu? Neden oluyordu? Ne düşünmem gerekiyordu? Bilmiyordum. Hiçbir fikrim yoktu. Tamamen şok içindeydim ve bunun sebebi olan kişi geri çekilmiyordu. Aslında, o yumuşak, sıcak dudakların benimkilerin üzerinde kıpırdadığını hissettiğimde gözlerimi daha da sıkı kapatıp düşünmek için bir yol bulmaya çalıştım. Ama uzun süre uğraşmam gerekmedi.

“Ne yaptığını sanıyorsun?” gözlerimi açtığımda Jonghyun’u Joon’un bileğini sıkarken gördüm. Joon’u üzerimden almıştı ve yüzünde arkadaş olduğumuz tüm bu yıllar boyunca bir kere bile görmediğim düşmanca bir bakış vardı. Neredeyse korkunç olduğunu düşünecektim. Ama Joon daha korkunçtu, gerçi; birdenbire bir kızı yakalayıp öpmek- üstelik o benim ilk öpücüğümdü!

“Ne yapıyormuşuz gibi görünüyor?” dedi, çarpık bir gülüşle.

22 Ağustos 2014 Cuma

Shojo Gibi Sevmek - 04

“Eş değişebilir miyiz?”

Başımın tepesinde çınlayan tanıdık sesle donakaldım. Joon mu? Joon neden buradaydı? Tam onunla ilgili herhangi bir şey düşünmeyi bıraktığım zaman neden buraya gelmişti? Yani, tabii ki biz arkadaştık; ama Jonghyun’la sevgili gibi görünecek kadar yakın dans ediyorken – vay canına, sadece düşüncesi bile kızarmama neden olmuştu – Joon neden bölüyordu? Onun üstesinden gelmeye çalışarak geçen iki haftadan sonra ilk defa içtenlikle eğleniyordum; onu şu anda etrafımda istemiyordum.

Kısa bir tereddütten sonra gerçi Jonghyun benden bir adım uzaklaştı.

Shojo Gibi Sevmek - 03

Aynaya bakıp gülümsedim. Tek ihtiyacım olan ayakkabılarımdı, sonra tamam olacaktım.

“Aman da aman, ne kadar güzel görünüyorsun.” Dedi annem. Kıkırdadım.

“Güzelim, değil mi?” dedim, mutlulukla.

“Baloda dikkatli ol, tamam mı?” dedi.

“Endişelenme umma, harabeoji her zamanki gibi benimle olacak, iyi olacağım” dedim.

“Şu çocuğa harabeoji demesene!” diye haşladı beni, “Biliyorsun, o gerçekten yakışıklı bir genç adam.”

“Amaan, harabeoji.” Diye burnumu kırıştırdım. Onaylamayarak başını salladı ve gitti. Kendime baktım. Elbisem gül kurusuydu, kalp şeklinde straplez bir göğüs kısmı vardı. Eteği dizlerime kadar geliyordu ve kabarıklaştırmak için altına bir ton siyah tül dikilmişti. Belinde siyah dantelden geniş bir kuşağı vardı, tam göğüs altından başlayıp eteğin başladığı yerde bitiyordu ve arkada sevimli dev bir fiyonk yapıyordu. Saçlarımı dalgalar halinde açık bırakmıştım ve her zamanki klasik, bileğinde ince bir bant olan siyah topuklularımı giydiğimde görünüşüm tamamlanmış olacaktı. Ayakkabılarımın, üzerinde hayatta kalabileceğim, orta yükseklikte topukları vardı ve bu zaten onları ilk giyişim değildi.

Shojo Gibi Sevmek - 02

“Iıı şey, belki benimle gidersin diye düşünmüştüm?” Peki ben bunu neden yapıyordum? Neden? Neden? Beni bu deliliğe ne sürüklemişti? Hiçbir fikrim yoktu.

“Ahh, şu… üzgünüm, çoktan başkasına söz verdim.” Bunu söyleyeceğini bilmeliydim, peki neden sordum ki? Neden? Neden?

“Anladım, evet, doğru; seni de rahatsız ettim… iyi eğlenceler.” Arkama dönüp yürümeye başlamadan önce suratıma bir gülümseme yapıştırmayı ihmal etmedim.

“Hey, Laa-laa! Alınmadın, değil mi?” durup yüzüme yapıştırdığım gülümsemeyle ona döndüm.

“Gururumu o kadar incittin ki tamiri mümkün değil; bana borçlusun, hatırlasan iyi olur.” Dedim şakayla ve kıkırdadım. Bu onu da rahatlatmış gibiydi, en azından önemsediğini görmek güzeldi gerçi.

Shojo Gibi Sevmek - 01

Çok güzeldi.

Benim ezeli aşkımdı, onun için basitçe ölüyordum ve onun hiçbir fikri yoktu. Tamam, belki de biliyordu da umurunda bile değildi. Bilmiyordum. Ama çok güzeldi. Gülümsediğinde güzeldi; güldüğünde, dans ettiğinde, spor yaptığında, arkadaşlarıyla muhabbet ettiğinde, sadece yolda yürüdüğünde; hatta derste uyuyup sırasına salya akıtırken bile güzeldi. Ve sadece güzel de değil; gerçekten hayranlık uyandırıcı biriydi. Neredeyse bütün sporları mükemmel ve, şey, zarifçe yapıyordu; onunla muhabbet etmek eğlenceliydi, arkadaşlarına nazik ve doğal davranırdı ve… sadece ona aşık olmuştum. Lee “Joon” Changsun’un kızlar üzerinde böyle bir etkisi vardı.

Şey, ondan hoşlanan tek kız ben değildim; tabii ki hayır. Sınıfındaki kızlardan çoğunun aşkıydı o. Sadece kızlarla öylesine takılmakla ilgilenmiyordu, hiçbir zaman ilgilenmemişti. Bunu can sıkıcı buluyordu. Nereden mi biliyordum? Onun arkadaşıydım da ondan.

21 Ağustos 2014 Perşembe

Başlangıç - 14

– 14 –

“Saçmalama, bu tarafta olamaz.” Dedi Sekyung, ellerini beline koyarak.

“Güven bana, gerçekten o tarafta.” Dedi Chen, neredeyse yalvarır gibi. Sekyung ofladı.

“Biz buraya gelirken güneş sağ tarafımızdaydı ve saat on ikiydi. Şimdi solumuzda kalmalı, sağımızda değil.” Dedi Sekyung ve gözlerini devirdi. “İtiraf et artık, Chen; kaybolduk.”

“Hayır kaybolmadık!” diye tepindi Chen, belki de birkaç milyonuncu defa. “Kaybolduğumuzu kabullenmek ne işe yarayacak ki? Bak ben eminim; bu tarafta işte!”

“Değil işte, bana mantıklı bir tek sebep bile gösteremiyorsun daha, neden orada olması gerektiğine dair!” dedi Sekyung. Chen ofladı.

“Bana güvensen olmuyor mu, cidden?” dedi Chen, bıkkınlıkla.

“Aa, bilmem? Düşüneyim… mantıklı olsan güvenebilirdim!” dedi Sekyung, tepesi atmak üzereydi.

“Ben sana neden aşık oldum ki?” diye söylendi Chen, kendi kendine. Sekyung’un kaşları tehlikeli bir biçimde havalandı.

Başlangıç - 13

– 13 –

Hanna’nın amacı kesinlikle Luhan’la yalnız kalmak değildi; sadece o da kaldıkları yerde bir yardımı dokunsun istemişti. Hatta bulaşık için ilk gönüllü olduğunda bugünün Luhan’ın sırası olduğundan haberi bile yoktu; Luhan’la Sehun’un sırası olduğunu öğrendiğinde Sehun çoktan işini ona bırakıp kaytarmaya gitmişti bile. Ama şu anda Hanna şikayet ettiğini söyleyemezdi; Luhan kendi kendine sevimli bir şarkı mırıldanırken değil.
Köpüklü bir tabağı daha ona uzattı Luhan. Hanna tabağı aldıktan sonra da köpüklü parmağıyla Hanna’nın burnunu dürterek kızın irkilmesine neden oldu. Hanna neredeyse tabağı elinden düşürecekti; ama son anda tutmayı başarıp gözlerini kırpıştırarak burnunun ucundaki beyazlığa bakmayı denedi. Luhan ufak çaplı bir kahkaha krizine girdiğindeyse oflayıp yanaklarını şişirerek tabağı lavaboya bıraktı.

“Ya! Neye gülüyorsun bakayım sen?” diye haşladı, elini Luhan’ın tarafındaki köpük dağına daldırarak. Luhan gülerek geri geri gitti.

“Hiç; köpük sana gerçekten çok yakıştı da.” Diye gülmeye devam etti Luhan, bir yandan gerilerken.


28 Temmuz 2014 Pazartesi

Başlangıç - 12

– 12 –

Sekyung kuş cıvıltıları, yüzüne vuran güneş ışığı ve hafif bir sarsıntıyla uyandığında sanki sadece birkaç dakikadır uyuyormuş gibi hissediyordu kendini.  Gözlerini kapatıp açmıştı ve sabah olmuştu bile. Bıraksalar daha saatlerce uyurdu. Aslında bıraksalar günlerce uyuma kapasitesine sahip bir insan olduğundan bu çok da ekstrem bir durum değildi.

“Hadi ama bak her şey hazır olana kadar sana kimseyi dokundurtmadım.” Dedi tepesindeki, sonunda anlayabildiği ses. Dönüp yarı açık gözlerle karşısındaki yüzü anlamlandırmaya çalıştı.

“Aferin, iyi etmişsin de sen kimsin?” dedi, mahmurlukla.

“Aşk olsun, tanımadın mı?” dedi karşısındaki, alınganlıkla. Sekyung gözlerini tekrar kırpıştırarak görüntüyü netleştirmeye çabaladı, gözlerini kıstı. Karşısında somurtanın Chen olduğunu anladığındaysa yastığını yüzüne kapattı.


Başlangıç - 11

– 11 –

“Otur yerine Kai, dönelemek onları geri getirmeyecek.” Dedi D.O. belki de milyonuncu kez. Kai salonun ortasında volta atıyor ve tırnağını kemiriyordu, onu durdurabilen de olmamıştı.

“Kurt var, tamam mı, hemoroid var bende oturamıyorum.” Dedi Kai gergince. Eğer bir şey içiyor olsa, D.O.  onunla bütün duvarı yıkamış olurdu. Salondaki kimse ondan farklı değildi.

“Sende hemoroid mi var?!” dedi Chen, kahkahalarının arasından. “Altta olanın D.O. olduğunu sanıyordum!”

“Kapa çeneni velet!” diyerek ayağındaki terliği çıkarıp Chen’e fırlattı Kai. Bu sadece Chen’in daha çok gülmesine neden olmuştu. Sekyung son zamanlarda Chen’in pataklanmaktan hoşlandığını ve gıcıklığı sadece bunu elde etmek için bir araç olarak kullandığını düşünmeye başlıyordu.


26 Temmuz 2014 Cumartesi

Başlangıç - 10

– 10 –

Yağmur çisentiye döndüğünde, hava gerçekten kararmıştı. Sehun bütün bu süre zarfında pencereden dışarıyı izlemişti; ayakları ağrıdığı zaman da dikilmeyi bırakıp pencerenin önündeki koltuğa oturarak izlemeye devam etmişti. Bir süre Sekyung’un ısrarıyla onun yanından ayrılmış olsa da Baekhee onun sadık eşlikçisiydi; karşı koltuktan o da sessizce pencereden dışarıyı izliyordu. Yüzünde hem endişeli hem de düşünceli bir ifade vardı. Aklından neler geçiyor olabileceğini tahmin etmek imkansızdı; kutup ayılarının ne kadar yalnız olduğunu veya kış bahçesinin camlarının patlayıp içeriye cam kırığı yağma olasılığını düşünüyor olabilirdi. Kimilerine göre ikincisi daha mantıklıydı.

“Ben gidiyorum.” Dedi birdenbire Sehun ve oturduğu koltuktan kalktı. Saatlerdir ilk defa gözlerini camdan ayırıyordu, salondaki herkes ayağa fırlamıştı.

“Nereye, bu havada?” dedi Baekhyun.

“Yağmur azaldı, kış bahçesine bakmam lazım.” Dedi Sehun, ona yönelmiş bakışlara aldırmadan hole giderek. Kai ondan daha çevik davranıp daha Sehun ayakkabı dolabının kapağını açmadan kulpu yakaladı.


Başlangıç - 9

– 9 –

Lay elindeki alkolle ıslatılmış pamuğu Rian’ın ayağındaki yaraya nazikçe sürüyordu. Lay’in odasındaki masanın üzerine oturmuş olan kız hafifçe tısladı. Lay’in daha önce kullandığı fısfıs yakmıyordu; ama o bitince alkol kullanmak zorunda kalmışlardı, yaranın üzeri kapanana kadar da Lay pansuman yapmaya devam etmek zorundaydı. Rian ellerini masanın kenarına kenetleyip sıkarak mümkün olduğunca kıpırtısız durmaya çalıştı; bir an sonra Lay yarasına hafif hafif üflemeye başladığındaysa hatırı sayılır derecede rahatlayarak gevşedi. Lay alkollü pamuğu yarasına nazikçe dokundururken üflemeye devam etti, bitirdikten sonra da bir süre üflemeyi bırakmadı, sonra yaranın üzerini yeniden kapattı.

“Hala çok mu kötü?” diye sordu Rian. Lay gülümseyerek yukarı baktı.

“Hayır, iyileşiyor yavaş yavaş, belli. Endişelenmeyi bırakabilirsin.” Dedi, sonra geçen gece de kullandığı kremi yerden alıp Rian’ın şişliği az da olsa azalmış bileğine sürmeye başladı.


25 Temmuz 2014 Cuma

Başlangıç - 8

– 8 –

Chen’i kahve yaparken izlemek, televizyonda Biscolata reklamı izlemekten daha eğlenceliydi, en azından Sekyung için. Bir süredir mutfakta gerçek bir baristanın pratikliğiyle çeşit çeşit kahve hazırlamakla meşguldü Chen; çünkü onun mutfağa gittiğini gören Suho ondan kahve istemişti. Sonra diğer herkes de sipariş listesine eklenmişti. Chen’in kahve yapması sık görülen bir şey değildi; ama değerli bir şeydi anlaşılan. Diğer herkesin siparişinden önce Sekyung’unkini yaptığı için şu anda yarısına kadar içtiği ve hala tadını çıkarmak için yavaş yavaş yudumladığı macchiato da neden böyle olduğunu gayet iyi açıklıyordu.

Chen kahveyi üzerinde gösterişli bir kanatlı kalp, tarçından ışıltılar ve kremadan bir ok süslemesiyle sunmuştu ve Sekyung’un sadece bu süslemeyi bozabilmesi için bile kendini bunun sadece macchiato köpüğü olduğuna ikna etmesi gerekmişti. Bardaktan yayılan koku ve içindeki kahve demeye bin şahit isteyen cennetten çıkma sıvının tadıysa gerçekten anlatılmaz, yaşanırdı. Macchiatonun kokusu tek başına Sekyung’u gülümsetmeye yetiyordu, tadıysa damağına mükemmel bir biçimde yayılıp harika bir his bırakıyordu. Her yudumu sıvı ipek gibi akıp gidiyordu ve Sekyung hayatında böyle bir kahve içtiğini hiç hatırlamıyordu, üstelik kahve dükkanları uğrak mekanlarıydı.


Başlangıç - 7

– 7 –

“İçeri geç, çabuk ol.” Diyerek yanındaki sırılsıklam olmuş kızı cam kapıdan içeri doğru ittirdi Luhan. Sonra arkalarından kapıyı kapatarak üzerinden sular süzülen saçlarını salladı. Hanna da içeride yüzünü silerek en azından gözlerini açabilecek kadar kurumasını sağlamaya çalışıyordu. Kahvaltıdan sonra Sekyung’un, gözlerini yaktığı gerekçesiyle, zorla üzerlerindeki elbiseleri modifiye ettirmesine minnettardı şimdi. Kıyafetlerdeki bütün fazlalıkları mutfak makasıyla kesmişti Sekyung; fırfırlar da, yerlere kadar uzanan etek de artık yoktu. Neyse ki yoktu; olsa Hanna ayağına dolanan ıslak kumaş parçalarıyla hayatta yürüyemezdi. Şimdi bile dizlerinden biraz yukarıda biten yırtık kumaş bacaklarına dolanıp sıkıntı yaratıyordu.

“Böyle bir yeriniz mi vardı?” dedi Hanna şaşkınca etrafa bakarken.

“Evet; bahçenin ortalarına denk geliyor, eve yetişemeyeceğimizi anladığımda buraya gelmenin daha mantıklı olacağını düşündüm.” Diye açıkladı Luhan, iç çekip çiçeklerin arasındaki taş döşenmiş dar patikaya oturarak. Hanna şaşkınca çocuğu izledi. Luhan ona tek kaşını kaldırdı. “Ne? Yağmur bitene kadar buradayız, rahatla.”


23 Temmuz 2014 Çarşamba

Başlangıç - 6

– 6 –

D.O. elini neye değdirse lezzetli oluyordu, anlaşılan. Kahvaltı boyunca herkes yumulup kalmıştı; ama Baekhee bir şekilde başını kaldırıp merak ettiği şeyleri soracak fırsat bulabilmişti. Anlaşılan bu evde ne televizyon, ne telefon, ne de teknolojik herhangi bir şey vardı. Bu on iki genç burayı her şeyden ve herkesten uzaklaşacak bir sığınak olarak kullanıyorlardı. Evdeki teknoloji sadece elektrik, sıcak su ve bir ocaktan ibaretti. Yemeklerden sonra bulaşıkları bile sırayla yıkıyorlardı. Evin altında, toprak içine gömülü derin bir kiler vardı ve tam kapasiteyle dolu olduğunda herhangi bir zamanda onlara bütün yıl yetecek yiyeceği kolayca depolayabilirdi. Orada ocak için tüpler de vardı; ama evin dışında, bahçede taş bir ateş ocağı vardı. Hava iyiyse bir yerlerden kuru dal ve ölü ağaç toplayıp yemeklerini orada yapıyorlardı. Hatta bazen Kris gidip tavşan ve kuş avlıyordu. Yani gerçekten doğal, hatta neredeyse ilkel yaşıyorlardı.

Kahvaltıdan sonra Baekhee bulaşıkları yıkamak için Sehun’un yerine gönüllü oldu. Teoride sadece sabah için teşekkür maiyetinde yapıyordu bunu; ama esas amacı Kai’yle biraz yalnız kalmaktı. Merak ettiği ve hassas konular olduğunu düşündüğü şeyler vardı. Tabakları köpükleyip Kai’ye verirken, rahatlatıcı sessizliğin ortasında pat diye sordu.


Nice Yıllara

"Mutlu yıllar sana! Mutlu yıllar sana! Mutlu yıllar tatlı Yoojin, mutlu yıllar sana! Şimdi bir dilek tut?"

"Dileğim şu, babam bizimle daha çok kalsın!"

"Haha, balım, dileğini sesli söyleme yoksa gerçek olmaz!"

"O zaman... ben söyledim diye babam bizimle daha çok kalamayacak mı?"

"Hayır, bebeğim, sadece başka bir dilek tut."

"Taamaaaaam..." ufacık ellerini yüzünün önünde birleştirdi ve gözlerini ciddi bir biçimde kapattı. Sonra gözlerini açtı ve yanaklarını şişirip dudaklarını büzerek çilekli pastasının üzerindeki dört mumu tek seferde söndürdü. Çılgın gibi alkışladık, o da dönüp bize en tatlı gülüşünü gösterdi. Yanaklarını sıkıp onu kucakladım.


Başlangıç - 5

– 5 –

Esnedi, gerindi ve gözlerini kırpıştırıp açtı Hanna. Biraz kabuslu ve huzursuz da olsa beklediğinden daha iyi bir uyku çekmişti, kendini oldukça iyi hissediyordu. Pencereden vuran tatlı sabah güneşi ve kuş cıvıltıları eşliğinde biraz daha gerindi, yatağında debelendi, döndü, esnedi, uykuyla uyanıklık arasındaki o harika yerde gezindi. Arada bir gözlerini biraz aralayıp açık yeşil ve yaprak desenli tül perdelerin arasından süzülen tatlı sabah güneşinin gözlerine vurup onu uyandırmasına izin veriyordu, ta ki yan tarafında Rian’ın yatağında olması gerekenin iki katı bir kabarıklık ve yabancı bir kafa görene kadar.

“Rian?” diye seslendi Hanna doğrularak. Yataktaki kabarıklık kıpırdandı, sonra yabancı kafanın arkasından darmadağın ve uykulu bir Rian çıktı.

“Efendim… sabah ne zaman oldu yahu?” dedi kız, uyku mahmurluğundan zor anlaşılan bir sesle, sonra yabancıyı dürtmeye başladı. “Lay… Lay kalk hadi, sabah olmuş.”


22 Temmuz 2014 Salı

Çikolata Topları

"O çok tatlı, bazen sakar; ama çok zeki. Çok şefkatli, yumuşacık ve bir gülüşüyle her şey iyi oluyor. Ama bazen fazla saf olduğunu düşünüyorum."

"Ah... kulağa iyi bir kız gibi geliyor."

"Karşısında durup ona her şeyi anlatsam bile anlamıyor. Ona sarılmak istiyorum; ama bunu yapamam."

"Neden ki?"

"Bilmem... sadece yapamam işte. Zaten hoşlandığı birinin olduğunu duydum."

"Zavalı şey..." dedim ve saçlarını karıştırdım. Hayır, bahsettiği kişinin ben olduğumu anlamayacak kadar aptal - ya da, nazikçe söylediği şekilde saf - değildim. Sadece, öyle olduğumu düşünmesinden hoşlanıyordum. Aslında saf olan oydu, hatta kendi iyiliği için fazla saf. Ama böyle aşıkken fazlasıyla şirin oluyordu. Sadece var olduğu için bile minnettardım. Fazla uzatmayı düşünmüyordum.


21 Temmuz 2014 Pazartesi

Başlangıç - 4

– 4 –

Üzerine ağırlık bağlanmış gibi hissettiren gözlerini açılmaya zorladı Sekyung. Başında zonklayan bir ağrı vardı ve görüşü bulanıktı, zaten etraf da karanlıktı. Gözlerini kırpıştırdı, görüntü netleşmeye başladığında tam olarak ne durumda olduğunu sonunda algıladı. Daha önce hiç görmediği birinin kucağında yatıyordu. Gencin başı önüne düşmüş uyukluyordu; arkasındaki pencereden üzerine vuran ay ışığı, saçlarının bir çeşit siyah-gümüş metal gibi parlamasına neden oluyordu. Yabancı sıcak tarçınlı çikolata gibi kokuyordu; uykusu hafifleyip başı kalktıkça Sekyung’un saçlarına dolanmış parmakları dalgınca kıpırdıyordu, sonra yeniden duruyordu ve başı yeniden yavaşça önüne düşüyordu. Sonra döngü tekrarlanıyordu. Yabancının diğer eli Sekyung’unkine dolanmıştı ve Sekyung’un göğsünde duruyordu, duruşuna bakılırsa da onu bilinçsiz olduğu süre boyunca orada tutan Sekyung’du. İşin tuhafı, şu anda bundan hiç rahatsız olmuyordu.

Kurumuş boğazı acıyarak zorla yutkundu, sonra bunun yarattığı baş ağrısıyla gözlerini sıkıca kapattı. Ağrı normale döndüğünde gözlerini yeniden açıp yabancıyı dalgınca izlemeye devam etti. Şu anda neredeydi? Nasıl kurtulmuştu, diğerleri nasıldı? Bunlar hakkında hiçbir fikri yoktu; ama Sekyung’un şu halinde bile saçma olduğunu anlayabildiği bir şekilde beynindeki en baskın soru, bu yabancının kim olduğuydu. Düşünmeden, dalgınca uzanıp yabancının saçlarına dokundu. O dokunduğu anda da yabancının uyku-uyanıklık döngüsü kırıldı ve hızlı bir nefes eşliğinde başı yükseldi, gözleri açıldı.

Sekyung yabancının uyanıp neler olduğunu hatırlamaya çalışarak kırpıştırdığı, ay ışığında büyülü bir biçimde parlayan gözlerine bakakalmıştı. Yabancı kucağındaki kızı ve kızın uyandığını sonunda fark ettiğinde, Sekyung’un ölmüş olması gerektiğini düşünmesine neden olarak gülümsedi.

Doğaçlama

"Seni seviyorum," dedi Kyuhyun, Sungmin'in ellerini nazikçe tutup gözlerinin içine bakarak. Sözleri içtendi, sesi kadife gibiydi. "Artık kadere inanmıyordum, senin yüzünü görene kadar. İşte o an zaman durdu. seni ilk gördüğümden beri hiçbir şeyin artık aynı olmayacağını biliyorum. Kalbim çoktan sana ait. Seni seviyorum."

Sungmin'in yanaklarına yumuşak bir pembelik yayıldı ve tatlı dudaklarında küçük bir gülümseme oluştu. Ama bunu anında sildi.

"Sana nasıl inanabilirim?" dedi Sungmin.

"Ney?" dedi Kyuhyun, şaşkınlıkla dikilerek, tamamen donmuş bir halde.

"Dediğim gibi, sana nasıl inanabilirim?" diye tekrarladı Sungmin. Kyuhyun Sungmin'in ellerini aceleyle bıraktı.

"Aish, bunu söylememen gerekiyordu! Söylevim mükemmeldi!" diye haşladı daha kısa genci, ellerini kalçasına dayayarak.

"Karşındakinin nasıl tepki vereceğini asla bilemezsin. Bunu bekliyor olmalıydın." dedi Sungmin. Oldukça ciddi ama yine de takılır gibi duruyordu.

"Ah, hyung!!" dedi Kyuhyun haşladı yine, Sungmin'in alışık olduğu "benimle uğraşma" ses tonuyla.

"Ne deseydim, o zaman?" dedi Sungmin, kollarını kavuşturarak.

"Belki daha cesaret verici bir şeyler?" diye önerdi Kyuhyun, "Fazla gay hissedip durmadan öyle ilan-ı aşk etmek ne kadar zor, haberin var mı senin?"


20 Temmuz 2014 Pazar

Başlangıç - 3

– 3 –

Duştan çıkıp kurulandıktan sonra Kai’nin onun için bulduğu, babaannesinin bile artık giymediği, tuhaf fırfırlı uzun mavi elbiseyi üzerine geçirdi Hanna. Fazla seçeneği olmadığı düşünülürse elindeki en iyi şey buydu. En azından çamura bulanmış yırtık kıyafetlerinin yanında cennetten çıkma kalıyordu.

Üç kurtarıcılarının onları getirdiği ev, cehennemin ortasına sıkışmış, cennet bahçesinden ufak, izole bir köşeydi. Geniş, duvarlarla çevrili, yeşil bir bahçenin ortasındaki açık sarı, dubleks bir evdeydiler. Ev bir orduyu ağırlayabilecek kadar genişti; ama aynı şekilde bir ordu için tedarikliydi; onlara olacak kıyafetler bulmaları bayağı sürmüştü. Kurtarıcıları Sekyung’u salondaki koltuğa yatırıp Rian’ın ayağına baktıktan sonra Baekhee’yle Hanna’nın duş alması için ısrar etmişlerdi.

Baekhee şimdi Rian’ın temizlenmesine yardım ediyor olmalıydı. Duştan önce Sekyung’u becerebildikleri kadar silerek temizlemişlerdi, sonra Baekhee Hanna’nın gelip iyi, sıcak bir banyo yapması için onu tehdit etmişti. Hanna da arkadaşını sonunda ona emanet edip kendini sıcak suyun kollarına bırakmıştı. Duşta herkesten gizli rahat rahat ağlayabiliyordu, ama ağlamasının sebebi arkadaşları değildi. Onların öldüğü, artık olmadıkları ve bir daha hiç uyanmayacakları gerçeğini beyni o kadar güçlü bir biçimde inkar ediyordu ki sanki yol açılıp buradan döndüklerinde evde bütün arkadaşları onları gülerek karşılayacaktı. Bir kısmını tekerlekli sandalyede hayal ediyordu beyni, birkaçının kolunda bacağında alçı vardı, bir kısmınınsa başında sargı… ama öldükleri düşüncesi beynini uyuşturuyordu. Bunu düşünemiyordu. Hayır, ağladığı şey bu değildi. Sekyung’un haline, bir daha uyanmama ihtimaline ağlıyordu şu anda. Ama dışarı çıkınca böyle olmayacaktı. Yine kendini saklayacak, eve gidene kadar sadece mantıklı olacaktı. Bu sürenin kısa olmasını umuyordu.


Başlangıç - 2

– 2 –

Nefes almak işkence gibiydi. Göğsünün üzerinde korkunç bir ağırlık vardı ve etrafını saran ıslak toprak ve duman kokusu nefes almasını zorlaştırıyordu. Zorlanarak gözlerini açtı Baekhee. Gördüğü ilk şey, birkaç metre ilerisinde yatan, tuhaf bir açıyla bükülmüş bedenin dimdik ona bakıyormuş gibi duran ışıksız, ölü gözleriydi. Önündeki sahne anlamlandığında dehşetle açılan ağzından anlamsız bir ses yükseldi. Bir zamanlar hocası olan cesetten uzaklaşmak için çırpınmaya başladığındaysa vücudunun çoğunun toprak altında gömülü olduğunu keşfetti. Tek bir kolu, başı ve omuzları dışında hiçbir yerini oynatamıyordu.

Hafifçe hıçkırıp görüşünü temizlemek için boştaki eliyle yüzünü sildi; ama bu yanlış bir karardı, bütün yüzü çamur olmuştu. Becerebildiği kadarını temizleyip etrafa baktı. Heyelan alanının en ucundaydılar. Toprak dolu otobüsün bir köşesi görünüyordu, kayan kitleyle felaketten etkilenmemiş yeşil alan keskin bir sınırla ayrılıyordu. Baekhee kıvrılıp bükülerek toprağın altından çıkmaya çalıştı, gömülü kolunu kurtarınca da kazmaya başladı. Bir yandan da sessizce ağlıyordu. Yardım istemek için bağıramazdı; dışarıda duyabilecek ne çeşit hayvanlar olduğunu bilmiyordu.

Bir şekilde kendini kurtarmaya çalışırken biraz ilerisinde bir inilti duydu, hemen o tarafa döndü. Otobüsün görünen köşesinin arkasından darmadağın ve çamurlu olmasına rağmen rengini her yerde tanıyabileceği karamel rengi saçlı bir kafa yükseldi.

Başlangıç - 1

– 1 –


Okul kamplarından nefret ediyordu, her zaman etmişti ve hep edecekti. Böceklerin olduğu hiçbir şeyi asla, hiçbir koşulda sevmeyecekti. Bunu o kadar şiddetle reddediyordu ki böcek kıyameti kopsa ve dünyada bir tanesi bile kalmasa, Yoon Sekyung sadece katıla katıla gülerdi. Ama okul kampları özel izin dışında zorunluydu, okul kamplarına devamsızlık normal devamsızlıktan sayılıyordu ve okul kamplarındaki aptal biyoloji projelerinden sözlü puanı alınıyordu. Tabii ki bu gerçekler bile Sekyung’un kamptan nefret etmesini engelleyemiyordu.

Arkadaşlarının hevesle pencereden dışarı bakmasını izledi. En azından içlerinden birileri eğleniyordu. Aslında, onun dışındaki pek çok kişi eğleniyordu. Eğer bu gezi iki gün bir gece olmasa ve bu bahsi geçen gece boyunca onlara tahsis edilmiş odaya adımlarını attıklarından beri on beş dakika içinde iki hamam böceği, bir uzun bacaklı örümcek ve dev bir güve öldürmüş olmas
alar Sekyung da eğlenebilirdi. Odalarının doğal böceksavarı Byun Baekhee güvencesine rağmen bu uykusuz bir gece olacaktı.